Muhterem Okuyucularımız;
"Dinde bilgi ve anlayış" mânâsına gelen hikmet; seciye ve nur olarak Allah-u Teâlâ tarafından ihsan buyurulmuştur.
Hikmet ayrıca; Allah-u Teâlâ'nın emrini anlamak, varlık düzeninde her şeyi yerli yerince koymak, doğru ve anında karar verebilmek, sözün doğrusunu ve isabetli olanını söylemek, insana istikamet veren faydalı ilim mânâlarına gelir.
Hikmet, saygı dolu bir Allah korkusudur. Çünkü Allah korkusu hikmetin başıdır.
Kısacası hikmet, Hakk'ı bilmektir.
Her şeyi bilip de Allah'ı bilmeyen, hikmet sahibi olamaz. Çünkü o kişi en yüce ve en üstün olan Allah-u Teâlâ'yı tanımamıştır.
Allah-u Teâlâ'nın bir ism-i şerif'i de "Hakîm"dir. "Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapan." mânâsına gelmektedir.
Yegâne hikmet sahibi O'dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
O'nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vahyedilen hükümlerin doğruluğunda hiçbir şüphe bulunmadığını katiyetle ortaya koyarak şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! İşte bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Zikir'den okuyoruz." (Âl-i imrân: 58)
Hakîm; hikmetli, hikmet dolu ve muhkem, yani sapıklık ve çarpıklıkların dokunmadığı şey mânâsına gelir.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği kullarından bir zât olan Lokman Aleyhisselâm, "Hikmet" ile ün yapmıştır.
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." buyuruluyor. (Lokman: 12)
Mübarek isminin geçtiği sûreye de Lokman sûre-i şerif'i denilmiştir.
Hikmet öyle bir nurdur ki, insanı mârifetullaha nâil eder.
Lokman Aleyhisselâm'ın, ne güzel vasiyeti var. Lokman Sûre-i şerif'inin her tarafı güzel, her tarafı nasihat, her tarafı gül kokuyor. Bazen Hazret-i Allah'ın sevgili kulları aklıma gelir de ağlarım. Onlar; Allah-u Teâlâ'ya nasıl gönül vermişler, nasıl fedakârlık yapmışlar, rızâsını kazanmak için neler aramışlar? Onlara bakarım, böyle düşünür, düşünür ağlarım...
Çok sükut eden, çok düşünen, derin bakışlı bir zât olan Lokman Aleyhisselâm; çok az konuşur, konuştuğu zaman gönüllere nüfuz edecek şekilde hikmetli ve ibretli konuşurdu. Bir başkasının tekrarlanmasını istediği ve söylemiş olduğu hikmet dışında, konuşmuş olduğu bir sözü tekrar etmezdi.
Diğer peygamber kardeşleri gibi bir edeb numunesi idi. Tükürdüğünü, burnunu temizlediğini, abes şeylerle meşgul olduğunu ve güldüğünü hiç gören olmadı. Gündüzleri hiçbir şekilde uyumazdı.
Allah-u Teâlâ onun oğlu için yapmış olduğu yol gösterici nasihat ve vasiyetlerinden bir kısmını Lokman sûre-i şerif'inde anmak suretiyle hem kadrini yüceltmiş, hem de onun lisanından kıyamete kadar gelecek olan müminlere, uymaları gereken öğütlerde bulunmuştur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm: 82)
Âyet-i kerime'si nâzil olduğu zaman bu, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na çok ağır gelmişti. "Hangimiz imanını zulümle karıştırmaz ki!" dediler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bu sizin söylediğiniz gibi değildir. Lokman'ın: 'Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür.' dediğini işitmiyor musunuz?" buyurdu. (Müslim: 124)
Lokman Aleyhisselâm'ın bu hikmet dolu öğütleri, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nûr ışığı altında ayrıntılı bir şekilde açıklanıp izâh edilmiştir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
1- Ölü Kalpleri Diriltmelisin.
2- Fakirlerle Oturmalısın.
3- Sultanların Meclisinden Sakınmalısın.
4- Fakir Kimselerle Tanışmalısın.
5- Köleleri Azat Etmelisin.
6- Garipleri Konaklatmalısın.
7- Fakiri Zengin Kılmalısın.
8- Şerefli Kimselerin Şerefini Korumalısın.
9- Büyük Kimselerin Ululanmasını Artırmalısın.
10- İlim, Hikmet Maldan Daha İyidir, Ticaret Anında İyi Bir Sermayedir.
Ey Oğlum, İnsanlar Üçe Ayrılır: Üçte Biri Allah İçindir. Üçte Biri Nefsi İçindir. Üçte Biri de Kabirdeki Kurtlar İçindir.
Allah'a Olan Üçte Bir Onun Ruhudur, Nefsine Olan Üçte Bir Onun Amelidir, Kurtlara Olan Üçte Bir Onun Cismidir.
Lokman Aleyhisselâm'ın, ne güzel vasiyeti var. Lokman Sûre-i şerif'inin her tarafı güzel, her tarafı nasihat, her tarafı gül kokuyor. Bazen Hazret-i Allah'ın sevgili kulları aklıma gelir de ağlarım. Onlar; Allah-u Teâlâ'ya nasıl gönül vermişler, nasıl fedakârlık yapmışlar, rızâsını kazanmak için neler aramışlar? Onlara bakarım, böyle düşünür, düşünür ağlarım...
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği kullarından bir zât olan Lokman Aleyhisselâm, "Hikmet" ile ün yapmıştır.
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." buyuruluyor. (Lokman: 12)
Mübarek isminin geçtiği sûreye de Lokman sûre-i şerif'i denilmiştir.
Hikmet öyle bir nurdur ki, insanı mârifetullaha nâil eder.
Kendisine hikmet verilen kimse; hem ilim hem de amel olarak bunun şükrünü yerine getirmelidir. Bu şükrün ilmî değeri, her şeyden önce o hikmetin Allah-u Teâlâ tarafından kendisine bir ikram ve ihsan olduğunu bilerek O'nu şirkten münezzeh tutmaktır. Kalbin şükrü mârifetullah, lisanın şükrü hamd ve senâ, uzuvların şükrü ibadettir. Hamd ve senâ şükrün başıdır, şükrü de içine alır.
Şükredenin şükrü Allah-u Teâlâ'ya değil kendisine fayda sağlar. Çünkü O her şeyden müstağnidir, bizâtihî hamde lâyıktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur." (Lokman: 12)
Şükretmekle, nâil olunan nimetin hakkı edâ edildiği gibi; şükür, nimetin devâmına ve artmasına da sebeptir. Bunun içindir ki şükreden kimse, şükürden istifade eden kimsedir.
Ve fakat bir kimse verilen nimetlere şükretmezse, bununla kalmayıp küfrân-ı nimette bulunursa, onun da zararı kendisine âittir.
Âyet-i kerime'de:
"Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyık olandır." buyuruluyor. (Lokman: 12)
Birisi O'nu övsün övmesin, isterse yaratıklardan hiçbirisi O'na hamdetmesin, bütün yeryüzü halkı toptan nankörlük etmiş olsun; bu durum O'na hiçbir şekilde herhangi bir noksanlık getirmez. Zira O hamdedilmesi gereken Allah'tır, herkesten ganî ve zâtında mahmuddur, bizzat övgüye lâyıktır, hiç kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. Kullarının bütün şükürlerinden haberdardır.
"Dinde bilgi ve anlayış" mânâsına gelen hikmet; seciye ve nur olarak Allah-u Teâlâ tarafından ihsan buyurulmuştur.
Hikmet ayrıca; Allah-u Teâlâ'nın emrini anlamak, varlık düzeninde her şeyi yerli yerince koymak, doğru ve anında karar verebilmek, sözün doğrusunu ve isabetli olanını söylemek, insana istikamet veren faydalı ilim mânâlarına gelir.
Hikmet, saygı dolu bir Allah korkusudur. Çünkü Allah korkusu hikmetin başıdır.
Kısacası hikmet, Hakk'ı bilmektir.
Her şeyi bilip de Allah'ı bilmeyen, hikmet sahibi olamaz. Çünkü o kişi en yüce ve en üstün olan Allah-u Teâlâ'yı tanımamıştır.
Allah-u Teâlâ'nın bir ism-i şerif'i de "Hakîm"dir. "Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapan." mânâsına gelmektedir.
Yegâne hikmet sahibi O'dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
O'nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.
O'nun ilim ve kudretinde bitmez-tükenmez incelikler, uçsuz-bucaksız sırlar vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Aziz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)
Hiçbir şey O'nun ezelî ilminden ve hikmetinden dışarı çıkamaz.
Allah-u Teâlâ burada azamet ve kibriyâsından, celâl ve kemâlinden, en güzel isimlerinden, ilâhî sıfatlarından, hiçbir beşerin künhüne ulaşamadığı tam ve mükemmel olan sözlerinden haber vermektedir.
Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hikmet ilimlerin en yücesidir ve varlıkların en üstününü bilmekten ibarettir. Allah'ı tanıyan kişi hikmet sahibidir. Onun sözü başkasının sözünden farklı olur. Çünkü O, hemen elde edilecek faydaları gözetmek yerine, sonuçta fayda verenleri gözetir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır." buyuruyorlar. (Deylemî)
Kalp vahyin indiği yer olduğu gibi, hikmetin de indiği yerdir. Hikmet nübüvvete has değildir, daha başka mertebe ve dereceleri de ihtivâ eder. Fakat hiç şüphesiz ki en yüksek ve en kâmil derecesi Enbiyâ-i izam Aleyhimüsselâm Hazerâtı'na ihsan edilmiştir. Allah-u Teâlâ'nın onlara hususi nimetlerinden birisi de hikmettir.
Bunun neticesi olarak onların her sözü imana, irfana istinat etmiştir. Sahip oldukları bu kuvvetin neticeleri ve eserleri sözlerinde ve icraatlarında açık olarak görülür.
Kur'an-ı kerim'de bu hususta birçok Âyet-i kerime mevcuttur.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim." (Âl-i imrân: 81)
Kitap ve hikmet ile gerekli olan dini esasları size bildirdim.
Kur'an-ı kerim her hikmetin menbaı ve her öğüdün kaynağıdır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vahyedilen hükümlerin doğruluğunda hiçbir şüphe bulunmadığını katiyetle ortaya koyarak şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! İşte bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Zikir'den okuyoruz." (Âl-i imrân: 58)
Hakîm; hikmetli, hikmet dolu ve muhkem, yani sapıklık ve çarpıklıkların dokunmadığı şey mânâsına gelir.
Gerçekten Kur'an-ı kerim'in üslubunu muhkem hâle getiren, mânâsını ve muhtevâsını güçlü kılan O'dur.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'sinde Kitab-ı hikmet olan Kur'an-ı mübin'in muhsin zâtlar için hidayet ve rahmet olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Elif. Lâm. Mîm. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir. Muhsinler için hidayet rehberi ve rahmettir." (Lokman: 1-3)
Hikmeti sonsuz Allah'ın kitabı olduğu için, bu kitap da hikmeti sonsuz bir kitaptır.
"Elif. Lâm. Râ. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir." (Yunus: 1)
Öyle hakîm ki, ilâhî hikmetlerle doludur. Gerek nazmı, gerekse mânâsı her türlü noksandan ârî kılınmış, tahriften korunmuştur.
"Andolsun ki biz Kur'an'da, insanlar için her türlü misali tekrar tekrar açıkladık." (Kehf: 54)
Tâ ki hatırlayıp öğüt alasınız.
"Andolsun ki biz açıklayıcı âyetler indirdik." (Nûr: 46)
Dini hükümlerden ve yaratılışla ilgili sırlardan, açıklanması uygun olan her şeyi açıkladık.
"Allah dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir." (Nûr: 46)
Hak din olan İslâm'a, Rızâ-i Bârî'ye, cennet-i âlâ'nın yoluna eriştirir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde beşeriyeti irşad için en güzel metodlarla dâvet vazifesinin yerine getirilmesini emretmekte, bu vesile ile tebliğ ve dâvetin hükmünü beyan buyurmaktadır:
"İnsanları Rabb'inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et." (Nahl: 125)
Bu hikmet her iyiliğin aslı, her doğruluğun esasıdır.
Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir." (Kamer: 4)
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden, fâsıkları fısklarından vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
"O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar asla fayda vermiyor." (Kamer: 5)
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir?
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir?
"Allah size ne kadar güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (Nisâ: 58)
İşitilenleri de görülenleri de çok iyi bilir.
Çok sükut eden, çok düşünen, derin bakışlı bir zât olan Lokman Aleyhisselâm; çok az konuşur, konuştuğu zaman gönüllere nüfuz edecek şekilde hikmetli ve ibretli konuşurdu. Bir başkasının tekrarlanmasını istediği ve söylemiş olduğu hikmet dışında, konuşmuş olduğu bir sözü tekrar etmezdi.
Diğer peygamber kardeşleri gibi bir edeb numunesi idi. Tükürdüğünü, burnunu temizlediğini, abes şeylerle meşgul olduğunu ve güldüğünü hiç gören olmadı. Gündüzleri hiçbir şekilde uyumazdı.
Allah-u Teâlâ onun oğlu için yapmış olduğu yol gösterici nasihat ve vasiyetlerinden bir kısmını Lokman sûre-i şerif'inde anmak suretiyle hem kadrini yüceltmiş, hem de onun lisanından kıyamete kadar gelecek olan müminlere, uymaları gereken öğütlerde bulunmuştur.
Lokman Aleyhisselâm kendisine insanların en sevimlisi olan oğluna nasihat ve vasiyette bulunmuş, şirkin büyük bir zulüm olduğunu hatırlatarak sözlerine başlamıştır:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 13)
Zulüm; adaletsizce davranmak, bir şeyi hakkından mahrum etmek, vazifeyi ehil olmayana vermek demektir. Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. Çünkü o kimse yaratılışında, zâhir ve bâtın her türlü nimetlerle rızıklanışında hiçbir ortaklığı bulunmayan varlıkları; kendisini yoktan yaratan ve kendi mülkünde yaşatan Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük adaletsizlik, bundan büyük zulüm olamaz.
Bu zulmün cezası olarak da:
"Onların çoğu iman etmişlerdir, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'si mucibince müşrik olarak yaşamaktadırlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm: 82)
Âyet-i kerime'si nâzil olduğu zaman bu, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na çok ağır gelmişti. "Hangimiz imanını zulümle karıştırmaz ki!" dediler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bu sizin söylediğiniz gibi değildir. Lokman'ın: 'Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür.' dediğini işitmiyor musunuz?" buyurdu. (Müslim: 124)
Lokman Aleyhisselâm oğluna Allah-u Teâlâ'yı tanıtmaya çalıştı. En gizli hâlleri bilmenin O'na mahsus olduğunu; zâhir ve bâtın, büyük ve küçük hiçbir hadisenin, hiçbir haberin O'ndan gizli kalamayacağını; ezelî ve ebedî ilmi ile, olmuş ve olacak her şeyi en iyi şekilde bildiğini; iyilik yapanları mükâfatlandıracağını, kötülük yapanları cezalandıracağını hatırlatarak şöyle buyurdu:
"Oğulcuğum! Yapılan iyi veya kötü bir iş hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu mutlaka çıkarır, Allah her şeyden haberdardır." (Lokman: 16)
Bu bilgi ve iman insanın hayatını düzene sokar, iç ve dış dünyasını tanzim ettirir. Kişi attığı her adıma, ağzından çıkan her söze dikkat eder.
Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan bir iyilik hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir tartıya koyarız.
Hesap görücü olarak biz yeteriz." (Enbiyâ: 47)
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Lokman Aleyhisselâm oğlunu şirkten sakındırıp, azamet-i ilâhînin her şeye tesirini, ilminin her şeyi ihâta ettiğini beyan ettikten sonra; Rabb'ine ibadet etmesini, O'na şükretmenin ve kulluk vazifesini yerine getirmenin ilk basamağı kabul edilen namazı kılmasını tavsiye etti:
"Oğulcuğum! Namazı kıl!" buyurdu. (Lokman: 17)
Kalpleri tenvir, ruhları tasfiye eden namaz; yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştı. Şu kadar var ki, keyfiyetleri başka başkadır.
Başkalarını da kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için; iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmasını emir buyurdu:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan!" (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır.
Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir.
Nitekim Âyet-i kerime'nin nihayetinde:
"Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." buyuruluyor. (Lokman: 17)
Lokman Aleyhisselâm nasihat ve vasiyetlerine devam ederken; insanları Allah yoluna dâvet etmenin edebini oğluna anlattı:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme!" buyurdu. (Lokman: 18)
Halka yol göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesini hatalarının düzeltilmesini sağlamak, onların üzerinde üstünlüğü ve böbürlenmeyi gerektirmez.
Bu vazifeyi ifâya memur olanların tevâzu kanatları daima yerdedir, herkes basar da geçer. Kendisini herkesten küçük görür, herkese değer verir.
Tevâzu müminin şiârıdır. İnsanları küçük görmemek, onlara karşı büyüklük taslamamak bir emr-i ilâhîdir.
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah kendini beğenip övünen ve böbürlenen kimseleri aslâ sevmez." (Lokman: 18)
Kibriyâ ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur, büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Allah-u Teâlâ insan haysiyetini ayaklar altına alan büyüklenmekten, kendini beğenip başkalarından üstün görmekten kullarını sakındırmak için diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin." (İsrâ: 37)
Lokman Aleyhisselâm oğlunu böbürlenerek yürümekten nehyederken, en güzel yürüme tarzını da açıkladı. Ne çok çabuk, ne de çok yavaş gitmemesini, ölçülü hareket etmesini öğütleyerek:
"Yeryüzünde mütevâzi ol!" buyurdu. (Lokman: 19)
Bir kimsenin kibir ve gururu yürüyüş biçimine de akseder. Takvâsı olmayan bir zenginlik, sahibini gururlu hâle getirir. Âmirlik, ilimde yükselmek, kuvvetli olmak, herhangi bir dalda tanınmış olmak... gibi şeyler o insanı gururlu bir hâle getirir ve bu hâl yürüyüşünde de kendini gösterir.
Diğer taraftan tevâzu gösterisi yapanlar da vardır. Onun kendini beğenmesi, gösterişe kaçan bir tevâzu hâlini alır ve yürüyüşüne yansır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, başı önünde omuzları düşmüş, süklüm-püklüm yürüyen bir adamı gördüğünde: "Başını kaldır da yürü, İslâm âcizlik değildir." diyerek celâllenmiştir. Âciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını görünce de: "Ey sefil! Dinimizi lekeleme!" buyurmuştur.
Yürürken lüzumsuz yere tevâzu gösterisinde bulunmanın dindarlıkla bir ilgisi yoktur.
Lokman Aleyhisselâm'ın, oğlunun şahsında bütün beşeriyete öğüt ve tavsiyeleri devam ediyor.
Buyurdu ki:
"Söz söylerken yavaş sesle söyle! Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman: 19)
Lüzumsuz yere sesini yükseltenler, ölçüsüz konuşanlar netice itibarı ile eşeklere benzetilmiştir. Ayrıca o, Allah katında buğza uğramıştır.
Bu hususta âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm beşeriyete en büyük numunedir.
Son derece fasih söz söyler, gayet açık ve külfetsiz konuşurdu. İstenirse kelimeler birer birer sayılabilirdi. Herkesin aklına ve idrakine göre söz söyler, dinleyenin idrâki karışmazdı. Az kelime ile çok şey anlatırdı. Lüzumsuz yere konuşmaz, söze lüzum görmedikçe sükunet hâline bürünürdü.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Medine-i münevvere'nin en büyük Tâbiî âlimlerinden yeğeni Urve -rahmetullahi aleyh-e: "Bir şey anlatacağım, bilmem sana hayret verir mi?" buyurmuş, sonra sözlerine şöyle devam etmiştir:
"Buraya Ebu Hüreyre geldi. Odanın şu tarafına oturdu. Sözüne hiç ara vermeksizin mütemadiyen, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-den bahsedip haber veriyor ve bunları bana duyurmak istiyordu. Halbuki ben nafile namaz kılıyordum. Ben ibadetimi bitirmeden kalkıp gitti. Eğer ibadetimi tamamlayıp da kendisine yetişebilseydim, onu böyle fâsılasız söz söylemekten men edecektim. İyi bil ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sizin sözünüzü zincirlediğiniz gibi birbirine ekleme söz söylemiş değildir." (Tecrîd-i sarîh:C. 9, sh. 278)
Âyet-i kerime'lerde nakledilen ve sadra şifâ olan öğütlerden başka, kendisinden birçok hikmetler ve nasihatler rivâyet edilmiştir:
"Oğulcuğum! Tevbeni geciktirme. Çünkü ölüm ansızın geliverir."
"Allah'tan kork! Kalbin günahla dolu olduğu halde, ikram ve ihsanda bulunsunlar diye kendini insanlara müttaki gösterme."
"Oğulcuğum! Ben konuşmam sebebiyle pişmanlık duymuşumdur, fakat sükutumdan dolayı hiç pişmanlık duymamışımdır."
"Oğulcuğum! Âlimlerle oturup kalk, onların dizinin dibinden ayrılma. Çünkü Allah toprağı göğün yağmuru ile canlandırdığı gibi, kalpleri de hikmet ile diriltir."
"Oğulcuğum! Oruç tut, şehvetini keser. Seni namazdan alıkoyacak şekilde oruç tutma, çünkü namaz oruçtan daha büyüktür."
•
"İnsanların en şerlisi hangisidir?" diye sorulmuştu. "Kendisini halkın kötü görmesine aldırış etmeyen kimsedir." buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
•
"Dört zamanda dört şeyi korumak, iki şeyi hatırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamamen unutmaya çalışmak lâzımdır.
Korunacak şeyler: Namazda gönül, halk arasında dil, yeme içme sırasında ağız, bir kimsenin evine girilince de göz.
Hiç hatırdan çıkmayacak şeyler: Allah-u Teâlâ'nın azameti ve ululuğu ile ölüm.
Unutulması gereken şeyler: Bir kimseye yaptığın iyilik ve kardeşlerinden gördüğün kötülük."
•
Oğluna yaptığı tavsiyelerden bir kısmı da şöyledir:
1- Ölü kalpleri diriltmelisin.
2- Fakirlerle oturmalısın.
3- Sultanların meclisinden sakınmalısın.
4- Fakir kimselerle tanışmalısın.
5- Köleleri azat etmelisin.
6- Garipleri konaklatmalısın.
7- Fakiri zengin kılmalısın.
8- Şerefli kimselerin şerefini korumalısın.
9- Büyük kimselerin ululanmasını artırmalısın.
10- İlim, hikmet maldan daha iyidir, ticaret anında iyi bir sermayedir.
Ey oğlum, insanlar üçe ayrılır: Üçte biri Allah içindir. Üçte biri nefsi içindir. Üçte biri de kabirdeki kurtlar içindir.
Allah'a olan üçte bir onun ruhudur, nefsine olan üçte bir onun amelidir, kurtlara olan üçte bir onun cismidir.
Şimdi bu tavsiyelerin madde madde izahını arzedeceğiz.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan ölü mesabesindedir. Yaşayan canlı cenazedir.
Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük hayatında Hakk ve hakikati bulamadan, sermaye toplayamadan, nazargâh-ı ilâhi olan kalbini masivâ ile doldurmuş olarak ahirete gider.
Şu kesin bir husustur ki, nefis hayat buldukça ruha ölüm düşüyor, bunun ikinci bir yolu yoktur. Ruh hayat buldukça da nefse ölüm düşüyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Din nasihattır." buyurmuşlardır. (Buhârî)
Ağacın suya ihtiyacı olduğu gibi, insanın da nasihata ihtiyacı vardır. Nasihat gönüllere su vermek ve tazelemektir, hayatın desteğidir.
Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhamet ederek kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız boğulup gidecek.
Dalâlet girdabına kapılmış, nefsinin zebunu olmuş bir insanı kurtarmak ona da benzemez. Onu kurtarmak, bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor.
Bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir." buyuruyor. (Mâide: 32)
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü; Hakk ve hakikatten uzaklaşarak gaflette bulunmasından dolayı ruhu ölen insanlara âittir, cesetle ilgili değildir.
Gıdasını veremediği için ruhunu öldürmüş bir kimseye yol göstererek dirilmesine vesile olmanın bu kadar çok kıymetli olduğunu bilen bir müslümanın ne kadar gayret ve çaba harcaması gerektiği apaçık ortadadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır." (Buhârî-Müslim)
Hem bir kişinin ebedî hayatı kurtuluyor, hem de onun aldığı bütün ecir ve sevaplara Allah-u Teâlâ vasıta olanı da ortak ediyor.
Kalplerinin masivâ ile karardığını, mezbele haline geldiğini gören kimseler, bunu gördükten sonra, bu sefer var güçleri ile temizliğe girişirler. Nefsin işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Temizlenen ve Rabb'inin adını anıp namaz kılan kurtulmuştur." (A'lâ: 14-15)
Hatırlatmadan ders ve öğüt olarak şirk ve küfürden, isyan ve günahlardan temizlenen; kalbi ve diliyle Rabb'ini zikredip beş vakit namazını kılan kimse dalâletten kurtulmuş, umduğuna ermiş olur.
Yeter ki bu vazife yapılsın. Halk dalâleti hakikat zannediyor.
İşte diriltme böyle olur. Herkes ölüdür, dirilenler hariç.
Fakirlerle oturup kalkmak tevâzu alâmetidir. Tevazu ahlâk-ı hamidenin temeli ve kaynağıdır. Peygamberlerin ve sâlihlerin ahlâkındandır. Hakk yoluna girenlerin işaretidir.
Allah-u Teâlâ mütevazi kullarını Âyet-i kerime'sinde meth-ü senâ etmektedir:
"Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler." (Furkân: 63)
Çünkü o müminler Allah-u Teâlâ'nın azametine vâkıf olmuş, O'nun ululuğunu idrak etmiş, dolayısıyla ruhları ürpermiş, gönülleri ve bedenleri itaate koyulmuştur. İnsanlara merhamet nazarıyla bakarlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hem vakur, hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idi. Tevâzunun kemâl derecesinde bulunuyordu. Hiçbir resmiyet ve külfete bakmadan, en fakir insanlar arasında oturur, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara tevazu gösteriniz ve fakirlerle oturup kalkınız. Zira Allah katında mükerrem olduğunuz gibi, kibirden de kurtulursunuz." (Câmi'üs-sağir)
Gösteriş için tevâzu değil, Allah korkusu ile yapılan tevâzu gerçek tevazudur.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Fakirlerle oturup kalkmak tevazudandır." (Münavî)
Çünkü orası gurur yeridir, varlık, benlik yeridir. Kalp oraya meylettiği zaman, kalbin katılaşmasına ve ölümüne sebep olur. Kişi dünya hayatının câzibesine meyleder, âhireti unutur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Zulmedenlere meyletmeyin! Yoksa size de ateş dokunur." (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, heva ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme!" (Kehf: 28)
Bu gibi kemselere meyletmenin, peşlerine takılmanın dünyadaki zararı ahirettekinden öncedir. Ümit ettikleri dünyevî menfaatler ya hiç ele geçmez veya geçse de serîüzzeval olur, mesuliyeti üzerinde kalır. Ahiretteki zararı ise hiç şüphesizdir ve muhakkaktır.
Rivayet edildiğine göre Allah-u Teâlâ Yuşâ bin Nûn Hazretlerine şöyle vahyetmiştir:
"Senin kavminin hayırlılarından kırk bin, şerlilerinden altmış bin kişiyi helâk edeceğim."
Yuşâ Aleyhisselâm:
"Peki hayırlıların kabahati nedir?" diye sorunca şöyle buyurmuştur:
"Çünkü onlar benim adıma öfkelenmediler, şerlilerle beraber yiyip içtiler."
Kişi onların elindeki dünyalığa tamah edip yaltaklanarak kapılarına giderse, attığı adımlar nispetinde cehenneme dalar.
Kâ'b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Kâ'b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah'a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim.
Ahiret'te Kevser havz'ının başında yanıma da gelemez.
Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz'ın başında yanıma gelecektir.
Ey Kâ'b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Ey Kâ'b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir." (Tirmizî: 614)
Onun içindir ki şöhretli kimselerden uzaklaşmak en güzel şeydir.
Fakirlik iki türlüdür:Bâtınî fakirlik, zâhirî fakirlik.
Batinî fakirliğin mahiyetini Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmuşlardır:
"Fakirliğimle övünürüm." (Keşfül-Hafâ)
Fakat buradaki fakirlik, sizin anladığınız mânâda; parası olmayan, elbisesi olmayan fakir demek değildir. "Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim sahibimindir. Hiçbir şeye de sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim." demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Cennet-i a'lâ'ya ilk giren ben olacağım, fakirlerle beraber." buyuruyorlar.
Bunlar "El-fakru fahrî" Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olanlardır.
O arı beyi gibidir, etrafındakiler de arı. Bey neredeyse arılar da orada, O cennette, onlar da cennette.
Zâhirî fakirliğe gelince;
Abdullah bin Muğaffel -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, bir kimse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e: "Ya Resulellah! Vallahi ben seni gerçekten seviyorum." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona: "Söylediğin söze dikkat et!" buyurdu. O kimse üç kere: "Vallahi ben seni gerçekten seviyorum." diyerek mukabelede bulundu.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Eğer beni seviyorsan fakirliğe karşı kalkan hazırla. Çünkü fakirliğin beni sevene doğru akması, selin durak yerine doğru akmasından daha süratlidir." (Tirmizî: 2454)
Eğer fakirler Hazret-i Allah'a yönelirler, haklarında ayrılan taksimat-ı ilâhiye râzı olurlarsa, ahirette pek çok ilâhi ikramlara nâil olacaklar ve cennete zenginlerden önce gireceklerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır.
"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yetmiş yıl önce cennete girer." (Ahmed bin Hanbel)
Çünkü zenginlerin mallarının hesabı var. Onun ise hesabı hafif olduğu için geçiverir.
Fedâle bin Ubeyd -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ne mutlu İslâm'a hidayet edilip de geçimi yetecek kadar olan ve kanaat eden kimseye!" (Tirmizî: 2453)
İki türlü kölelik vardır; zâhiren kölelik, bâtınen kölelik.
Bir köleyi azad etmekle, bir insan zâhiren bağdan kurtulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin? Köle azad etmektir." buyuruyor. (Beled: 12-13)
Bakara sure-i şerif'inin 177. Âyet-i kerime'sinde de köle azad edenler övülmektedir.
Nitekim Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in, İslâmiyet'in ilk yıllarında köle satın alarak azad etmesi ile Allah-u Teâlâ'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu kazanması malumdur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; herhangi bir kimse köle azad ettiğinde Allah-u Teâlâ'nın, o kölenin her uzvuna karşılık o kimsenin bir uzvunu cehennemden koruyacağını beyan buyurmuştur. (Buhârî-Müslim)
Burada bir insan hürriyete kavuşturulmuş oluyor. Fakat nefsin köleliğinden bir kimseyi kurtarmak ise bundan çok daha mühimdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayetine eren, hakikati bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gafil, âhiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalplerini nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır. Sen kurtulmuşsun, sen de başkasını kurtar.
Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları bir kere taktı mı, bilse de bilmese de çeker götürür.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yusuf: 53)
Beşerin nefsi aslında daima fenalık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silahlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir.
"Ancak Rabb'imin merhamet edip koruduğu hariç." (Yusuf: 53)
Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhi emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır.
"Şüphesiz ki Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf: 53)
Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.
Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır.
İşte kölelikten kurtulmak böyle olur.
"Herkesi hoş gör, kendini boş gör." Fakir bu sözü daha ilk kitapta söylemişizdir.
Allah-u Teâlâ fakire bu hali lütfetmiş, gariplere iltifatı sevdirmiş.
Çünkü zengine zenginliğinden dolayı iltifat etmek çok tehlikelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir kimse sâlih bir zengine, malı için tevazu gösterirse, dininin üçte ikisi gider." buyurmuşlardır.
Bundan kimsenin haberi yok.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Kalbi üzüntülü olan garibe güleç yüz gösterenleri Cenâb-ı Hakk taltif buyurur." (Münâvî)
Güleryüz göstermek ne kadar faziletli olursa, ihtiyacı olan gariplerin ihtiyaçlarını gidermek de o derece faziletlidir. Rızâ-i ilâhiyi kazanmaya vesile olur.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e hitaben şöyle buyurmuşlardır:
"Yâ Âişe! Miskini, yarım hurma ile bile olsa boş çevirme.
Yâ Âişe! Miskinleri sev ve onları kendine yakın et ki, Allah da kıyamet günü seni yakın eder." (Tirmizî: 2457)
Allah-u Teâlâ bize garipleri sevdirmiş. İlk vasiyetnamede "Fakirleri muhakkak okşayın." diye bir ibare koymuşuzdur. Onları sev ve okşa, sakın kovma.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Allah size yardım edip rızık veriyorsa, bu aranızdaki zayıflar sayesinde değil midir?" (Buhârî)
Zayıf kimse aczini ve güçsüzlüğünü görünce, güç ve kuvvetten tam bir ihlâsla yüz çevirerek Allah-u Teâlâ'dan yardım ister. Onların duâları makbuldür.
Bu tavsiyede de iki mânâ vardır:
Bir fakir var ki, muhtaç. Her ne yapsa eli boş kalıyor. Ona ufak bir sermaye verirsen, muhtaçlıktan kurtarmış, kendi durumuna göre zengin kılmış olursun. Böylece bir âile yoksulluktan kurtulmuş olur.
Bir de kişiyi mânen zengin kılmak var ki, bu hususta Abdulkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri Feth'ür Rabbânî adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Hakk Teâlâ'nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır. Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz mânevî bir mülke sahiptir. Ulaşmış olduğu mertebelerin bereketiyle diğer insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet öncülüğü eder." (60. Meclis)
O der ki:
"Gel ey kardeş! Allah-u Teâlâ'nın rahmeti büyük, cenneti geniştir. Senin ne işin var cehennemde?"
Böylece bu davete uyanları cehennemden çıkarır, cennet-i âlâ'da mülk sahibi yapar.
Zâhirdeki yardım muvakkat bir zaman için faydalı olur. Maddi sıkıntılardan kurtularak kişi rahat bir nefes alır, daha refah bir hayat yaşar. Bu ise basittir, geçicidir. Çünkü madde dünyada kalacak.
Bu yardımların her türlüsü faydalıdır, bir insanı dalâletten hakikate celbetmek, onu mânen zengin kılmak ise yardımların en büyüklerindendir. Burada ebedî bir saltanat kazanılmış oluyor.
Bu hususu "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır." kitabında şöyle açıklamıştık:
"Değerli insan Hazret-i Allah'a değer vermesiyle değer bulmuştur.
Değerli insana değer vermekle değerini artırmış olursun.
Değersiz insana değer verirsen, bir taraftan onun kibrini artırırsın Diğer taraftan değersize değer verdiğin için değersiz olursun." (12. Bölüm)
Evvelâ Allah-u Teâlâ'nın yanında değerin düşer, sonra halkın yanında. Çünkü sen ona madde için, makam için değer verdin.
Değerli insanlara değer vermek aynı zamanda İslâm âdâbındandır.
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Büyüklerinize tâzimen ayağa kalkınız!" buyurmuşlardır. (Münâvî)
Rivayet edildiğine göre Ashab-ı kiram'dan Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh- katırına binmiş giderken Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- yaklaşıp üzengisini tutmak istedi.
Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh- :
"Olmaz ey Resulullah'ın amcasının oğlu! Bırak!" dedi.
Abdullah -radiyallahu anh-:
"Bize büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız emredildi." diye karşılık verince Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh- de: "Ver elini bakayım." dedi. Elini uzatınca, tutup elini öptü ve şöyle söyledi:
"Bizim de Resulullah Aleyhisselâm'ın Ehl-i beyt'ine böyle davranmamız emredildi."
Allah-u Teâlâ'nın yükselttiği kimseyi sen de yükselt. O'nun ululadığını sen de ulula, sen de gayret et sen de yüceliğini artır.
Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği değeri sen değerlendirmezsen, sen de değerini kaybedersin.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı kemâl-i tâzim ve hüsn-ü âdâba riâyet hususlarındaki hassasiyetleri ne kadar arza şâyandır.
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Hitab-ı ilâhisi karşısında kalpleri titremiş, gerek huzur-u saâdetlerinde gerekse gıyabında fevkalâde hürmetkâr, son derece edebli bir tavır takınmışlardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde:
"Onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." buyurmuştur. (Fetih: 9)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Size bir kavmin büyüğü gelince onu büyükleyin, ikramda bulunun." (İbn-i Mâce: 3412)
Bu büyüklüğün ölçüsü ise hiç şüphesiz ki takvâdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cenâb-ı Allah Süleyman Aleyhisselâm'ı zenginlik, sultanlık ve ilim arasında serbest bıraktı. Süleyman Aleyhisselâm ilmî diğerlerine tercih ettiği için sultanlık ve mala dahi nâil oldu." (Câmiu's-sağir)
Binaenaleyh ilim ve hikmet maldan mülkten hayırlıdır.
"Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir." (Bakara: 269)
Hikmet dünya ve ahiret hayırlarını içine alır. Hikmetsiz bir hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra erilir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah için ilim taleb edenlerin rızıklarını Cenâb-ı Allah umulmadık yerlerden tekeffül etmiştir." (Câmiu's-sağir)
•
"Ey oğlum! İnsanlar üçe ayrılır: Üçte biri Allah içindir. Üçte biri nefsi içindir. Üçte biri de kabirdeki kurtlar içindir.
Allah'a olan üçte bir onun ruhudur, nefsine olan üçte bir onun amelidir, kurtlara olan üçte bir onun cesedidir."
Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onları sırf kendisi için yaratmıştır. Dünya için, cennet için, huri için yaratmamıştır. Onlar da derece derecedir, onu ancak Yaratan bilir.
Bir kısmını kendisine yaklaştırmıştır, yüz yüze gelmiştir.
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim." (Hâkim)
Onu huzuruna almış, ona murad ettiğini öğretir, murad ettiğini akıtır, murad ettiğini gösterir. Bundan kimsenin haberi olmaz, bu bilgi bilinmez.
Kişi bildirmek istese de hepsini bildiremez, çünkü bildirmekten âcizdir.
Allah-u Teâlâ ona öğretir, o bilir fakat bildiremez. Bildirmek için gücü yetmez, o lisanı o hali bulamaz.
O artık Hazret-i Allah'tan başka hiçbir şey görmek istemez.
Abdulkâdir Geylanî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Dünya, önünde yüzük kaşı kadar küçülür. Dünya onu bağlayamaz, âhiret ona sınır çizemez." buyuruyor. (5. Meclis)
Çünkü Hakk ile olan dünyayı değil, âlemleri hiç görür. Çünkü o âlemlerin yaratanını görüyor.
Allah-u Teâlâ'nın bir mahlukuna en üstün lütuf ve ihsanı, onu zâtına çekmesi ve ondan râzı olmasıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Onlar bu Âyet-i kerime'nin sırrına mazhardırlar.
O zaman o kulu ile arasında hiçbir perde kalmıyor ve o kulunu huzuruna alıyor.
Bu da ancak O'nun çektiği, zâtına aldığı, Mirac'a çıkardığı, karşısına aldığı, yüzüne yüzü ile yöneldiği kimsedir.
Demiştik ki: "Âlem Hakk'ı düşünür, âlim nefsini düşünür, yazar da cebini." (22. Sohbet)
Zâhiri âlim nefis içindedir. O bütün amel ve icraatını nefsini cehennemden kurtarmak için yapar veya nefsine mağlup olduğu için yapar.
Bunların ekserisi sıfat-ı hayvaniyededir. Şu kadar var ki bunlar eti yenen hayvanların sıfatındadırlar. Çünkü bâtına geçmedikçe sıfat-ı hayvaniyeden kurtulmak mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ lütfedecek, mânevi yola girecek, günâ gün nasibini alıp tekâmül edecek ve nefisten sıyrılacak.
Amel iki türlüdür:Bir amel var, bir de amel-i sâlih var.
Kişi amel işliyor amma, sâlih olmadığı için, yani yaptığı ameli ihlâsla, sırf Allah için yapmadığı için makbul değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Yazıklar olsun o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar" (Mâun: 4-5-6)
Kendisini övsünler diye amellerini insanlara gösterirler.
Amel ve ibadetleri ihlâsla yapmak farz olduğu gibi, ihlâsı terketmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." buyuruyor. (Kehf: 110)
Her kim bu yüce makamı elde etmeyi arzu ediyorsa, Allah-u Teâlâ'ya takdim edebilecek amelleri işlesin. Kulluğuna, riyâkârların yaptığı gibi ne açık ne de kapalı hiçbir şirk karıştırmasın.
Allah-u Teâlâ herkesi bir seviye üzerinde yaratmış, herkese vücut vermiş, uzuvlar vermiştir. Bu nimetlerini müminlere de kâfirlere de vermiştir.
Mümin Yaratan'ını tanıyor, O'na yöneliyor, kulluğunu yapıyor ve kurtuluyor.
Mülkünde yaşattığı, bu kadar büyük nimetleri ile donattığı halde, diğeri bunların bir tanesini Yaratan'dan bilmiyor, Yaratan'ı zaten tanımıyor. Yaşamak için geldiğini kabul ediyor. İşte bunlar kabirde kurtlar içindir.
•
Fakir bu hususu daha önce de şöyle izah etmiştik:
Göz üç türlüdür:
1. Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiçbir şey görmez.
2. Şaşı göz:Hem kendisine, hem de yaratanına bakar. Yani biri iki görür.
3. Görür göz:Hazret-i Allah'ın nuru ile bakar. Her şeyin O'nunla kâim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Hazret-i Allah'ı gören Hazret-i Allah ile görür. O'nun nuru ile O'nu görür. Kendi gözü ile görmez, çünkü beşer gözü ile görülmez.
Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'a bakar. O'na bakar, O'ndan bakar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin müminin aynasıdır." (Ebu Dâvud)
Birinci müminden murad mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir. Mümin Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisidir.
Yani Allah-u Teâlâ kendisine atfettiği ism-i şerifi, sevdiği mümin kuluna da atfediyor.
İnsan için böyle olduğu gibi, kâinata gelince;
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, gökler ve yer O'nun nuru olduğu için, o her yaratılışta Allah-u Teâlâ'nın esrarını, uluhiyet sırlarını görür. Onlar bu Âyet-i kerime'nin sırrına da mazhardırlar.
O Hakk'ı gördü, Hakk'tan gördü. Binaenaleyh onun bakışı bu şekilde olur. Amma bu, anlatıldığı gibi değildir. Çok ince sırlar var.
O'nunla baktığı için, o baktığı zaman kâinatın bir esrardan ibaret olduğunu, perdeden ibaret olduğunu görür. Allah-u Teâlâ'nın âsârını bu perdede görür. Kâinat da bir perde sen de bir perdesin. Perdede kendisi görünmüyor, bütün nakışını o perdede gösteriyor. Herkes nakşı görüyor. Perdeyi kaldırabilenler O'nu görürler. İşte sır bu noktadadır.
Şaşı göz ise hem kendini görüyor, hem de Yaratıcı'nın âsârını görüyor.
Bu gibi kimseler;
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır." (Âl-i imrân: 190)
Âyet-i kerime'si mucibince kendi vücuduna bakar, öyle bir âsâr, öyle bir esrar görür ki, her bir zerresinin idrakinden âcizdir. Allah-u Teâlâ'nın azametini gördükten sonra yüzünü kâinata çevirir. Bu kâinatın bir yaratıcısı olduğunu, bütün kâinatın içindekilerle beraber O'nun kudretinin kemâline ve azametine delâlet ettiğini idrak eder.
O hem kendini görüyor, hem Yaratıcı'sının âsârını görüyor. Yaratıcı'yı görmüyor, biri çift görüyor.
Hidayet arttıkça, iman kemalleştikçe dereceler ayrılıyor. O da Allah-u Teâlâ'nın yarattıklarına bakar, ondan O'nu bulmaya çalışır. Fakat kalpte kalın perdeler olduğu için O'nu bulması mümkün değildir.
Kalpte yedi perde var. Bu yedi perde kalktıkça hakikat görülmeye başlar. En son perde kalkınca dilerse kendisini gösterir. Bu ledünî mevzudur.
Yaratılışı da görmeyen, kendini gören kör göz tabiat karanlığına düşmüştür. Tabiatı ilâh olarak kabul etmiş, gönderiliş sebebini unutmuş ve küfre sapmıştır. Kör olduğu için, hakikati görmediği için.