Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruyor. (Tevbe: 119)
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ'nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.
Birincisi, dünyaya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.
İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk'a ulaşır.
Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buharî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hadis-i kudsî'de geçen:
"Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir." beyanını bu üç Hadis-i şerif'le izah etmiş olduk.
Bu Hadis-i şerif'ler şu hakikati bildiriyor ki; hakiki kıldığı âlimleri, Allah-u Teâlâ bizzat kendisi destekliyor.
Bir Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ'nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.
İşte fazilet buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu kudsî ruhla destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhâri)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...
Bir de ikinci noktayı arzedelim:
Rahman'ın idare ettiği bunlar olup, bunlara yapışan kimselerin Hakk'a yapışmış olduğu gibi; Hakk'ın öne sürmediklerini de şeytan idare eder ve onlara yapışan şeytana yapışmış olur.
Hülâsa-i kelâm:
Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.
Nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur.
Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kat'iyetle bunun böyle olduğunu bilin.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir.
Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm fendilerimiz'e verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor.
Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
İnsana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriya'dır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
"Hâbîr"; işin inceliklerini, gizliliklerini çok iyi bilen demektir. Bu incelikleri, gizlilikleri bildirme ve haber verme olmadan başkasının bilmesi mümkün değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O Lâtif'tir, Hâbîr'dir." (Mülk: 14)
Allah-u Teâlâ "Peygamber"e vahiy vasıtasıyla, "Veli"ye ise ilham vasıtasıyla bildirir. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Kudsî bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.
Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu hususu daha güzel kavrayabilmeniz için üç Hadis-i şerif arzedeceğiz ve bir noktada birleştireceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buharî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hadis-i kudsî'de geçen:
"Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir." beyanını bu üç Hadis-i şerif'le izah etmiş olduk.
Bu Hadis-i şerif'ler şu hakikati bildiriyor ki; hakiki kıldığı âlimleri, Allah-u Teâlâ bizzat kendisi destekliyor.
Ben size perdenin içinden bahsediyorum.
Allah-u Teâlâ peygamberlere verdiğini hiç kimseye vermemiştir. Bir kimse her ne kadar peygamber durumuna gelemese de, bu noktanın iç mânâsı; "Enbiyâya verdim, onlara da verdim." demektir. Onlara duyurduğunu bunlara da duyurmuştur, onlara öğrettiğini bunlara da öğretmiştir. Niçin? Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetinin âlimleri olduğu için.
•
Şu kadar var ki bu âlimler onun bizzat vekili olan âlimlerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ onlara onun nurunu takmış ve Kudsî ruh'la da desteklemiştir. Yoksa zâhirde kalmış bir ilim sahibinin hiçbir zaman bu tabakaya çıkması mümkün değildir.
Burada görülüyor ki bâtınî ilim nokta-i nazarında Allah-u Teâlâ onları birleştirmektedir.
Bu gibi hususi kullar Allah-u Teâlâ'nın desteklemesiyle bu duruma geldiği için onları da o seviyeye getirmiştir.
Vâris-i enbiyâ kimdir?
1. Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse,
2. Kimi kendisine çekmişse,
3. Emanetini kime vermişse,
4. Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrunu kime takmışsa,
5. Kimi Kudsî ruh ile desteklemişse, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Onların alâmeti budur ve muallimleri bizzat Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)
Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?
Hiç kimseden hiçbir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz." (Nahl: 43)
Onların bu bilgisi Allah-u Teâlâ'nın tâliminden ileri geliyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"İnsana bilmediklerini O talim eyledi." (Alâk: 5)
Hiç kimseden çekinmeden hakikati söyler. Niçin? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği kadar bütün hakikatleri bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikati söylerler.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitâp ederek, şöyle buyurmaktadır:
"Ey Resul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et." (Mâide: 67)
Hiç kimseden çekinme, kimseden sana herhangi bir kötülük gelmesinden korkma.
"Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Mâide: 67)
O'nun vârisi de aynı vazife ile vazifelidir. Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hükümlerini duyurmak mecburiyetindedir. Bu vazifesini yaparken de hiç kimseden çekinmez. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine sorduğunu ona da soracağını katiyetle bildiği için Allah'tan korkar, halktan korkmaz.
Bizim bütün gayemiz hakikati tebliğ etmek, hem de mesuliyetten kurtulmaktır.
Bütün bu hakikatleri önünüze seriyorum, Allah-u Teâlâ dilediğine hidayet eder.
Nitekim Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'e düşen sadece apaçık bir tebliğdir." (Nûr: 54)
"Resul'üm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğine hidayet eder. Ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir." (Kasas: 56)
Allah-u Teâlâ onlara öğüt ve nasihatta bulunmasını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine emir buyurdu:
"Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin." (Ğâşiye: 21)
Senin vazifen ancak bir tebliğdir. Sen hakikatleri onlara duyurmaya ve hatırlatmaya memursun.
"Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (Ğâşiye: 22)
Sen tebliğ ettiğin şeyleri onlara zorla kabul ettirmekle yükümlü değilsin. Tebliğ ve ikaz vazifeni hakkıyla yerine getirdikten sonra artık müsterih ol, onların kabul etmemelerinden dolayı üzülme. Vazifene sabırla ve azimle devam et.
"Ancak kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azap ile cezalandırır." (Ğâşiye: 23-24)
Ki en büyük azap cehennem azabıdır. Çünkü küfrün cezası bütün cezaların üstündedir. Bununla beraber böyle bir kâfir, daha dünyada iken de nice azaplara maruz kalabilir. O ise âhiret azabına nispetle küçük kalır.
"Doğrusu onların dönüşü bizedir. Sonra onların hesabını görmek de bize âittir." (Ğâşiye: 25-26)
Onların, hükmünü her şeye geçiren ve intikam almaya gücü yeten Allah'tan başka dönecekleri kimse yoktur. Ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya çalışsalar, sonunda ilâhî huzura varacaklardır. Dolayısıyla o en büyük azaptan kurtulmalarına imkân ve ihtimal yoktur.
Bu korkutmadan sonra diğer bir Âyet-i kerime'de muhalefet edenlerin omuzlarına yüklenen mesuliyete işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir. Allah neyi açıklayıp neyi gizlediğinizi bilir." (Mâide: 99)
Hiçbir kimsenin hiçbir hâli O'na gizli değildir. Tasdik edeni de, tekzib edeni de, münafık olanı da, muvâfık olanı da en iyi şekilde bilir.
Fenâfillah'a ermiş bir mürşid-i kâmil'in vasıfları:
Onlar kalplerinde Allah'tan başkasına hiçbir yer vermezler.
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardırlar.
Sırrı Allah ile, ruhu insanlarladır. Yani bâtında Hakk ile, zâhirde halk iledirler.
Onlar kendilerinin bir resimden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.
Bir paçavradan ibaret olduğunu hem görür hem bilir.
Nasıl görür?
Hakk'ı gördüğü için görür. Hüküm yalnız ve yalnız Allah-u Zülcelâl vel-kemal Hazretleri'ne mahsustur, mahlûkun hiçbir hükmü yoktur.
Gerçek mürşid-i kâmil kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu bilir.
Bunun izahı şimdiye kadar yapılmamıştı.
Meselâ sen bir maske taksan, taktığın şeyin maske olduğunu bilirsin. Amma Allah-u Teâlâ'ya karşı kendinin bir maske olduğunu bilemezsin.
Bunu ancak Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen ve gören, O'nu gördüğü için, kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu hem bilir hem görür. Ondan başka hiç kimsenin bunu bilmesi ve görmesi mümkün değildir.
Gerçek mürşid-i kâmil ise kendisinin bir paçavradan ibaret olduğunu bilir.
Şu kadar var ki o Hakk'ın paçavrasıdır, Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman o paçavrayı kullanır, dilediklerinin gönüllerini o paçavra ile siler ve temizler. Daha doğrusu Cenâb-ı Hakk temizler, kişi temizlemez, paçavra paçavradır.
İşte gerçek mürşid-i kâmiller bunlardır. Onlar kendilerinin değersiz ve hükümsüz olduğunu bilirler. Onlara değer veren O'dur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbain. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Binaenaleyh bu hakikati görmeyen tahkir eder. Halbuki onları tahkir eden Hazret-i Allah'ı ve Resul'ünü tahkir ettiğini bilmez, kendisinin de ne kadar zelil bir duruma düştüğünü de bilmez ve görmez.
Bunun içindir ki Hakk'a vâsıl olmak için Fenâfillah'a ermiş bir mürşid-i kâmil'i bulmak lâzımdır ki, tahsiline fenâdan başlasın.
Bir Allah-u Teâlâ'nın halkettiği robotlar vardır. Onlar kendisi için sevdiği, seçtiği has kullardır. Onlar Fenâfillah'a ermiş, insân-ı kâmil olanlardır. Allah-u Teâlâ onların iradelerini ellerinden almıştır, kendisi idare eder. Hıfz-u himaye'sinde ve tasarruf-u ilâhi'sindedirler.
Mahlûkun yaptığı robot ayrıdır.
•
Bu noktada size mühim bir sır açacağız:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri İhlâs sûre-i şerif'inde buyurur ki:
"De ki: O Allah bir tektir." (İhlâs: 1)
O'nun tek oluşu, ulûhiyeti, azameti Zât-ı akdes'ine mahsustur ve bu ayrıdır.
"Allah Samed'dir, (Herşey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir)." buyuruyor. (İhlâs: 2)
Bu da ayrıdır. O yaratıcıdır, yarattıkları O'na muhtaçtır. Bu iki noktayı çok iyi ayırmak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ'nın Fenâfillah'a erdirdiği kimseler tıpkı robota benzer. Bir Hakk'ın yaptığı robot vardır, bir de halkın yaptığı robot vardır. Hakk'ın yaptığı robotu O kendisi çalıştırır. O robot da kendisinin bir robottan ibaret olduğunu bilir."Allahüs-samed" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhar olanlar robot olduğunu bilir. Allah-u Teâlâ'ya o nispette muhtaç olduğunu ve O'nun lütfu ile idare edildiğini yalnız onlar bilir, başka kimse bilmez. Çünkü bu Âyet-i kerime'nin sırrına mazhar değil. Bu bilgi yalnız onlara mahsustur.
Halkın yaptığı robot çalıştırıldığı zaman çalışır, durdurulduğu zaman durur. Allah-u Teâlâ'nın robotu da böyledir. Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman onu çalıştırır, durdurduğu zaman durur. Onun kendisi ile ilgisi yok o zaman. Eğer hareketi varsa nefsanîdir.
Bu noktada birçok incelikler vardır. Abdulkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Köşkünü buraya kuran." buyuruyor. (5. Meclis)
Bunun mânâsı, Allah-u Teâlâ'nın ileriye sürdüğü kimse robot olduğunu bilir, dolayısıyla O'na muhtaç olduğunu da bilir. Fakat O onu ileriye sürdüğü için ona tutunan Allah-u Teâlâ'ya tutunmuş olmaktadır. Çünkü o robot hükümsüzdür. Herhangi bir hayrı kendisine bile çekmeye kâdir değildir ki, başkasına hayrı olsun.
Bunun böyle olduğuna delil;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de buyurur ki:
"O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?" (Bakara: 255)
Şu hususu çok iyi bilin ki, Allah-u Teâlâ'nın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez, hidayet de veremez.
Nasibi olan Hakk'a yapışır, nasibi olmayan şeytana yapışır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ben ancak Rabb'ime duâ ederim ve O'na hiçbirini ortak koşmam." (Cin: 20)
Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.
"De ki: Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir değilim." (Cin: 21)
Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam. Onu ancak Rabb'im yapar. Bu benim elimde değil, Allah'ın elinde. Ben sizi ancak irşada çalışıyorum.
"De ki: "Doğrusu hiç kimse beni Allah'tan kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınak da bulamam." (Cin: 22)
Ben böyle olduğum gibi siz de böylesiniz.
"Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir." (Cin: 23)
Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş olurum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb'i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb'ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah'a isyan etmek demek olduğunu açıkça anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin: 23)
Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.
•
Bu noktada şu hususu belirtmek istiyoruz ki, bilici ve bildirici yalnız Allah-u Teâlâ'dır. Gaflet perdelerini aralayıp O'nu meydana çıkarmaya çalışıyoruz.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın öne sürdüğü ve idare ettiği robota yapışan, Allah-u Teâlâ'ya yapışmış oluyor. "Köşkünü kuran" Hakk'ta kuruyor. O zât bunu görerek söylüyor. Fakat insanlar bu hakikatı bilmiyor, kişide olduğunu zannediyor. Aldanma noktası burasıdır. Zaten bilinmemesi gerekir, çünkü bilmek mümkün değildir. Bunu ancak bu erbab bilir, başka hiç kimse bilmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun dilediğinden başka, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar." (Bakara: 255)
Âyet-i kerime'de:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruluyor. (Tevbe: 119)
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ'nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.
Birincisi, dünyaya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.
İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk'a ulaşır.
Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur.
Ona kendini bildirmiş, mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu ona duyurmuştur.
Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından indirmiştir. "Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir." diye. Bunların muallimi Allah-u Teâlâ'dır. Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç kimse O'nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan gider. İşte bu hakikati öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk'ı bulamamak kadar mühim oluyor. Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.
Şeriat-ı mutahhara'nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Mürşidin bu vasıfta olması gerekir. Bu olmazsa, bir tek vasfı noksan olursa o mürşid-i kâmil değildir. İşte ölçü, işte tartı.
İnsanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ'nın yoluna irşad etmektir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk'a yöneltmek, Hakk'a ulaştırmak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O'nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarı ile bakmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever." (Bakara: 195)
Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen yardımı esirgememek onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Müminlerden sana tâbi olanlara şefkat kanadını indir." (Şuarâ: 215)
Nitekim İbrahim Hakkı Erzurumî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları gayet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.
Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.
Bunun kahrı lütfu ile, kızması hilmi ile, celâli cemâli ile karışık olduğundan; kızma halinde râzı olup, rızâ halinde kızma gösterir. Fakat her şeyi yerli yerinde yapar. Her halinde adalet üzere hareket eder." (Mârifetnâme)
Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.
Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu hususiyet, kuvve-i beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu husus intikal etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin." (C. Sağir)
Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimse Mürşid-i kâmil değildir.
Bu ölçüler kişinin elinde oldukça hayatta yolunu şaşırmaz, istikametten ayrılmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediğini gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'e iki mânâ vereceğim. Zâhirî mânâsı; evvelki gelen ümmet mi hayırlıdır, âhir zamanda gelecek olan ümmet mi hayırlıdır belli değil. Bâtınî mânâsı ise; evvelki gelen veliler mi daha hayırlıdır, sonraki gelecek veliler mi daha hayırlıdır bilinmez.
Onun için, artık o Resulullah ki "Bilinmez!" buyuruyor, burada insan şahsî fikrini yürütüp dimağını çalıştırmamalı.
İşte bu ilimden bir kısmı size açılıyor. Siz de bu ilim karşısında şaşırıyorsunuz. Ve fakat hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le arzettiğimizden kimse de itiraz edemiyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
İşte ancak Vahdet-i vücud'dan bunlar bahseder, başka kimse bilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cum'a: 4)
•
Vâris-i enbiyâ olan bir veli Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem nübüvvet hem velâyet hâline de sahiptir. Ki biz buna "Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyet" diyoruz. Çünkü üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem'ül enbiyâ'nın -sallallahu aleyhi ve sellem- bir emânetidir. Bütün fazilet o emanette.
Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu hâlin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.
Peygamber Aleyhisselâm'ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Neden anlamadığınızı şimdi size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te cevap verecek:
"Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Bir Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ'nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.
İşte fazilet buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu kudsî ruhla destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhâri)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir isterse bildirmez.
"Gözlerim uyur kalbim uyumaz." (Buhârî)
Hadis-i şerif'inden rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişir.
Bunun da delili şu Hadis-i şerif'tir:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
•
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah'tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
"Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb'leri katında Naîm cennetleri vardır." (Kalem: 34)
Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere, bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.
Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise geçim darlığı çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ'nın müslümanlara ahiret ile ilgili vaadlerini duyduklarında: "Öldükten sonra herşey biter. Eğer Muhammed'in ve beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir. Bizden üstün olmaları mümkün değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız." dediler.
Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:
"Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?" (Kalem: 35)
Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime'lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
"Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (Kalem: 36)
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?
"Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?" (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup inceliyorsunuz?
"O kitapta: 'Beğendiğiniz her şey sizindir.' diye mi yazılı?" (Kalem: 38)
"Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur." diye yalnız size âit bir delil mi var?
"Yoksa: 'Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!' diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?"(Kalem: 39)
Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.
"Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?" (Kalem: 40)
İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?
"Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!" (Kalem: 41)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ'nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de Hakk'ın karşısında kahrolmaya mahkûmdurlar.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar, anasının babasının seçtiği kimseler değil. Niçin Hazret-i Allah tayin etmediği için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Camiüs-sağîr)
Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman şöyle düşünüyorum:
"Ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabb'im ne kadar nefret eder!"
Bu varlık taslayanlar var ya, tasladıkları varlıkların çoğu şirktir, bunu yapanlar müşriktir. Çünkü var olan yalnız Hazret-i Allah'tır.
Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Bu ancak emirle olur.
Allah yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Hakk'ın tayini olmadan halkın tayini ile irşada kalkanlara gelince; bu çok büyük bir dalâlettir, çok büyük cehâlettir, büyük bir yol kesiciliktir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Bütün kâinata taksimat "Maddî Arş" tan gelir. Mânevî bütün taksimat da "Mânevî Arş" tan gelir.
Allah-u Teâlâ o Arş'a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş'tan alır ve terbiyesini görür.
Kişinin o Arş'ta nasibi varsa, bu nasip Hakk'ın mirasıdır, nasibini oradan alır. Amma halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağını da kesinlikle bilin.
Bu gibi kimseler her ne kadar Hakk yolunda bulunduklarını iddiâ ediyorlarsa da, yol kesicidirler. Hakk ehli gibi görünseler de aslâ hakikatle ilgileri olmaz. Hakk yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Binaenaleyh bu tayinler hakiki Mürşid-i kâmil'e ulaşmak isteyen birisinin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar.
Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Katiyetle bunun böyle olduğu bilinsin, kişiler de nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.
Bütün bu ikazlarımızı halkın ayılması için yapıyoruz, fakat herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminûn: 53)
Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak.
Bir de ikinci noktayı arzedelim:
Rahman'ın idare ettiği robotlar bunlar olup, bunlara yapışan kimselerin Hakk'a yapışmış olduğu gibi; Hakk'ın öne sürmediği robotları da şeytan idare eder ve onlara yapışan şeytana yapışmış olur.
Hülâsa-i kelâm:
Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.
Nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur.
Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kat'iyetle bunun böyle olduğunu bilin.
•
Mühim olan Ahkâm-ı ilâhî'dir, Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi esas tutmaktır. Hokkabazlıkla bu işler olmaz.
Allah-u Teâlâ kimi destekliyorsa hakikat ehli odur, diğerleri hareket ehlidir, bunu bilmiş olun.
Şeyhim diye geçinen nice kimseler mevcuttur. Bunların ruhları ölmüştür, yapma süs çiçeğine benzerler. Bunlar postunu, dostunu düşünürler. Allah-u Teâlâ ile hiçbir dostlukları yoktur. Zira nasipsizdirler.
Sen onun önder olduğunu zannediyorsun, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğunu görmüyorsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayandan korkarım."
-"Onlar kimlerdir?"
"Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Dünyada iken kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran liderler; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"O zaman küfür öncüleri azabı görünce kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşıp giderler ve aralarındaki bütün bağlar kopar." (Bakara: 166)
Herkes kendi derdine düşer. Hepsi de aynı girdabın içindeler. Ektiklerini biçip ettiklerini buluyorlar.
Körü körüne uydukları sapık liderler onları yüzüstü bırakır giderler. Dünyadaki gibi baş olmak iddiasında bulunamazlar. Her şeyden vazgeçerler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar. İttifak etmek üzere yaptıkları yeminleri ve anlaşmaları bozulur.
"Onlara uyup arkalarından gidenler: 'Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!' derler.
Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır." (Bakara: 167)
İslâm'mış gibi görünüp, şeyh kisvesine bürünerek din-i İslâm'a en büyük darbeyi vuranlar bunlardır. Müslüman bunların yaptığını yapar mı hiç?
Bunun içindir ki mürşid aramak çok mühimdir. Bir mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruyor. (Tevbe: 119)
Şeytanla, şeytanlaşmış şeyhlerle değil.
Âyet-i kerime'de geçen sâdıklardan murad, Fenâfillah'a ermiş mürşid-i kâmillerdir. Gerçek vâris-i enbiya onlardır.
Gerçekten de size birçok hakikatler açıklanıyor. Tabii ki bu hakikatlerin hepsini anlamanız mümkün değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Körle gören, karanlıkla aydınlık bir değildir." (Fâtır: 19-20)
Adı geçen bu kör, bakar kördür. Bakıyor, fakat hakikati göremiyor.
Birisi iman nuruyla münevver olmuş, diğeri dalâlette kalmış. Bunlar da bir değildir.
"Gölge ile hararet bir değildir." (Fâtır: 21)
Hak ile bâtıl, hakikat ile dalâlet eşit olamaz.
"Dirilerle ölüler de bir değildir." (Fâtır: 22)
Kalpleri iman ve marifetullah ile ebedî bir hayata nâil olmuş bulunan müminlerle, kalpleri küfür ve isyan zulmetleri içinde kalmış, mânen ölmüş, böyle bir hayattan mahrum kalmış kimseler eşit bulunamazlar.
"Allah dilediği kimseye işittirir." (Fâtır: 22)
O, dilediğine hidayet verir. Hidayet verdiği kimseler, o hidayet nuru sayesinde Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarını kabul eder.
"Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin." (Fâtır: 22)
Kabirde bulunanlar nasıl ki hidayet ve dalâletten faydalanamıyor iseler, ruhu ölü olan kimseler de işittiklerinden faydalanamazlar ve Hakk'ı kabul edemezler.
Cesedi var amma ruhu ölmüş, onun cesedi kabri olmuş, dünyada iken kabre girmiş, canlı cenaze.
"Resul'üm! Sen ancak bir uyarıcısın." (Fâtır: 23)
İlâhî hükümleri bildirmek için gönderildin. Senin vazifen sadece tebliğ etmek, onları gerçeklerden haberdar etmek ve uyarmaktır. Eğer uyarılan kimse, uyarıya kulak veren kimselerden olursa, bundan istifade eder. Şayet sapıklık üzerinde ısrar edenlerden olursa, bundan dolayı da kendini üzme.
"Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Fâtır: 24)
Sen müminleri cennetlere, ilâhi âtıfetlere kavuşmalarını tebşir etmeye; küfür ve isyan girdabından çıkmak isteyenleri de cehennem ile korkutmaya memur bulunmaktasın.
"Geçmiş her ümmet için mutlaka bir uyarıcı peygamber gelip geçmiştir." (Fâtır: 24)
Daha önce geçmiş ne kadar ümmet varsa, Allah-u Teâlâ onların hepsine uyarıcı peygamber göndermiş ve onların ileri sürecekleri bütün iftiraları tek tek çürütmüştür.
Köklerini kazıyan bir azapla helâk olmuş her ümmetin helâkı, ancak kendilerini uyarmak ve dikkatlerini çekmek üzere peygamber gönderilmesiyle aleyhlerine delilin sabit olmasından sonra olmuştur.
"Şayet seni yalanlarlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı." (Fâtır: 25)
Her asırda hakikat yalanlanmış, yalanlama inkârcılardan birbirlerine miras kalmıştır.
"Peygamberleri onlara açık delillerle, sayfalarla ve nurlu bir kitap ile gelmişlerdi." (Fâtır: 25)
Böyle olmasına rağmen onlar uyarıcıları yalanladılar. Kendilerine gelen hakikatleri reddettiler, kâfirliklerini bırakmadılar.
"Sonra ben o kâfirleri yakaladım. Benim intikamım nasıl oldu?" (Fâtır: 26)
Onları güçlü bir kimsenin yakalayıp kavradığı gibi yakalamadım mı? Nimetlerini azaba, mutluluklarını mutsuzluğa, mamurluklarını harabeye çevirmedim mi?
Onlardan sonra gelen ümmetlerin bu durumları güzelce düşünerek uyanmaları gerekmez mi? İnkâr ve isyanları devam ettiği takdirde onların da başlarına böyle müthiş felâketlerin gelmesi mukadderdir.
•
Allah-u Teâlâ yalanlayanlara yaptıklarını anlatırken, kendisinden korkmaya dikkati çektikten sonra, azametini tanıtmak suretiyle kâinattaki kudretinin tecellilerine dikkatleri çekmek üzere mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:
"Görmez misin ki, Allah gökten su indirdi." (Fâtır: 27)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile mahlûkatı üzerindeki Ulûhiyet ve Samediyet'ini göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini hatırlatmakta, kullarını tefekkür etmeye dâvet etmektedir.
"Biz o su ile renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık." (Fâtır: 27)
Onları çıkaran, suyun yapısı değil, Allah-u Teâlâ'nın ilâhî iradesidir.
Toprak, su, hava ve mevsim unsurları münasip bir şekilde bir araya geldiği zaman, bitkiler büyümeye ve gelişmeye başlarlar. Binlerce çeşidi olan bitkiler, insanlar ve hayvanlar için gıda, elbise, ilâç ve daha birçok ihtiyaçları karşılamaktadırlar.
Akıl sahibi bir insan, böyle muazzam bir nizamın bir tesadüf eseri olduğunu düşünemez.
"Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, çeşit çeşit renklerde ve simsiyah yollar yaptık." (Fâtır: 27)
Allah-u Teâlâ burada kudretini açıklamaktadır. Renk farklılığı sadece meyvelere mahsus değildir, yerin tabakalarında ve sert dağlarda da aynı şekilde renkleri farklı şeyler vardır. Dağlarda, rengi dağ renginden farklı bir takım yollar da mevcuttur.
Dağların taşlarında ve topraklarında değişik değişik alacalıklar, bir tesadüf eserinden ibaret değil, hep O'nun kudretinin görüntüleridir.
"İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var." (Fâtır: 28)
Tek bir sudan birçok türdeki canlıları yaratan Allah-u Teâlâ her şeye kâdirdir. Her birine ayrı ayrı şekiller, renkler ve özellikler verilmiş olması, hiç şüphesiz ki güçlü bir Hükümdar'ın kudretini göstermektedir.
•
Allah-u Teâlâ varlığının delillerini, ilâhî sanatının eserlerini gözler önüne serdikten sonra, akabinde şöyle buyurmaktadır:
"Kulları içinde Allah'tan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır: 28)
Çünkü korkunun dayanağı, korkulan şeyi tanımak ve durumunu bilmektir. Bir kulun da Allah-u Teâlâ'ya dair bilgi ve mârifeti ne kadar mükemmel ise, korkusu da o nispette mükemmel olur. En çok bilen, en çok korkar.
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben hepinizden çok Allah'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ'yı en iyi bilenler O'nun kudret ve azametini tefekkür ettikleri zaman, kalplerinde ilâhi haşyet tecelli eder.
Allah-u Teâlâ'yı bilmek niçin korkmaya sebep oluyor?
"Çünkü Allah Aziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır: 28)
O sadece bağışlayan, merhamet eden değil, Aziz'dir; hiçbir sebebe boyun eğmeyen, hiçbir kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği anda kahredip yerle bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, gâlip ve kahredici bir bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi cezası, intikamı da çok şiddetlidir.
•
Ebu Musa el-Eşâri -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Aziz ve Celil olan Allah'ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilmin misali, yere isabet eden yağmur gibidir.
Bu yerin bir kısmı güzeldir. Suyu kabul eder, ot ve bir çok çimen bitirir.
Bir kısmı da çoraktır, suyu tutar, Allah onunla da insanları faydalandırır. Ondan su içerler, hayvan sularlar, hayvan otlatırlar.
Yerin başka bir kısmına da yağmur isabet eder. Orası düz ve kaygan bir yer olup, suyu tutmaz, ot da bitirmez.
İşte Allah'ın dininde fakih olan ve Allah'ın benimle göndermiş olduğu şeyle faydalandırdığı, öğrenip öğreten kimsenin misâli ile; bu hususta kibirinden baş kaldırmayanın ve benimle gönderilen Allah'ın hidayetini kabul etmeyenin misali budur." (Müslim: 2282)
Bu Hadis-i şerif'ten anlaşıldığı üzere; yeryüzü üç çeşittir, insanlar da öyledir.
Bir kısmı yağmurdan faydalanır, kuru iken dirilir ve çimen bitirir. İnsanlar, hayvanlar ve ekinler ondan istifade eder. Bir kısım insanlara da hidayet ve ilim yetişir. Onu alınca kalpler dirilir. Onunla amel ederler ve başkasına öğretirler. Bu suretle hem kendileri faydalanırlar hem de başkalarını faydalandırırlar.
Yerin ikinci kısmı kendisi için faydalanmayı kabul etmez. Suyu tuttuğu için, insanlar ve hayvanlar ondan faydalanırlar. Bir kısım insanlar da böyledir. Kendilerine ulaşan ilimle başkalarına fayda verirler.
Üçüncü kısmı ne yağmur suyundan istifade eder, ne de başkası istifade etsin diye suyu tutar. Öyle insanlar da vardır ki ne belleyişli kalpleri vardır, ne de anlayışlı akılları. İlmi işittikleri vakit ondan faydalanmazlar, başkaları istifade etsin diye de bellemezler.
Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.
Hizmeti minnet bilenler Rahman'ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk'a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.
Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bari'sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.
Birisi: "Yolunda hizmet ettiren Sahibime şükürler olsun." diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: "Hizmet ediyorum." demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine malediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.
Hakk yolunda hizmet edenler, bütün lütuf ve ikramların Allah-u Teâlâ'ya ait olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor, hem biliyor.
•
Hakiki mürşidlerle sahte mürşidlerin temsili:
Bal arısı hep bal yapar. Can tehlikesi olmadıkça iğnesini sokmaz. Bir de eşek arısı vardır, o hep sokar. Kendisini sıksan bir damla balı yoktur.
Kamış da iki çeşittir. Birisi şeker kamışı, diğeri süpürge kamışı. Birinden hep tad akar, diğeri ne kadar sıkılsa hiçbir şey akmaz.
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri, kendilerini mürşid olarak tanıyan ve tanıtan mukallidlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:
Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: "Benim de senin kadar boyum var!" der. Kavak ise: "Sonbaharda görüşürüz." cevabını verir.
Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur.
Büyüklük odur ki, Hakk'ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.
Mukallidle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır.
Şöyle ki:
O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur.
Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor?
O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî'yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur.
İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir.
Daha doğrusu "Kâl", "Hâl", "Fiil" ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur'an-ı kerim'den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmiş iki yolun içerisine girer ve kaybolur.
Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir.
Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar.
Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar.
Halk bunları görüyor ve irkiliyor, nefret edip tiksiniyor. "Tarikat bu mudur?" diyor. Tasavvuf'un nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm'dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.
Çünkü onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler.
Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Direk olmuş keresteler." buyuruyor. (Münâfikûn: 4)
Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.
•
O nefsini ilâh edinmiş ona tapınıyor. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.
Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikati görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.
Onlar niçin bu hataya düştüler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Mürşid-i kâmil'i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler, hakikati aramadılar ve hakikati bulamadılar.
Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul'de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür.
Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Ve dolayısıyla hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikati aramadıkları için zandan kurtulamazlar.
Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği Mürşid-i kâmil'ler ile sahtelerinin berzahı böyle olduğu gibi, müridlerin de terakki edenleriyle düşenlerinin iç durumu şöyledir:
Mürid "Seyr minellah"da tarikata girer, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra "Seyr ilâllah", "Seyr fillâh", "Seyr billâh", "Seyr anillah" gibi Hakk'a tekarrübiyet seyrleri başlar.
Ezelî taksimât-ı ilâhi'ye mazhar olan müridanın hâli, kâli, fiili ayrıdır. Onların nasipleri ezelden ihsan edilmiştir. Kalbi "Arşurahman" olan Mürşid-i pâk'ın terbiyesinde nasibi kadar sülûk görüp, nefis derecelerini geçtikten; kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ'dan sonra nefs-i kül'ü de geçtikten sonra ruh ancak vücuda hâkim olur. Letâif ampulleri nurlanır. Her birinin kendine mahsus rengi vardır. Bu noktada Tarikat-ı aliye'nin zâhiri kısmı geçilmiş olur. Bu da ancak Mürşid-i kâmil'in yardımı, müridin gayreti ile olur. Mürşid müridin merdivenidir, müridin yürümesi lâzımdır. İhlâs, taat ve takvâ şarttır.
Bu yolda Râbıta'nın çok büyük ehemmiyeti vardır. Terakkiyat bununla kaimdir.
Şu üç husustan da sakınmak gerekiyor:
1- Hilâf-ı şeriat.
2- İsraf-ı kalbiye.
3- Gaflet ve kasvette olanlarla ünsiyet etmek.
Ve fakat Tarikat-ı aliye'nin bâtınî kısmı bundan sonra başlar.
Sâdıklarla beraber olmayı emreden Âyet-i kerime'ye ittibâ eden bir mürid, o dâirenin içine girmiş ve saâdete nâil olmuş oluyor. O dâire Fenâfillah dâiresidir.
Allah-u Teâlâ'nın ezelden bahşettiği feyz-i ilâhî'yi oradan alır. Başkasından alması imkânsızdır. Sâdık olmayana intisab etmek, boşa vakit geçirmektir.
Eğer bir de puthaneye girdiyse bütün yaptıkları boştur. O zikir yapıyor, fakat hayvan da zikir yapıyor.
Çünkü Âyet-i kerime'de:
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." buyuruluyor. (İsrâ: 44)
•
Bir kimse Tarikat-ı aliye'ye intisab ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir, birinci tepeyi geçirir. Orada yol ikiye ayrılır.
Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır, mahviyet haline bürünür, varlığını yitirir, hiçliğe iner. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar "Nûriye" fırkası'na ayrılmış olanlardır.
İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça terakki eder. Nasibi varsa bir gün Fenâfişşeyh ve Fenâfirresul'den sonra Fenâfillâh'a da erer.
Gerçekten de Mürşid-i kâmil'in terbiyesi olmadan, nefis ve şeytanın kurduğu tuzaklardan kurtulmak mümkün değildir. Onun o terbiyesi bittikten sonra, onu alır Resulullah Aleyhisselâm'ın terbiyesine verir. Resulullah Aleyhisselâm'ın muhabbeti ondan sonra kazanılır. O muhabbet onun sermayesidir, o sermaye ile iş görür. Mürid bu noktada hem mürşidinin hem de Resulullah Aleyhisselâm'ın taht-ı terbiyesinde bulunur.
Zâhirî ulemâ bunların hepsinden mahrumdur, Fenâfirresul'e varmayan mürid de bundan mahrumdur. İlk tahsili bitirmeden üniversiteye geçmek mümkün olmadığı gibi, Fenâfişşeyh tahsilini bitirmeden Fenâfirresul'e geçmek mümkün değildir. "Geçtim" demek sözden ibarettir.
Sâdıkları bulmakla Resulullah Aleyhisselâm bulunur, Resulullah Aleyhisselâm'ı bulmakla Allah-u Teâlâ bulunur.
•
Bir de şeytana tutunanlar vardır. Tepede olduğu için herkese tepeden bakmaya başlar, çok yükseldiğini zanneder. "Ben herkesten daha üstünüm." der, herkesi küçük kendisini büyük görür. Kendisine paye verdiği anda olduğu yere çakılır. Hem düşer, hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirdiği anda mukallid sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Çürük bir meyve, yanındaki meyveleri çürüttüğü gibi, o da o anda başkalarını hemen çürütür. Bunlar da "Nâr" fırkasıdır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.
•
Hülâsa-i kelâm:
Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Sahte peygamber: "Ben de peygamber'im. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ ediyorum." der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin.
Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ'nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir?
Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Şu yada bu lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye.
Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fakr-Nâme" adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:
"Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müridlerini idare edemeyecekler.
O şeyhler ki müridlerinden açgözlülükle birşeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid'at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müridleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.
Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müridlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müridlerinden yardım alırlar. Eğer müridleri bağış ve yardımda bulunmasa, döğüşürler ve 'Benim küskünlüğüm Allah'ın küskünlüğüdür.' derler.
Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.
Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.
Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler mel'undurlar. Onların fitnesi Deccal'den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürteddirler."
"Mir'atül-Kulûb" adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaatı düşman görüp ehl-i bid'at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ'dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar."
Nutfeden yaratıldıkları halde Yaratan'ı unuttular. Bu saltanat içinde Yaratan'a hasım kesildiler.
Karun da böyleydi, varlık içinde saltanat sürüyordu. Kavminin sâlih kişileri:
"Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği mal ile ahiret yolunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez." (Kasas: 76-77)
Diyerek içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatte bulunmuşlardı. Göz kamaştırıcı bir saltanat süren Karun ise bu sözlere hiç kulak asmamıştı.
Dünyanın geçici güzelliğine meyletmiş, imanı zayıf kimseler, onun büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlar, imreniyorlardı.
"Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir." demişlerdi. (Kasas: 79)
Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi akıllı kimseler ise Karun'u ikaz ettikleri gibi ona meyledenleri de ikaz ettiler:
"Yazıklar olsun size! Allah'ın mükâfatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir." (Kasas: 80)
Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.
Karun öyle bir belâ ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet Karun'u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendisini kurtarabilecek kimselerden de değildi." (Kasas: 81)
Karun'un saltanatına meyletmekle düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde son derece pişman oldular. Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine saltanat ve servet verilmemiş olmasından dolayı hamdetmeye yöneldiler. Onun bu kötü âkıbeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.
Binaenaleyh onun âkıbeti böyle oldu, senin âkıbetin nasıl olacak? İşte bunlar her ne kadar bu saltanatları, bu kisveleriyle halkı celbetseler de ehl-i hakikat bunları ahkâm ile ölçer, ahkâma uymadıklarını bilirler ve bunların dalâlet ehli olduğunun mührünü basarlar.
Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
Gördün mü bunlara benzer bir kimseyi?
Kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran önderler, kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
"Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim: 29)
Cehennem durulacak yerlerin en kötüsüdür.
"Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular." (İbrahim: 30)
Liderlerini ilâh edindiler, Allah'a ibadet eder gibi onların peşlerinden gittiler. Halkı Allah yolundan çevirip küfre sürüklediler.
"De ki:Bir süre yararlanın! En son varacağınız yer ateştir!" (İbrahim: 30)
İçinde bulunduğunuz çirkefliği sürdürün. Şunu unutmayın ki, ahirette cehenneme atılacaksınız.
Bu gibi kimseler cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce, bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifâde edilemez.
"Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamayacak şekilde sabit kalmış.
Gönülleri ise bomboştur." (İbrahim: 43)
Başlarına gelecek felâketler, dehşetler, onları bu hale getirecektir. Kafalarında akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şey kalmayacaktır.
"Resulüm! İnsanları azabın kendilerine geleceği (kıyamet) gününden korkut!" (İbrahim: 44)
O müthiş günü düşünsünler, şimdiden kendilerine gelsinler.
"Zulmedenler diyecekler ki:
Ey Rabb'imiz! Yakın bir süreye kadar bize zaman tanı da senin dâvetine uyalım ve Peygamber'ine tâbi olalım." (İbrahim: 44)
Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç şüphesiz ki bilmektedir.
Kınamak ve susturmak için taraf-ı ilâhî'den onlara şöyle denilir:
"Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?" (İbrahim: 44)
Gururlu bir biçimde öyle büyük hayaller peşindeydiniz ki, ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmiyordu.
"Halbuki siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz." (İbrahim: 45)
Ehl-i hakikatin yolunda oturdular, "Ehl-i hakikat biziz!" dediler, yol kesici oldular.
"Onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı ve size misaller de vermiştik." (İbrahim: 45)
Niçin o uyarmalardan istifade ederek uyanmadınız, ibret ve ders almadınız.
"Gerçekten onlar kurmak istedikleri tuzağı kurmuşlardı. Oysa tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsa bile, onların tuzakları Allah'ın katında idi." (İbrahim: 46)
Onlarınkinden daha büyük bir düzen ile onları cezalandıracak, farkında olmadıkları bir yerden azapları gelip onları bulacaktır, Allah-u Teâlâ onların her birinden intikam alacaktır.
"Sakın Allah'ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz'dir, intikam sahibidir." (İbrahim: 47)
Bir şey yapmak istediği zaman kimse O'na mani olamaz, O'na karşı hiç kimse düzen kuramaz.
"Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrahim: 48)
Hiçbir şey onları örtmeyecek, hiçbir kimse onları koruyamayacaktır. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.
"O gün suçluları zincirlere vurulmuş görürsün!" (İbrahim: 49)
Onlar o gün şeytanlarla birlikte birbirlerine bağlı bir halde cehenneme sevkedilecekler.
"Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim: 50)
Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.
Katrandan gömlekle kaplı olan vücutlarını yakan ateş, onların yüzlerini de istilâ eder. Çünkü bu yüzlerle Hakk'a yönelmediler.
"Bu, Allah'ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir." (İbrahim: 51)
Güzel amel işleyenlere iyilikle, kötü amel işleyenlere de kötülükle amellerinin karşılığını vermesi için, ahirette hâkimler hakiminin huzuruna çıkarlar.
"Doğrusu Allah hesabı çabuk görendir." (İbrahim: 51)
Kullarını bir anda hesaba çeker, bu hesap bir anda olup biter.
Allah-u Teâlâ suçluları suçları sebebiyle cezalandırdığı gibi, müminleri de itaatları sebebiyle mükâfatlandıracaktır.
"Bu Kur'an insanlara açık bir tebliğdir. Bununla hem korkutulsunlar, hem Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler, hem de akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar." (İbrahim: 52)
Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını, şimdiye kadar hangi dinde, hangi yolda ve ne gibi icraatlarda bulunduklarını ve bundan sonra da ne yolda hareket etmeleri lâzım geleceğini düşünmeleri ve anlamaları için Hazret-i Kur'an nâzil olmuştur.
Her asrın insanı yaşadığı devirde kime tâbi olduysa, kime bağlandıysa, kimin peşinden gittiyse onunla mahşere çağrılacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bu Âyet-i kerime hakkında:
"İmamdan murad herkesin yaşadığı asrın önderidir." buyurmuşlardır.
Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimleri rehber edinmişse ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır.
Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürülürse onlar da oraya gidecek, dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraber olacaklardır. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Firavun ahirette avânesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcılar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridirler.
Sapıtıcıların peşine takılanlar, kendilerinin sonsuz bir felâkete düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyarlar. "Sen bizim buraya girmemize sebep oldun" diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler ve şöyle derler:
"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz!" (Sâffât: 28)
Körükörüne peşlerine sürüklendikleri kimselerin ahiretteki zillet ve meskenetlerini, ne kadar sefil bir duruma düştüklerini gördüklerinde onlara şöyle derler:
"Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık, şimdi siz Allah'ın azabından zerrece bir şey olsun savıp bizi koruyabilecek misiniz?" (İbrahim: 21)
Bütün saltanat ve kisveleri dünyada kalan, yaptıkları tahrik ve tahriflerin, sapma ve saptırmaların cezasıyla karşı karşıya bulunan sapıtıcılar onları yüzüstü bırakır giderler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır." (Bakara: 167)
Allah-u Teâlâ yolumuzu mânâ ve mahviyet üzerine kurmuştur. Diğerlerinin yolu ise varlık ve maddiyat üzerine kuruludur.
Mânâ demek, yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanarak iş görür. Mahviyet demek, O'ndan başkasını görmez.
Kişiler: "Ben Allah yolunda yürüyorum." zanneder ve hizmet için de çalışır. Fakat yolu görünüşte Allah yoludur. Allah-u Teâlâ dilediğine yol verir. O'nun yürüttüklerinden başka hiç kimse yürüyemez.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde açık ve kesin olarak ferman buyuruyor:
"İşte o yol Allah'ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir. (Kime dilerse ona nasip eder)." (En'âm: 88)
Bunlar hep ahirete göçüldükten sonra meydana çıkacak.
Diğer yollarda madde olur, gaye, maksat ve menfaat olur, rütbe ve şöhret olur. Hakk'tan başka her şey var. Amma Hakk'ın bulunacağını sanmayın. Bu gibi şeyler olanlarda tecelli etmez. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki, birini Muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir.
Bu Âyet-i kerime'ye göre esas budur.
Bunların iç durumları budur. Bunlar güya Hakk'a gitmeye çalışıyorlar. Fakat aslında yol kesiyorlar.
Şimdi siz, bu sözlerimize hayret edeceksiniz. Ahirette aynel yakîn karşılaştığınız zaman, haklı olarak söylediğimizi göreceksiniz. Nedamet çok, faydası hiç yok! Çünkü herkes önderi ile haşrolacak.
"Benim mürşidimden başka mürşid olamaz." diyen kanaat sahiplerine gelince; onlar taassub ehlidirler, zihniyetleri dardır. Tasavvuf ise taassubun ötesindedir.
Bir ağacın, yalnız kendisinin meyve verdiğini zannetmesi ne kadar gülünçtür. Halbuki bu toprak onun gibi ne ağaçlar yetiştiriyor. Kim ki "Benim yolum budur, başkasınınki değildir." derse, o çok iyi bilsin ki Hakikat yolundan ayrılmıştır. Kişinin ancak "Benim yolum çok güzeldir." demesi kadar salâhiyeti olabilir. "Benimki hak, diğerleri bâtıldır." demeye hiç kimse sahib-i selâhiyet değildir. Hakikat yolunda olan bir kimseye "Sen o yolu bırak buraya gel." demek edebe uygun değildir. Herkes bir noktada toplanamaz. Kimisi gülü, kimisi karanfili sever, kimisi de sümbülden hoşlanır. Allah-u Teâlâ kişiye nasibini nereden ayırmışsa, o nasibini oradan alacak. Gel demek için Levh-i mahfuz'daki takdiri bilmek şarttır. Kişi bunu zannına göre söylüyorsa, o bir tahripçidir, yol kesicidir. Ekilmiş bir kimse koparılmışsa, kurumasına sebep olunur ve bunun zararları pek çoktur. En mühimi, mâneviyatını söndürmüş, ebedî hayatını öldürmüş olur. Daha ileriye giderse Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya kalır.
Bir hayvan önüne gelen otu koparır. Fakat insan olan bunu yapabilir mi? Aradaki fark işte bu kadar büyüktür. Mesuliyeti ise daha da ağırdır.
Biz yalnız şunu işaret ederiz. Dalâlette gördüğünüz kimseyi dalâletten kurtarmaya çalışın. Hiçbir zaman ekilmiş bir kimseyi koparmayın, yerinde besleyin. Takviyesini yapıp, yerinde sağlamlaşmasına gayret edin. Koparmak mı? Asla! Hayvan koparır, insan ise su döker.
Allah-u Teâlâ müminlerin kardeş olduğunu beyan buyuruyor. Ayrılık neden gelsin, niçin kardeşçe sevişilmesin? Bu bölücülükler nefislerin hamlığından, ruhen tekâmül edemeyişlerinden ileri geliyor.
Bugün herkes "Benim yolum" diyor. Hatta o kadar ileriye gidiyor ki, sadece kendi yolunu hakikatta görüyor.
Bu husus çok incedir, hiçbir ehl-i kemâl gayriye tecavüz etmez. Bunun iç sırrı şudur: Allah-u Teâlâ bir kulunu vazifelendirmeyi murad etmişse, ona tâbi olacak olanları Levh-i mahfuz'da beyan eder. Hılkiyetini de ona göre yaratmıştır. Meselâ bir vasıtada yüz beygir gücünde motor bulunur, birinde onbin beygir, birinde yüz bin beygir gücünde motor bulunur. Her biri gücüne göre yük çeker. Allah-u Teâlâ bir Mürşid-i kâmil'e ezelde kaç kişiyi ihsan etmişse, ona göre güç de vermiştir.
Onun için dikkat edilirse, mürşidi olmuş ve ölmüş hiç kimseye katiyyen gel denilmiyor. "Gel" deyicilerin durumunu buradan anlayın.
Hâl böyle iken "Benim müridim çok olsun." diye hareket etmek çok yanlış bir şeydir. Yanlışlığı şuradan gelir ki, ya bir varlık kokusu vardır, ya menfaat arzusu vardır, veya "Olayım" gayesi vardır. Evvela benlik giriyor.
İkincisi, Allah-u Teâlâ aldıkları o kişiye ezelde nasip ayırmamışsa, ona kim ne verebilir? Aldıkları kimselerin eğer başka yerden nasipleri varsa, nasiplerinden mahrum etmiş oluyorlar. Bir de: "Ben daha iyiyim." diye ehil bir yerden koparırlarsa, mânevî hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevî hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları bu "Gel!" deyicilerin torbalarından çıkacak. Katlolunan da gider, katleden de katlettiği kimselerin mesuliyetini çeker.
Bunun içindir ki, Hakk'a dayanan; Hakk'ın ezelî taksimine göre hareket edip, icraatını tanzim eder, gayriye tecavüz etmez. İntisablı olsun olmasın, "Nasibi burada mı?" diye daima istihareye başvurur.
Derler ki: "Efendim o mürid beni bulamaz!" Dikkat buyurun, aşılayıcı rüzgâr halkediyor, tozları çiftleştiriyor, meyve oluyor. Senin mi rolün var o çiftleşmede? Bütün mahlukâta Rezzâk-ı âlem rızık veriyor, sen mi yardım ettin O'na? Sen çık aradan! Sahib-i hakiki nasıl dilerse öyle yapar.
Bir kardeşin arabası ile gidiyorduk. Oğlu küçük olduğu için: "Baba, arabayı ben yürüteyim." dedi. Direksiyon çocuğun elinde, fakat babası yürütüyor. Uzaktan gören çocuk yürütüyor zanneder. Çocuğun orada hiçbir rolü yok. Babası bıraktığı anda mahvolur. Mürşid de böyledir. "Yürütüyorum" dediği anda helâka mahkûm olur. Allah-u Teâlâ yürütüyor, karşıdan gören de mürşid yürütüyor zanneder.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek: "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra: "Bunlar da yollardır. Bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah size bunları sakınasınız diye vasiyet etmiştir." (En'âm: 153)
Âyet-i kerime'sini okudular. (Dârimî, Sünen)
Bize bu yolu Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- göstermiştir. Yol olarak da onun yolu vardır. Bütün insanların Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda bulunması icabeder.
O yol bir Cadde-i kübrâ'dır, çok geniş ve dümdüzdür. Zâhirî kısmı, daha ileride bâtınî kısmı, daha ileride ledünî kısmı vardır. Böylece kısım kısım birbirinden geçer. Hepsi o yol üzerinde bulunur ve hepsi hakikat üzerindedir. Allah-u Teâlâ'nın emir buyurduğu, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in açtığı yoldur. Bütün müslümanlara şâmildir, şahsa ait değildir.
Fakat kim ki : "Benim yolum yoldur, başkasınınki yol değildir." derse, o iyi bilsin ki Hakikat yolundan sapmıştır. Artık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in işaret ettiği o ayrılan diğer yollarda gider de gider ve "Benim yolum yoldur." der. Hakikaten onun yolu yoldur amma, yetmiş iki yoldan birisidir. Artık o istikamette değildir. Fırka-i nâciye'den ayrıldığını çok iyi bilmesi lâzımdır.