Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi Âyet-i kerime, seksen iki kelime ve üç yüz yirmi bir harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de "Emin Belde" olan "Mekke-i Mükerreme"ye yemin edildiğinden, bu mânâya delâlet eden "Beled" adını almıştır. Diğer bir adı da "Lâ Uksimu"dur.
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; yine bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde olduğu gibi, gönülden inanan müminlerin mutlu sonlarını, azgınların ise kötü âkıbetlerini beyan etmektedir.
İlk iki Âyet-i kerime; Resulullah Aleyhisselâm orada bulunduğu için, mekânların en şereflisi olan Mekke-i mükerreme şehrine yemin edilerek başlamaktadır.
Sonraki iki Âyet-i kerime'de babaya ve çocuğuna yemin edilerek, insanın doğumundan ölümüne kadar zorluk içinde bir ömür süreceği belirtilmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ insana maddî ve mânevî birtakım nimetler verdiği, iyilik ve kötülük yollarını gösterdiği halde, güç ve servetlerine aldananların O'na karşı isyan ettikleri anlatılmaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar sarp geçite benzeyen iyilik yolunu geçebilmek için yapılması gereken tavsiyeler açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerin, defterleri sağlarından verilenler olduğu; Âyet'lerini tanımayanların ise defterleri sollarından verilenler olduğu ve cehennemin üzerlerine sımsıkı kapatılacağı, müminle kâfirin birbirinden ayrılacağı haber verilmektedir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde olan Mekke-i mükerreme şehrinin yüceliğini ve faziletini göstermek için üzerine yemin etmiştir:
"Bu beldeye yemin ederim ki!" (Beled: 1)
Mekke-i mükerreme Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberidir. Allah-u Teâlâ emin bir sığınak olmak üzere Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu. Orayı güvenli haram bölge ve müslümanların kıblesi kıldı.
"Sen bu beldede oturmaktasın." (Beled: 2)
Allah-u Teâlâ bu beldenin şan ve şerefini, orada oturan âlî Peygamber'in şan ve şerefiyle ilgili olduğunu bildirmektedir. Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Oranın tâzimini artırdı, şerefine şeref kattı. Kur'an-ı Azîmüşân orada indirilmeye başlandı. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Ne garip tecellîdir ki, müşrikler bu şehrin azametini ve hürmetini artıran zâtı oradan çıkarmak istiyorlardı.
Allah-u Teâlâ babaya ve çocuğunun üzerine yemin ederek, insanın doğumundan ölümüne kadar yorgunluk, meşakkat ve zorluklar içinde bir ömür sürdüğünü beyan etmektedir:
"Babaya ve (ondan meydana gelen) çocuğa yemin ederim ki!" (Beled: 3)
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. O'nun kulları üzerindeki hakkı büyük olduğu gibi, babanın da evlâdı üzerindeki hakkı büyüktür.
"Biz insanı zorluklar içinde yarattık." (Beled: 4)
İnsan bu dünyaya eğlence ve dinlenme için gelmemiştir. Dünya mihnet, meşakkat sıkıntı ve dert yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler. Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün ağlar. Doğar, büyür, ihtiyarlık çağına girer, sonunda da ölür. Ruhunun bedenine girmesi ile çıkması arasında rahat bir zaman geçirdiği az olur.
İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Malını nereden kazandığının nereye harcadığının sorulmayacağını sanır.
Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder, haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.
Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir. Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf ettiği mal ile kibirlenir durur.
Bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"O, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?" (Beled: 5)
Bu kadar yorgunluk ve meşakkat içinde olmasına rağmen hiçbir ahiret hazırlığı yapmıyor. Dünyada her istediğini yapacağını, kendisine hesap soracak bir mercinin, herhangi bir kimsenin olacağını hiç hesaba katmıyor. Her yaptığının yanına kâr kalacağını zannediyor.
"'Yığın yığın mal sarfedip tükettim!' diyor." (Beled: 6)
Gösteriş yapmak ve övünmek için harcamış olduğu çok malı olduğunu anlatmak istiyor.
Câhiliye devri insanları servetlerini gösteriş için, meşhur olmak için sarfederler, bunu bir cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayarak övünürlerdi.
"O, hiç kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?" (Beled: 7)
İş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Allah-u Teâlâ ondan haberdardır, onun kazandığı malı hangi yolla kazandığını, hangi maksatla sarfettiğini, sarfedip sarfetmediğini bilmektedir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezâsını verecektir. Çünkü dünya bir imtihan sahnesidir, insana verilen servet denemek için verilmiştir.
Allah-u Teâlâ öğüt ve ibret alması, şükretmesi için verdiği nimetleri ona hatırlattı:
"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)
Görülmesi gereken gerçeği görsün diye. Gözünü açıp bakmış olsa hakikati görecek, sapıklığı farkedecek ve vakit kaybetmeden bir an önce Hakk yoluna koyulacak.
"Bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled: 9)
Hayırlı ve güzel söz söylesin, içindeki düşüncelerini ifade etsin, helâl yiyip içsin diye. İnsanoğlu sadece bunu düşünse ve şükrünü yapmış olsa, yola gelmiş ve hakikati görmüş olur.
"Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled: 10)
Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve hakikate yönelsin.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)
O ise, kendisine gösterilen hidayet yoluna giremedi. Allah-u Teâlâ'nın peygamberler göndererek, kitaplar indirerek açıklayıp tanıttığı nurlu yolu takip edemedi.
"Fakat o, sarp gecidi geçmeye katlanamadı." (Beled: 11)
Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına ulaştıracak sebepleri araştırmadı.