Muhterem Okuyucularımız;
Küfür, İslâm'a göre tek bir millettir. Tarih boyunca İslâm ülkelerine ve müslümanlara karşı küfür dâima birlikte hareket etmiştir. Hep düşmanlık beslemiş hiç dost olmamışlardır. Menfaatleri icabı dost göründükleri anlarda dahi içten içe kalplerinde derin bir düşmanlık beslemişlerdir.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır. Bu emir inananlara verilmiştir. Allah-u Teâlâ'nın emrini, Allah-u Teâlâ'ya inanan bir mümin iman eder ve tatbik eder.
Allah-u Teâlâ buyuruyor: "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." Bu beyân-ı ilâhî O'na âittir. Memleketimizi karıştırmaya çalışan, bu vatanı elimizden almaya çalışan, insanlarımızı birbirine kırdırmaya çalışanları dost edinenlerin onlardan olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor.
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikati açığa çıkarmak, Tevhid'in nûrunu parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)
İslâm âli ve galiptir.
Bu nûru, bu nûrun temsilcisi bir milleti; bâtılın, vahşetin, karanlığın temsilcilerine bağlamaya çalışıyorlar. Kâfirlerin hiç İslâm'a ve müslümanlara dost olduğu görülmüş müdür?
"Fakat onların çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar." (Müminûn: 70)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal'den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal'in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Âyet-i kerime'de:
"De ki: 'Siz iman etmediniz, bari 'müslüman olduk' deyin." buyuruluyor. (Hucurât: 14)
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ'ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlarla, sûret-i haktan görünenlerle karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ Hacc'ı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî - Müslim)
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Âlimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi, insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir.
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izinden çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir.
Dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek istemezler. Sünnet-i seniye'ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları için emr-i ilâhîye mugayir söz ve davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin'i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ'ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlarla, sûret-i haktan görünenlerle karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ Hacc'ı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî - Müslim)
Ben de sizi korkutuyorum.
Ve fakat Deccal'in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.
Nitekim bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal'den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal'in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Âyet-i kerime'de:
"De ki: 'Siz iman etmediniz, bari 'müslüman olduk' deyin." buyuruluyor. (Hucurât: 14)
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ'yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin'e yaptıkları büyük tahribattır.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:
"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz." (Saffât: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak allahlık dâvâsında bulundular.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime'lerinde belirtiyordu.
Meselâ:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemez oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuş, müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilân etmiştir.
"İki hasım zümre." (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hâl böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi kesinlikle yasaklanmıştır.
O'nun koyduğu hüküm ve hudutları arzediyoruz. Bu Âyet-i kerime'ler berzahtır, iman edenler içindir. İman ile küfrü karıştırmaya çalışanların İslâm ile hiçbir ilgisi yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?" (Nisâ: 144)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri iman ile küfrü, mümin ile kâfiri birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dünyada ayırdığı gibi, ahirette de inananların saâdete, inanmayanların felâkete uğrayacaklarını haber vermiştir.
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
Halbuki iman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nûr ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Bu kesin ve kat'i Âyet-i kerime'lere rağmen onlarla dostluk kuranlara Allah-u Teâlâ şöyle ferman buyuruyor:
"Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imrân: 28)
Hazret-i Allah iman ile küfrü, hak ile bâtılı, hakikat ile dalaleti kesin olarak ayırdığı halde bilerek karıştırmaya çalışanlara hitap etmektedir:
"Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin!" (Bakara: 42)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde böyle buyuruyorken bunlar hak ile bâtılı, hakikat ile dalâleti birbirine karıştırıyorlar ve bilerek hakkı gizliyorlar, bu fermân-ı ilâhîyi bütünüyle inkâr ediyorlar, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü çiğniyorlar.
Küfür, İslâm'a göre tek bir millettir. Tarih boyunca İslâm ülkelerine ve müslümanlara karşı küfür dâima birlikte hareket etmiştir. Hep düşmanlık beslemiş hiç dost olmamışlardır. Menfaatleri icabı dost göründükleri anlarda dahi içten içe kalplerinde derin bir düşmanlık beslemişlerdir.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır. Bu emir inananlara verilmiştir. Allah-u Teâlâ'nın emrini, Allah-u Teâlâ'ya inanan bir mümin iman eder ve tatbik eder.
Allah-u Teâlâ buyuruyor: "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." Bu beyân-ı ilâhî O'na âittir. Memleketimizi karıştırmaya çalışan, bu vatanı elimizden almaya çalışan, insanlarımızı birbirine kırdırmaya çalışanları dost edinenlerin onlardan olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime'sinde müslümanlara yahudi ve hıristiyanları tanıtmış, onların fitne ve fesadına karşı emir ve nehiyler koymuştur.
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
İslâm bütün peygamberlerin dinidir. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru dâima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlık etmek, küfrün ve şirkin en şiddetlisidir. Küfre ve kâfirlere muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz. Kim Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini severse, onların düşmanlarına düşman olur.
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu ferman buyurmuştur.
Emir ve hüküm budur. Mümin olan; "İşittim! İtaat ettim!" der, orada kalır. Haddini ve hududunu aşmaz. Hazret-i Allah'a, Resulullah Aleyhisselâm'a ve Kitabullah'a karşı gelmez.
Allah-u Teâlâ hak ile batılı, iman ile küfrü kesin olarak ayırdığı gibi; küfrü ve bâtılı kerih, murdar, pis olarak vasıflandırmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
Yüce dinimiz İslâm, küfür ehlini ve küfür ehlinin temsil ettiği bâtıl itikat ve fikirleri şiddetle reddetmiştir:
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
"Allah bâtılı imhâ eder. Kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir." (Şûrâ: 24)
Allah-u Teâlâ'nın hakkın bâtıla, imanın küfre, hakikatin dalâlete galip geleceğine dâir hem vaad-i sübhanî'si, hem müjde-i ilâhî'si bulunmaktadır.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın şiddetle beynini parçaladığı, imhâ ettiği bâtılı memleketimize sokmak isterse, bu İslâm milletini bâtıl topluluklara bağlamak isterse bu Âyet-i kerime'lere karşı gelmiştir. İslâm dışında her şey bâtıldır:
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe: 32)
"Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle hakkı ortaya çıkaracaktır." (Yunus: 82)
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikati açığa çıkarmak, Tevhid'in nûrunu parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)
İslâm âli ve galiptir.
Bu nûru, bu nûrun temsilcisi bir milleti; bâtılın, vahşetin, karanlığın temsilcilerine bağlamaya çalışıyorlar. Kâfirlerin hiç İslâm'a ve müslümanlara dost olduğu görülmüş müdür?
"Fakat onların çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar." (Müminûn: 70)
"Andolsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak tıpatıp uyacaksınız. Hatta onlar daracık bir keler deliğine girseler bile, siz de muhakkak o deliğe gireceksiniz."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! O milletler yahudiler ve hıristiyanlar mı?"
"Bunlar olmayınca başka kimler olur?" buyurdu. (İbn-i Mâce: 3994)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif mucize olarak gerçekleşmiş, olduğu gibi tecellî ediyor.
İman bir bütündür, parçalanamaz. İman ile küfür arasında orta bir yol olmadığı gibi; iman ile küfür, hak ile bâtıl arasında bir mertebe de yoktur. "Bâtıl"a ve "Küfür"e meyleden imanla küfrü değiştirmiş, dosdoğru yoldan çıkıp sapıklığa düşmüş olur.
"Kim imanı küfürle değişirse, şüphesiz ki dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara: 108)
Allah-u Teâlâ bir başka Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar." (Bakara: 217)
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklık, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır.
"İşte böyle, inkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb'lerinden gelen Hakk'a uydular." (Muhammed: 3)
Allah-u Teâlâ küfrü şiddetle menetmiş, en büyük zulüm saymıştır. Allah-u Teâlâ'nın dinini inkâr edenler kâfirdir. Müslümanlar küffarla ilişkilerinde Allah-u Teâlâ'nın bu hududunu muhafaza ile mükelleftirler. Küffarın küfrünü hoş göremezler. Onların topluluklarına iltihak edemezler.
İslâm'ın âli ve gâlib vasfını daima göstermekle yükümlüdürler. Kim ki küfre karşı hoş görülü yaklaşır, topluluklarına iltihak etmek isterse onlardandır. Unutulmamalıdır ki; küfür ehlinin müslümanlara yaklaşması hiçbir zaman iyi niyetli olmamıştır. Daima sinsi niyetler taşımışlar, arkamızdan entrikalar tertip etmişlerdir. Bunun en büyük örneğini Osmanlı'nın yıkılma sürecinde bizzat bu millet yaşamıştır.
Âhir zaman âlimleri, bölücüler sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm'ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu türemelerin gaye ve maksatları Din-i İslâm'ı ifsat etmek ve aslından çıkarıp hurefaya çevirmektir.
Müslümanmış gibi görünüyorlar, gayeleri ise ayrıdır. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi görünüyorlar ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribattır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Bunlar başkalarına hizmet etmektedir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!" (Secde: 22)
Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm'ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içinde kimisi "İmam benim" dedi, kimisi sahte isa, kimisi sahte mehdi kesildi, kimisi "Ben Dabbet'ül arz'ım" dedi, kimileri de çok şiddetli bir şekilde ortalığı ifsat etti.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm'a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler." (Fetih: 15)
Bunca hakikatleri açık açık beyan ettiğimiz halde hiçbir tanesi Allah ve Resul'ünün hükmünü kabul etmeye yanaşmadığı gibi, bütün güç ve kuvvetleriyle Nûr-u ilâhî'nin yayılmasını engellemeye çalışıyorlar.
Bunlar Âyet-i kerime'lere inanamazlar, Hadis-i şerif'leri zaten dinlemezler. İşte onun için Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri önünüze koyuyoruz.
Onlar ise kendi zanlarını âyet ve hadis yerine koyarlar. Bunun için de gökkubbe altındakilerin en şerlileridirler. Bunun da sebebi halkı şaşırtmalarıdır.
"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." (En'âm: 119)
Kendi zanlarını hüküm yerine koymak isterler.
Bunların sözüne hem şaşmayın, hem de inanmayın! Bunların iç durumu budur, işin gerçeği budur.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışarak ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat bu kâfirlerin, bu münafıkların cephesi yok.
Müslüman gibi göründüklerinden ötürü bu fesadı, bu ifsadı yapabiliyorlar.
Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır, imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.
Bunun içindir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Yaptıkları dünyalık elde etmek ve bilgisizlik sebebiyledir. Azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar. Böylece ümmet-i Muhammed eriyip gidiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın." (Müslim)
Birçok fitneler zuhur edecek, ediyor da.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar ve din-i İslâm'dan çıktılar.
Öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.
Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi mevcut.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır." (Zâriyât: 59)
Öyle bir ifsat, öyle bir irtidat ki; bir mürted kilise, havra ve puthaneye gitmediği ve bir dinden diğerine geçtiğini ilân etmediği içindir ki, müslümanların nazar-ı dikkatini çekmez. Ne ikaz ederler ne de irtibatlarını keserler. Dinden çıkan mürted de onların arasında yaşamaya, bütün haklarını kullanmaya devam eder. Hatta bazen onlara hakim bile olur.
Geçmiş devirlerdeki mürtedler müslümanların arasından ayrılır, yeni benimsedikleri dinin cemaatine iltihak ederler, bu uğurda karşılaşacakları her türlü sıkıntı ve zararları peşinen göz önüne alırlardı. Fakat günümüzde İslâm'dan alâkasını kesen mürtedler müslümanların arasında yaşamakta, müslümanların güvenini istismar ederek ifsatlarını içten içe ve sinsice yaymaktadırlar.
Bir defacık bunların ağzından, Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a tâbi olmak ve sadakatinden ötürü emr-i ilâhîye uymak gerektiğini duydunuz mu? Gördünüz mü? Bu emre uyan, ancak Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak. Bir fırka müstesnâ diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir yâ Resulellah?
Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Âyet-i kerimesi mucibince, Allah'tan korktuğum için, Hazret-i Allah'ın kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanını yani Hadis-i şerif'lerini açık açık herkese duyurmaya çalıştım. Mesul olmamak için.
Biri çıkar:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Emr-i ilâhiyi inkâr eder, "Küfrü hoş görün!" der. Âyet-i kerime'ye karşı gelir.
Biri çıkar:
"Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 279)
Fermân-ı ilâhi'sine karşı gelir, hasım kesilir, "Fâiz helâldir!" der, dinini ilân eder.
Biri çıkar:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Âyet-i kerime'sini inkâr eder ve kendine tabi olmayanı "Patates dininden" ilân eder.
Diğeri ise küffar memleketinde kendini halife ilân eder.
Bu fesatçılara, ifsatçılara, din kuruculara, türemelere, deccallere, sahte isa, sahte dabbetül-arz gibi yalancılara ve bütün bölücülere açık açık ilâhi hükümleri tebliğ ettim. Kitaplar yazdım, bütün dünyaya duyurmaya çalıştım.
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar.
Bu nur ışığı altında müslümanları Allah ve Resul'de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din kuranları ve bunlara uyanları da İslâm'a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul'de birleşmekle olur. Ahmet'te Mehmet'te değil.
Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesidir. Başka hiçbir gayemiz yok. Ben kendimi Hazret-i Allah'a boyun bükenlerin hiçmetçisi olarak ilân etmişimdir. Hiç kimseden bir şey beklemiyorum.
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, bu berzahlara dikkat edin. İmanla küfrü, müminle kâfiri, hakikat ile dalâleti ayırıyorum. İslâm lâf işi değildir. Ben sizin dininize tâbi değilim. Bunları sırf bir kişi için yazıyorum. "Acaba kurtulur mu?" diye!
Zira bu kadar bölücüye karşı durmam için Allah-u Teâlâ bu ilmi bahşetti.
Ölünceye kadar bu bölücülerle mücadele etmeye azimliyim.
Allah-u Teâlâ'dan şöyle bir niyazım var:
"Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir."
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim." (A'râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
"Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar." (A'râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
"Doğru yolu görseler onu yol edinmezler." (A'râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk'a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
"Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler." (A'raf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
"Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'raf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk'a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde eski İsrâiloğulları'na halef olan bir takım kimselerin, Tevrat'ın hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vererek onları kıyamete kadar gelecek insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
"Arkalarından onların yerine Kitab'a vâris olan bir takım kimseler geldiler." (A'râf: 169)
"Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar." (A'râf: 169)
"Ve: 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız.' diyorlardı." (A'râf: 169)
"Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler." (A'râf: 169)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime'den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur'an'ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: 'Allah bizi bağışlar.' derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar."
Kur'an-ı kerim'in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı?" (A'râf: 169)
"Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı." (A'râf: 169)
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
•
Âlimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi, insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir.
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izinden çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir. Dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek istemezler. Sünnet-i seniye'ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları için emr-i ilâhîye mugayir söz ve davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin'i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar. müslüman gibi göründükleri için bunların tahribatı dış düşmandan daha büyüktür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid'at ve küfrü yaymaktır.
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere: "Allah böyle emrediyor." diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, iğrenç ve acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nispette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Allah-u Teâlâ'nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah'a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ'nın kahrına müstehak olmuşlardır. Madde ve makam için dinine de, icabederse vatanına da ihanet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Onların kalpleri iman etmedi." buyuruluyor. (Mâide: 41)
Hidayeti dalâlete değiştiren, sapıklığı satın alan bu zâlimler, her zâlimden daha zâlimdirler. Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Âlim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar Hazret-i Allah'ın yanında en düşük kimselerdir.
•
İşte iç yüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız kötü âlimlerin durumu budur. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de Din-i mübin'i kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar. Zamanın değişmesiyle ahkamın da değişebileceğini, günün şartlarına göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rıza göstermek de küfürdür. Zira bir tek Âyet-i kerime'yi inkâr etmek küfre mucip olduğu gibi, bir küfrü hoş gören de aynı küfre ortakdır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm'ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm'ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm'a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor.
"Rabb'inin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık." (En'âm: 126)
Buna göre hareket edenler ebedî saâdete kavuşurlar.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere "Münafık" denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
•
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hal üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Size geldikleri zaman: 'İnandık!' derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir." (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"'İtaat ettik!' derler. Fakat senin yanıdan ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!" (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır:
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar." (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar ne de kâfirlere.
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler." (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde gazab-ı ilâhiye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: 'Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün." (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın bu Din-i mübin'in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine bir inkılâp oluverip otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
"İman edenler: 'Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?' derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır." (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle haber verilmektedir:
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?" (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücâdele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
"Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücâdele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücâdele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular." (Mücâdele: 16)
"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 16)
Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
•
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur'an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.
Kalpler hakikati aramak Hakk'ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
"Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür." (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm'dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
"İşte böyle. Zira onlar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: 'Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.' dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir." (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalplerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Veya Allah'ın ve Resul'ünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Nur: 50)
Onlar hak yoldan ayrılmış, küfre ve nifaka düşmüş, kendi nefislerine zulmetmiş kişilerdir.
Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Huzeyfe -radiyallahu anh-: "Bugün münafıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha kötüdür." dediğinde: "Nasıl olur?" diye sordular. Bunun üzerine: "O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise âşikâr yapıyorlar." cevabını verdi.
"Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir." (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
•
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
"Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!" (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ'nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
Onlar ahirette kitaplarını arkadan alacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Amel defteri kendisine arkadan verilen kimse: 'Mahvoldum!' diye bağırır." (İnşikâk: 10-11)
Kitaplarını arkadan alacak olanlar münafıklardır. Saptırıcı imamlar ve türemeleridir.
•
Yaptıklarından dolayı insanların hesaba çekileceği o Büyük gün'ün ve o gündeki korkuların büyüklüğünü ve dehşetini tasavvur etmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin: 4-5)
"O gün insanlar âlemlerin Rabb'inin huzurunda divan dururlar." (Mutaffifin: 6)
"Gerçek şu ki, kötülük yapanların yazısı Siccîn'dedir.
Siccin'in ne olduğunu bilir misin?
O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır." (Mütaffifin: 7-8-9)
"O gün (hakikati) yalanlayanların vay haline!" (Mutaffifin: 10)
Onlar ne korkunç azaplara maruz kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime'lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücâdele: 14)
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar." (Nisâ: 143)
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler." (Tevbe: 56)
"Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah'ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." (Haşr: 13)
"Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır." (Haşr: 14)
"Kendilerine: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
"Onlara 'Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!' denilince de 'Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?' derler." (Bakara: 13)
"Müminlerle karşılaştıkları zaman 'İnandık!' derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise 'Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz.' derler." (Bakara: 14)
"Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler." (Münâfikûn: 4)
"Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar." (Münâfikûn: 4)
"Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!" (Münâfikûn: 4)
"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)
"Onlar 'Allah'ın Peygamber'inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!' diyenlerdir.
Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar." (Münâfikûn: 7)
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
"İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır." (Bakara: 204)
"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir." (Nisâ: 142)
"Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar." (Nisâ: 142)
"İnsanlara gösteriş yaparlar." (Nisâ: 142)
"Allah'ı pek az zikrederler." (Nisâ: 142)
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar." (Bakara: 9)
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
"Onlar korkak bir topluluktur." (Tevbe: 56)
"Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın." (Muhammed: 30)
"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!" (Nisâ: 138)
•
Ayrıca;
Bakara sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın onlara mühlet verdiği, bu yüzden bir müddet başıboş dolaşacakları,
16. Âyet-i kerime'sinde; hidayet karşısında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu da bulamadıkları,
Tevbe sûre-i şerif'inin 127. Âyet-i kerime'sinde onların gerçeği anlamayan kimseler oldukları,
54. Âyet-i kerime'sinde; sadakaları istemeyerek verdikleri,
67. Âyet-i kerime'sinde; kötülüğü teşvik edip iyilikten alıkoydukları, cimri olup ellerini sıkı tuttukları,
68. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın onları lânetlediği,
69. Âyet-i kerime'sinde; amellerinin dünyada da, âhirette de boşa gittiği, çok büyük ziyana uğradıkları,
84. Âyet-i kerime'sinde; münafıkların cenaze namazının kılınmayacağı,
Haşr sûre-i şerif'inin 16. Âyet-i kerime'sinde durumlarının şeytanın durumu gibi olduğu,
Münafikûn sûre-i şerif'inin 1. Âyet-i kerime'sinde; yalancı oldukları,
2. Âyet-i kerime'sinde; yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıkları, yaptıklarının çok kötü olduğu,
3. Âyet-i kerime'sinde; önce iman edip sonra inkâr ettikleri, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiği,
5. Âyet-i kerime'sinde; büyüklük tasladıkları,
6. Âyet-i kerime'sinde; yoldan çıktıkları, Allah-u Teâlâ'nın onları kesinlikle bağışlamayacağı,
Nisâ sûre-i şerif'inin 60 ve 61. Âyet-i kerime'si ile, Nûr sûre-i şerif'inin 48. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün hükmüne râzı olmadıkları,
139. Âyet-i kerime'sinde; müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri,
Mücadele sûre-i şerif'inin 14. Âyet-i kerime'si ile Mâide sûre-i şerif'inin 52. Âyet-i kerime'sinde; "Başımıza bir felâket gelmesinden korkarız." diyerek yahudilere ve hıristiyanlara yandaşlık ettikleri,
Mücadele sûre-i şerif'inin 19. Âyet-i kerime'sinde şeytanın adamları oldukları,
Muhammed sûre-i şerif'inin 16. Âyet-i kerime'sinde peygamberlerle alay ettikleri, kalplerinin mühürlü olduğu,
28. Âyet-i kerime'sinde; yaptıkları iyiliklerin boşa gideceği,
Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 161. Âyet-i kerime'sinde; peygamberlere iftira ettikleri,
Ahzâb sûre-i şerif'inin 1. ve 48. Âyet-i kerime'lerinde; kâfirlere ve münafıklara uymamanın gerektiği,
Yine Nisâ sûre-i şerif'inin 140. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın kâfirleri ve münafıkları cehennemde bir araya getireceği,
145. Âyet-i kerime'sinde; cehennemin en alt tabakasında olacakları,
Tevbe sûre-i şerif'inin 68. Âyet-i kerime'sinde "cehennemde ebedî kalacakları" beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, O'nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimseye "Kâfir" denir. Aynı mânâda "Münkir" kelimesi de kullanılır.
Küfür, "Örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" sûre-i celîle'si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!", "Ey İslâm'a muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime'nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. "Ey müminler!" hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir." (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra İslâm'ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak: "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedi olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlardan korunmuştur.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
"Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim: 29)
•
Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı onlar aldattı." (A'râf: 51)
Kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları;
"İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır." Âyet-i kerime'si ile sâbittir. (Âl-i imrân: 116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (A'râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler." (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları içindir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
Bu ilâhî beyanda "Sizin için birdir" denildiği halde, bundan önce geçen Âyet-i kerime'de "Senin için birdir" buyurulmuştur. Çünkü senin onları uyarman ve uyarıyı terketmen, senin hakkında aynı mânâda değildir. Onlar inanmasalar da, uyardığın için sen bundan dolayı ecrini alırsın. Fakat onlar için böyle bir durum yoktur. Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.
•
Allah-u Teâlâ kâfirlerin ölü gibi olduğunu, öğüt ve nasihatın kendilerine fayda vermeyeceğini beyan ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Tabiîdir ki sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da dâvetini duyuramazsın." (Rûm: 52)
Allah-u Teâlâ onları ölülere, sağırlara ve körlere benzetmiştir.
İsyana dalmak kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür. İnkâr yüzünden kalbi ölen kişinin kulakları tamamıyle sağır olmuş demektir. Bu yüzden öğüt ona aslâ fayda vermez.
•
Kur'an-ı kerim'i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiç bir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bilmeyen (câhil müşrik)ler: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' dediler. Kendilerinden öncekiler de aynı şeyi söylediler." (Bakara: 118)
Bunların istekleri doğru yolu bulmak için değil, inatlarında diretmek içindi. Bunların hepsinin aklî yapıları birdir, her asırdaki ve taraflardaki kâfirler hep aynı iddiâlarda bulunurlar.
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
O bakımdan onlar aynı sözlerle konuşur olmuşlardır.
"Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri iyice açıkladık." (Bakara: 118)
Kalbinde imanın huzur ve sükununu bulan kimse, gerçeği bu Âyet-i kerime'lerde açıkça görür. İnanmaya meyilli olmayanlar bunları göremezler. Onlar kalpleri mühürlü olan inatçılardır.
•
Allah-u Teâlâ kullarını inkâr sapıklığına düşmekten sakındırarak Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer kâfir olursanız, bilin ki Allah size muhtaç değildir." (Zümer: 7)
Sizin inkâr etmeniz O'nun hükümranlığına bir halel getirmez. Siz O'na muhtaçsınız. Çünkü küfürden zarar görüp imandan fayda görecek olanlar sizlersiniz.
"O, kullarının küfrüne râzı olmaz." (Zümer: 7)
Kullarının kâfir oluşuna râzı olmayışı sizin menfaatiniz ve size rahmet olarak zararınızı savmak içindir. Yoksa kendisi bundan zarar gördüğü için değildir.
Küfür O'nun iradesi ile meydana çıkmasına rağmen onu emretmez. O'nun dilemesi ayrı, rızâsı ayrıdır. Allah-u Teâlâ sâlih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük yapmaları için fırsat tanımaktadır. Bu ise, kötülüklerden râzı olduğu mânâsına gelmez. Çünkü kâfire gazap ettiği için ona cehennemi hazırlamıştır.
"Eğer şükrederseniz, sizin için ona râzı olur." (Zümer: 7)
Şükür ile iman birbirine bağlıdır. Şükreden kimse iman eder. Küfür varken şükür olmaz.
"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını yüklenmez." (Zümer: 7)
Herkes kendi yaptığından mesuldür. Suçunun cezasını kendisi çekecektir.
"Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. Yaptıklarınızı O size haber verir." (Zümer: 7)
O sizi hesaba çeker, iyileri mükâfatlandırır, kötüleri lâyık oldukları cezalara kavuşturur.
"Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir." (Zümer: 7)
Göğüslerin derinliklerinde olan şeyleri çok iyi bildiğine göre, dışa vurduğunuz amellerinizi nasıl bilmez?
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet okuma zikredilerek Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!" (Bakara: 161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de yarın ahirette birbirlerine lânette bulunacaklardır.
"Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez." (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme imkan ve fırsatı verilmez. Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
"Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!" (İbrahim: 2)
Artık onlar lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
"İşte kâfirler, fâcirler bunlardır." (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır.
İman ile küfrün, mümin ile kâfirin ayrılması ve bilinmesi lâzımdır. Bu ise ancak Allah-u Teâlâ'nın emri ile ayrılır ve bilinir. Temiz ile pisin ayrıldığı gibi.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"(Mümin ve kâfir) iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir.
Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (Hûd: 24)
Hakikati gören ve hidayet nûrları ile nûrlanan kimsenin durumu, dalâlet karanlıklarında bocalayan ve yolunu bulamayan kimsenin durumuna elbette benzemez.
"De ki: Hiç körle gören (kâfirle mümin) bir olur mu? Hiç tefekkür etmiyor musunuz?" (En'âm: 50)
Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini görüp kabul edenler ile inkâr edenler elbette beraber olamazlar.
O'nun yüce peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniye'sine ittiba edenlerle etmeyenler şüphe yok ki aslâ bir seviyede bulunamazlar.
"Rabb'inden sana indirilenin hak olduğunu bilen (mümin) bir kimse, kör gibi olur mu?" (Ra'd: 19)
Buradaki körlükten maksat kalp gözü körlüğüdür. Bu dünyadaki durumları birbirinden farklı olduğu gibi, ahiretteki âkıbetleri de aynı şekilde farklı olacaktır.
"Allah'ın hoşnutluğunu gözeten kimse, Allah'ın gadabına uğrayan kimse gibi olur mu? Berikinin yeri cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" (Âl-i imrân: 162)
Allah-u Teâlâ'ya itaat edip rızasını arayan ile, O'na isyan edip gadabına müstehak olan ve hüsranla dönen kimse eşit değildir.
"Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını görmektedir." (Âl-i imrân: 163)
Allah-u Teâlâ'nın ne dünyada ne de âhirette müminlerle kâfirleri eşit tutması mümkün değildir. Çünkü müminler takvâ ve itaat üzere yaşarlar, kâfirler ise inkâr ve isyan üzere yaşarlar.
"Hiç mümin olan kimse, fâsık olan kimse gibi midir? Elbette bunlar eşit olamazlar." (Secde: 18)
Mümin; mümin olarak yaşar, mümin olarak ölür, mümin olarak diriltilir. Kâfir ise; küfür içinde yaşar, kâfir olarak ölür, kâfir olarak diriltilir.
"Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar.
O halde ateşin içine atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır?
Dilediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı görmektedir." (Fussilet: 40)
Âyet-i kerime'de geçen "İlhad"; doğruluktan eğrilmek, istikametten ayrılmak. Hakk'tan bâtıla sapmak, bâtıl tevillerde bulunmak mânâlarına gelir.
•
Müminlerle kâfirler, takvâ sahipleri ile fâcirler aslâ bir tutulmayacaklar; müminler nimetlere kavuşacaklar, münkirler ise lâyık oldukları cezalara çarptırılacaklardır.
"Rabb'inden apaçık bir delil üzerinde bulunan (mümin) kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen ve heveslerine uyan (kâfir) kimse gibi olur mu?"(Muhammed: 14)
Delil üzerinde olan ve o delil ile Allah yolunda yürüyenler müminlerdir, hevâ ve heveslerine uyanlar da onlara muhalefet ederek giden kâfirlerdir.
"Körle gören, iman edip de iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz.
Ne de az düşünüyorsunuz!" (Mümin: 58)
İnsanların pek çoğu çok az düşünüp, çok az öğüt ve ibret almaktadırlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmuştur.
"Kötülükleri kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?" (Fâtır: 8)
Onlar kötü işler yaparlar, bununla beraber güzel iş yaptıklarına inanır ve öyle zannederler.
İlmi olup da gereğiyle amel etmeyenler, görüp de görmemezlikten gelenler de kör hükmündedir.
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir değildir. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fâtır: 19-20-21-22)
Kabirde olanlardan murat ruhu ölmüş olanlardır. Onlar hiçbir hakikati duymazlar.
Mümin imanı sayesinde gölge ve rahat içindedir. Kâfir de inkârından dolayı yakıcı sıcak içinde ve sıkıntıdadır.
Kalpleri iman ile mârifetullah ile diri olan müminlerle, içleri küfür ve isyan zulmetleri içinde kalmış, mânen ölmüş kâfirler müsavi olamazlar.
"Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir.
Kalpleri Allah'ı zikretmeye kaskatı olan kimselere ise yazıklar olsun! Onlar apaçık dalâlet içindedirler." (Zümer: 22)
Onlar hidayet yolunu takip edemezler, dünya saâdetine, ahiret selâmetine eremezler, hak ve hakikatten daima uzak bulunurlar.
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?
İşte böyle; kâfirlere yaptıkları şeyler süslü gösterildi." (En'âm: 122)
Bu cazibe sebebiyledir ki, kâfirler yaptıklarını beğenirler ve karanlıklardan hiçbir zaman çıkamazlar. Bunun neticesi olarak da ahirette cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene (Kur'an'a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır." (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime'ler İslâm'a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)
Onlar küfür ve sapıklık hususunda bir tek millettir.
Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki düşman münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî düşmanıdırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 104)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müsülanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu ilâhi buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
•
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb'iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler." (Âl-i imrân: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imrân: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır. Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ'ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
"Sen kendileriyle antlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
Bu onların tıynetlerinde vardır. İşlerine gelince anlaşmaya sadık kalırlar, işlerine gelmediği zaman kitabına uydurup kaldırırlar, işlerine geldiği şekilde kendi menfaatlerine uygun olanı yürürlüğe koyarlar.
"Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır." (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilâf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
Onların bu vasıfları tarih boyunca devamlı olarak sergilenmiş, bir ibret numunesi olarak kalmıştır. Her devirde her mekânda onlar kargaşalık çıkarmışlardır.
"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler." (Bakara: 11)
Yeryüzünde fesat çıkarmak küfürdür. Kim Allah'a isyan ederse yeryüzünde fesat çıkarmış olur.
Kendilerinin ıslah edici kimseler olduklarını iddia ederlerken, yaptıkları anarşiyi örtmek isterler.
Çünkü onlar doğruyu ve gerçeği seçemedikleri için, bozmayı düzeltmek sanırlar. Kalplerindeki hastalık sebebiyle fesadı ıslah şeklinde tasavvur ederler ve gizli gizli hâinlik yaparlar.
"Allah fesadı sevmez." (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 12)
Ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler.
"Onlardan birçoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün!" (Mâide: 80)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımamız için yeterlidir.
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler." (Tevbe: 32)
İçlerini ve dışlarını saran küfür, onlara bu cehaleti yaptırmaktadır.
"Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar." (Âl-i imrân: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime'nin kapsamına girmektedirler.
"Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar." (Âl-i imrân: 118)
Bu gibi kimseler İslâm'a daima karşıdırlar ve müsülanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
"Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür." (Âl-i imrân: 118)
Sinelerinde gizledikleri açıkladıklarından çok daha fazladır.
Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm'a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
"Allah onlara lânet etmiştir." (Nisâ: 46)
Bu lânet onlar için dünyada da ahirette de geçerlidir.
"Allah onlara gazap etmiştir." (Mâide: 80)
Lânet üstüne lânete, gazap üstüne gazaba uğramışlardır.
"Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
"O halde sakın kâfirlere arka çıkma!" (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)