Muhterem Okuyucularımız;
Kur'an-ı kerim'de muhtelif vesilelerle kıssalara yer verilmektedir. Bu kıssaların gaye ve hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir.
İsa Aleyhisselâm'ın zamanından sonra Tarsus'ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. İnananlara karşı baskısı iyice arttı. Bu durumu gören bir grup şuurlu genç çok üzüldüler. Zâlim krala maddeten karşı koyma imkânları mevcut olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular.
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üç yüz dokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar. Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. Onlar bir gün veya daha az uyuduklarını zannettiler.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif'inin on sekiz Âyet-i kerime'sinde: "Ashâb-ı kehf" yani "Mağara arkadaşları" adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikayesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf'i ve Rakîm'i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?" (Kehf: 9)
Ashâb-ı kehf kıssasını anlatan Âyet-i kerime'lerin ilkinde bahsi geçen "Ashâb-ı rakîm", Ashâb-ı kehf'ten başka kimselerdir.
Nakledildiğine göre bunlar yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınmak zorunda kalan üç kişiydiler. Dağdan yuvarlanan bir kaya mağaranın ağzını kapayınca, hayatları boyunca yaptıkları en değerli birer iyiliği anarak bu sıkıntıdan kurtulmaları için Allah-u Teâlâ'ya duâ ettiler. Allah-u Teâlâ da duâlarını kabul ederek onları kurtardı.
Yâsin sûre-i şerif'inde geçen kıssada ise kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları anlatılmaktadır:
"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler gelmişlerdi." (Yâsin: 13)
Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini vermektedir.
İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
Resulullah Aleyhisselâm bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Onların vekillerinden murad, kibar-ı evliyâullah'tan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şâmil değildir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Zâlim ve kâfir bir toplulukta hidayeti bulan ve fakat imanlarını açıkça ilân ettikleri takdirde kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayan bu iman kahramanı gençler için; dinleri uğruna kaçıp Rabb'lerine sığınmaktan başka çare yoktu.
Dünya hayatının süsü ve lüksü yerine mağarada yaşamayı tercih ettiler. Kavimlerinden nefretle ayrıldıktan sonra kendi aralarında durumlarını görüştüler ve en sonunda hep birlikte karar verdiler:
"Onlara: 'Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetinden genişlik versin ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.' denildi." (Kehf: 16)
Çünkü iman nurunun, sonunda Rahman olan Allah-u Teâlâ'nın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir.
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif'inde gönderilenlerin kıymetini, yüceliğini belirtmek için yemin ederek şöyle buyurmaktadır:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime'de geçen "Gönderilenler"den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe gönderilen melekler, "Lâ ilâhe illâllah" ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise, kibâr-ı evliyâullah'tan olan Mürşid-i kâmil'lerdir; başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ'nın izniyle bu cihadı bu gönderilenler yapıyor.
Bu gönderilme durumunu size şöyle arzedelim:
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârileri göndermişti.
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik. Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Bunların Allah-u Teâlâ gönderdiği için halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Âhirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
"Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?"
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada da peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Allah yoluna dâvet eden imamlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk'ı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
•
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birisini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, zina, fuhuş, hayâsızlık gibi ahlâksızlıkların her türlüsünün, içkinin, kumarın son haddine vardığı, fâizin alabildiğine yürüdüğü, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise Hâtem-i veli'yi gönderir.
Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor.
İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk'a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzaallah insan bırakıldığında, o âfât seline kapılıp gider de, hiç farkında bile olmaz.
İşte zaten;
"Ümmetim fesâda düştüğü bir zamanda sünnet-i seniye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Hadis-i şerif'inin sırrı burada toplanıyor. Bugün Sünnet-i seniye'ye riâyet edenlere yüz şehit sevabı var. Böyle bir mükâfatın verilmesi, yürüyenin çok az ve yürüyebilmenin çok güç olması sebebiyledir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, Ashâb-ı kehf Hazerâtı'nın fazilet ve efdaliyetinin o günkü güçlükten husule geldiğini beyan buyuruyor. Başka bir şeyden değil. O gün İslâmiyet'i muhafaza etmek çok zor, küfür ise çok yaygındı. O çok azgın küfrün içinde birkaç fert Hazret-i Allah'a sığındılar. Kalplerindeki imanlarını muhafaza etmek için başka yere hicret etmeye karar verdiler. Bu kadar büyüklükleri ve faziletleri bundan ötürüdür.
Biz de deriz ki, bugün suyun ters aktığı tarafa gitmenin güçlüğü çok büyüktür. Yürümek çok güç olduğundan ve az fert de olduğundan, bugün yürüyebilen kimselerin fazileti o nispette büyüktür.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir." (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah'ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." buyuruyorlar. (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gafil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye tasarrufu ilâhisine aldığı zaman böyle oluyor.
•
Allah-u Teâlâ insanların imanlarındaki samimiyetlerini ispatlamaları için bir imtihan olmak üzere onları hayırla da şerle de dener.
Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır. Şerri de takdir eden O'dur. Onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz." (Enbiyâ: 35)
Müslümanların dinlerini gereği gibi yaşayamamaları, dalâlet ehli tarafından baskı görmeleri bir fitnedir. Böylece sabırları ve İslâm'a bağlılıkları denemeden geçirilmiş olur.
"Sabredecek misiniz diye bazınızı bazınıza fitne kıldık." (Furkân: 20)
"Altını, ayarını belirlemek için ateşe sokmak" mânâsına gelen fitne; insanın isyan veya sabrını ölçmeye yönelik her türlü imtihan demektir.
Bu imtihanlarda Allah-u Teâlâ'nın hikmeti ve tedbiri basiret sahipleri tarafından görülmüş, ayrıca kimin Allah-u Teâlâ'ya sığınıp sığınmadığı, kimin sarsılıp kimin sarsılmadığı, kimlerin imanında sabit kaldığı, kimlerin gerçek mümin kimlerin münafık olduğu ortaya çıkmış olur.
"Rabb'in her şeyi hakkıyla görmektedir." (Furkân: 20)
Sabredeni de, sabırsızlık göstereni de; şükredeni de nankörlük edeni de çok iyi bilir. O'nun yolunda gösterilen samimiyet ve bağlılıktan haberdardır.
•
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir çok Hadis-i şerif'lerinde Asr-ı saâdet'ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan bir çok fitneleri gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin her tarafı gecenin karanlıkları gibi saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve imkânları nispetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün:
"Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman hâliniz ne olur?" buyurdu.
(Yanındakiler hayretle):
"Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?" dediler.
"Evet, hatta daha beteri!" buyurdu ve devam etti:
"Emr-i bil-ma'rufta bulunmadığınız, nehy-i anil-münker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?" diye sordu.
(Yanındakiler hayretle):
"Yani bu olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve sormaya devam ettiler:
"Münkeri emredip, ma'rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?"
(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):
"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve devam ettiler:
"Ma'rufu münker, münkeri de ma'ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?"
(Yanındakiler):
"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" diye sordular.
"Evet olacak!" buyurdular. (Mecmau'z-zevâid)
İslâm'ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in apaçık bir mucizesidir.
•
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm bize:
'Müslüman olduğunu söyleyenlerin hepsini bana sayınız.' buyurdu.
'Yâ Resulellah! Sayımız altı yüz ilâ yedi yüze ulaştığı halde bize bir kötülük edilecek diye korkuyor musunuz?' dedik.
Bunun üzerine:
'Şüphesiz ki siz bilmezsiniz, belki de bir takım ibtilâlara maruz kalacaksınız!' cevabını verdi.
"Biz gerçekten imtihan olunduk. Öyle ki bizden bir kimse, namazını bile gizlice kılmak durumunda kaldı." (İbn-i Mâce: 4029)
Resulullah Aleyhisselâm, verdiği cevap ile başlarına bir ibtilânın gelmesinin beklendiğini haber vermiştir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na hitaben şöyle buyurdular:
"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır." (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir." (Ebu Dâvud: 4341)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Bir çok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor!" deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine tasarrufu ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın." (Müslim: 2886)
Kişi o fitnelerin tehlikesinden ve fitnelere karışanlardan ne kadar uzak durursa onun için o kadar hayırlıdır.
Bir çok fitneler zuhur edecek, ediyor da. Herhangi bir karışıklık çıktığında siz uzak durun, o ateşin içine girmeyin.
•
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerin kapıları başında cehennem ateşine çağırıcı kimseler olacaktır. Bir ağacın kökünü ısırır halde ölmen onlardan birisine tâbi olmandan senin için daha iyidir." (İbn-i Mâce: 3981)
Fitne dönemlerinde fitne gruplarından uzak durmak en uygun olanıdır.
•
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalışanın vay haline!" (Ebu Dâvud)
İsa Aleyhisselâm'ın zamanından sonra Tarsus'ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. Nihayet inananlara karşı baskısı iyice arttı. Bu durumu gören bir grup şuurlu genç çok üzüldüler. Zâlim krala maddeten karşı koyma imkânları mevcut olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular.
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üç yüz dokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar. Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. Onlar bir gün veya daha az uyuduklarını zannettiler.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif'inin on sekiz Âyet-i kerime'sinde: "Ashâb-ı kehf" yani "Mağara arkadaşları" adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikayesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf'i ve Rakîm'i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?" (Kehf: 9)
Hayır! Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Onların uzun müddet hayatta kalmaları bizim mucizelerimizden ve kudretimizin delillerindendir. Hayret verici olmasına rağmen bunu sakın Rabb'inin en harikulâde mucizesi olduğunu sanma. Rabb'in ona benzemez daha neler yapmış ve neler yapacak!
Gerçekten de Allah-u Teâlâ'nın akıllara durgunluk veren diğer bir çok kudret harikaları vardır.
Göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün değişip durması, güneş, ay ve yıldızların musahhar kılınması, bunların da dışında kalan ve Allah-u Teâlâ'nın kudretini gösteren büyük bir çok deliller şüphesiz ki daha çok şaşırtıcıdır.
•
"Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı." (Kehf: 10)
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
Ve orada Allah-u Teâlâ'ya şöyle yalvardılar:
"Ey Rabb'imiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl." (Kehf: 10)
İçerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmak için, Allah-u Teâlâ'dan kendilerine hayırlı bir çıkış yolu istediler. Kendilerine emniyet duygularının verilmesini, bulundukları yolun Hakk'a ulaştıran bir yol bulunmasını niyaz ettiler.
Nitekim Musa Aleyhisselâm Mısır'dan ayrılıp, hiç tanımadığı Medyen'e geldiği zaman bir gölgeye çekilmiş ve:
"Rabb'im! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım." diyerek Rabb'ine niyaz etmişti. (Kasas: 24)
Allah-u Teâlâ ona lütufta bulunmuş, Şuayb Aleyhisselâm ile karşılaştırarak emniyet ve sükuna kavuşturmuştu.
Zât-ı akdes'ine gönülden iltica eden bu iman kahramanlarına da Allah-u Teâlâ ikram ve ihsanda bulunmuş, asırlarca onları mağarada uyutarak kıyamete kadar beşeriyete bir hatıra bırakmıştır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onların kulaklarına perde koyduk." (Kehf: 11)
Burada bir teşbih yapılmıştır. Kulaklarına perde koymaktan maksat, seslerin uyanmalarına sebep teşkil etmeyecek şekilde derin bir uykuya daldırılmalarıdır. O sayede o mağarada rahat rahat uyudular. Harici seslerden müteessir olup uyanmadılar.
"Sonra onları uyandırdık ki, iki taraftan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini belirtelim." (Kehf: 12)
Uyandıkları zaman, mağarada kaldıkları müddet hakkında ihtilâfa düştüler. Bir kısmı: "Bir gün veya daha az." kaldıklarını söyledi, diğerleri ise: "Rabb'imiz ne kadar kaldığımızı daha iyi bilir." dediler.
Böylece âcizlikleri açığa çıksın da işlerini Rabb'lerine havale etsinler. Cesetlerini ve imanlarını koruduğunu çok iyi şekilde anlamış olsunlar. Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametinin yüceliğine olan imanları daha da güçlenmiş olsun.
•
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf'in mağaraya niçin çekildiklerini ve orada nasıl kaldıklarını, sonra da nasıl uyarıldıklarını daha teferruatlı bir şekilde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirmektedir:
"Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz." (Kehf: 13)
Eksik ve fazla olmaksızın doğru bir şekilde hikâye ediyoruz.
"Onlar Rabb'lerine inanmış gençlerdi." (Kehf: 13)
Aralarında bulundukları bir çok kimseler gibi küfre düşmüş, şirk koşmuş değildiler. Onların imanı ilhâmın, ilâhî cezbenin neticesiydi.
"Biz de onların hidayetlerini artırdık." (Kehf: 13)
Onlar ihlâs ve sadâkatle iman ettikleri için, Allah-u Teâlâ da onların imanlarına iman kattı, hak din üzerinde sâbit kıldı, bâtıla boyun eğdirmedi. Kalplerinde şüphe ve nifaka yer kalmadı.
"Kalplerini kuvvetlendirdik." (Kehf: 14)
Böylece onlar çekinmeden ve korkmadan imanlarını açıktan açığa ortaya koydular. Allah-u Teâlâ'nın onlara ikram ettiği imanın izzetine erdiler.
"Ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabb'imiz göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Yoksa andolsun ki gerçek dışı söz söylemiş oluruz." (Kehf: 14)
Daha sonra hassasiyetle kendi kavimlerinin durumları üzerine eğildiler. Âkıbetlerinin vehametini ve gittikleri yolun yanlış bir yol olduğunu belirttiler:
"Şu bizim kavmimiz O'nu bırakıp başka ilâhlar edindiler. Onların ilâh olduğuna dâir apaçık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?" (Kehf: 15)
Allah-u Teâlâ bu durumdan münezzehtir ve çok yücedir. Bu iddiâda bulunanlar ise zâlimlerin en zâlimi, onların çekecekleri azap da azapların en büyüğüdür. Çünkü zulüm azabı gerektiren bir suçtur.
•
Zâlim ve kâfir bir toplulukta hidayeti bulan ve fakat imanlarını açıkça ilân ettikleri takdirde kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayan bu iman kahramanı gençler için; dinleri uğruna kaçıp Rabb'lerine sığınmaktan başka çare yoktu. Dünya hayatının süsü ve lüksü yerine mağarada yaşamayı tercih ettiler.
Kavimlerinden nefretle ayrıldıktan sonra kendi aralarında durumlarını görüştüler ve en sonunda hep birlikte karar verdiler:
"Onlara: 'Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetinden genişlik versin ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.' denildi." (Kehf: 16)
Çünkü iman nurunun, sonunda Rahman olan Allah-u Teâlâ'nın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir.
Onlar bu sözlerini Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve keremine olan güvenleri, Rabb'lerine tevekkülleri, rahmetini kuvvetle ümit etmeleri sebebiyle söylemişlerdi.
Bu da Allah-u Teâlâ'nın onlara ikram ve ihsanda bulunduğunu, böylece sözleriyle ve yaşayışlarıyla zâtını tanıyan kimseler olarak hareket ettiklerini, marifetlerinin kemâlini göstermektedir.
•
Mağaraya girdikten sonraki durumlarına gelince;
Allah-u Teâlâ kudretinin bir nişanesi olarak onları orada derin bir uykuya daldırdı. Uzun yıllar boyunca hiç uyanmadılar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Güneşi görürsün ki, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batınca da onların sol tarafını kesip geçer." (Kehf: 17)
Yani güneş doğduğu zaman, mağaraya giren kişi batıya doğru döndüğünde sağa doğru yatık geçiyor ve güneş ışıkları mağaranın içinde bulunanlara değmemiş oluyor. Allah-u Teâlâ oradakilere bir lütuf olarak güneşi hafif kaydırmak suretiyle geçiriyor.
Güneş batarken, mağaranın güneyinden geçmek suretiyle yine kendilerine değmiyor. Değse değse son olarak batış sırasında sol taraftan gelen yönden biraz kırkar geçer. Güneşin sıcağı orada yatanların üzerine isabet etmez ve onlara eziyet vermez.
Allah-u Teâlâ'nın takdiri güneşi onlardan uzak tutmasaydı, mutlaka onlara değerdi.
"Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler." (Kehf: 17)
Orada lâtif bir hava ile, güzel rüzgârların kendisine isabetiyle rahatça yatıp duruyorlardı. Bütün gün boyunca gölgede idiler. Güneş ne doğarken ne de batarken onlara ulaşmıyordu. Mağara gayet sağlıklı bir havaya sahipti. Çünkü hem güneş ışığı alıyor, hem de havalanıyordu. Elbiseleri dahi eskimemiş, çürümemişti.
"Bu, Allah'ın âyetlerindendir." (Kehf: 17)
Güneş, ışıklarıyla onların yanına kadar yaklaşıyor, sağa sola kaymak suretiyle üzerlerine değmiyor ve onlar da böylece oldukları yerde kalıyorlar. Ölmüyor ve hareket ediyorlar.
Bu ise Allah-u Teâlâ'nın kudretine ve ilminin yüceliğine işaret eden mucizelerdendir. Artık: "Böyle bir şey olabilir mi?" diye tereddütte bulunmaya mahal yoktur.
"Allah kime hidayet ederse, o kimse hak yoldadır." (Kehf: 17)
Nitekim Ashâb-ı kehf böyledir.
"Kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bir mürşid bulamazsın." (Kehf: 17)
Ashâb-ı kehf gibi keramet ve fazilet sahiplerinin irşad ve ikazlarıyla yola gelmemiş, böylece de iman ve İslâmiyet'ten ayrı kalmışlardır. Artık onu hiç kimse hak yola sevkedemez.
•
Mağaradaki hayret dolu sahneler Âyet-i kerime'lerde şu şekilde anlatılmaktadır:
"Sen onları uyanık sanırsın, halbuki onlar uykudadırlar." (Kehf: 18)
Uyudukları halde bir başkası bakacak olsa, gözleri açık olduğu için onların uyumadıklarını ve kendi kendilerine dinlendiklerini, öğle vakti istirahat uykusuna çekildiklerini sanırdı.
"Biz onları sağa ve sola çevirirdik." (Kehf: 18)
Ki nesimî hava vücutlarının her tarafına isabet etsin ve daima bir tarafları üzerine yatıp da bundan müteessir olmasınlar. Vücutları çürümesin, kan dolaşımı aksamasın.
Bir yandan öbür yana döndürüldükleri halde uykularından uyanmıyorlardı.
"Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmaktaydı." (Kehf: 18)
Kıtmir adındaki köpek de kendilerini takip etmiş, defalarca kovmalarına rağmen arkalarından ayrılmamıştı. Onların bereketi köpeklerine de sirayet etti, onlara gelen uyku köpeklerine de geldi. İşte bu durum, sâlih kimselerle birlikte olmanın faydasıdır. Bu bakımdan bu köpeğin güzel hatırası da kalmış oldu.
Bütün köpeklerde olduğu gibi, onların köpekleri de mağaranın kapısına yakın, dirseklerini kapıya doğru uzatmıştı. Sanki onlara bekçilik yapıyordu.
Rivayete göre cennete girecek hayvanlar on tanedir:
Salih Aleyhisselâm'ın devesi,
İbrahim Aleyhisselâm'ın buzağısı,
İsmail Aleyhisselâm'ın koçu,
Musa Aleyhisselâm'ın ineği,
Yunus Aleyhisselâm'ın balığı,
Üzeyir Aleyhisselâm'ın eşeği,
Süleyman Aleyhisselâm'ın karıncası,
Belkıs'ın Hüdhüd'ü,
Ashâb-ı kehf'in köpeği ve
Muhammed Aleyhisselâm'ın devesi.
•
Allah-u Teâlâ bu iman kahramanlarına öyle bir heybet vermişti ki, kendilerine bakmaya kimse cesaret edemezdi. Gözleri öyle açıktı ki, sanki konuşmak ister gibi bir durumda idiler. Nefesleri inip çıkıyordu.
"Onları bir görseydin, mutlaka dönüp giderdin ve için korkuyla dolardı." (Kehf: 18)
Bu ise Rabb'lerinin bir tedbiri neticesi olup, kimsenin onları rahatsız etmemesi, uyumalarını dilediği süre bitinceye kadar kimsenin onlara dokunmaması içindir. Bu sebepledir ki, onların sığınakları bu kadar uzun süre dış dünyaya gizli kaldı.
•
Mağarada asırlarca uyuyup kalan Ashâb-ı kehf hazeratı, aynı mucizevî yolla uykularından uyandırıldılar.
"İşte böyle! Kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırıp kaldırdık." (Kehf: 19)
Mağarada ne kadar kaldıkları nazar-ı itibara alınarak ilâhî himayeye mazhar oldukları güzelce anlaşılsın, kudret ve azameti hakkındaki imanları daha ziyade artsın, böylece de bazı hikmetler açığa kavuşmuş olsun.
Uyandıkları zaman ne kadar yattıklarını bilmiyorlardı. Önce gözlerini oğuşturdular.
"İçlerinden biri: 'Ne kadar kaldınız?' diye sordu." (Kehf: 19)
Tıpkı derin bir uykudan uyanan insanın hali gibi.
Onlardan bazıları:
"'Bir gün, yahut günün bir parçası kadar!' dediler." (Kehf: 19)
Çünkü onlar güneşin doğacağı sırada mağaraya girmiş, güneşin batacağı zaman uyanmış oldukları için böyle sanmışlardı. Güneşi henüz batmamış görünce: "Yahut günün bir parçası kadar." ifadesini kullanmışlardı. Asırlarca uyuduklarını anlayamadılar. Henüz yatmış oldukları günde bulunduklarını sandılar.
Kimi öyle dedi, kimi böyle dedi. Sonra baktılar, bu hususta uzun söz etmenin lüzumsuzluğunu anladılar.
"Dediler ki: 'Ne kadar kaldığınızı Rabb'iniz daha iyi bilir'" (Kehf: 19)
Arkasından kendileri için daha önemli olan bir mevzuya geçtiler. Bu ise yiyecek ve içecek ihtiyaçları idi.
Bunun için şöyle dediler:
"Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin." (Kehf: 19)
Yani şehir halkından hangisinin yiyeceği temiz, helâl ve ucuz ise seçsin, ondan bize azık alıp getirsin.
"Fakat çok dikkatli davransın." (Kehf: 19)
Kimsenin onu tanımaması için mümkün olduğunca kendisini gizlesin.
"Ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf: 19)
Eğer şehir halkından bir kimse onun farkına varırsa, haberimiz şehre yayılır, başımız derde girer. Onun için, bilmeden sakın bizi ele verecek bir davranışta bulunmasın!
Daha sonra bu tavsiyelerinin sebeb-i hikmetini şöylece dile getirdiler:
"Çünkü onlar, eğer farkına varırlarsa sizi taşla öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler." (Kehf: 20)
Siz bunu istemeseniz bile onlar bunu zorla yaparlar. Sizi de kendileri gibi dinden imandan mahrum bırakırlar.
"Böyle bir durumda aslâ kurtuluşa eremezsiniz." (Kehf: 20)
Taşlanarak öldürüldüğünüz takdirde şehit olur kurtulursunuz, fakat dönüp kâfir olursanız dünyada kurtulamayacağınız gibi, ahirette de aslâ kurtulamayacaksınız.
Bu kesin kararlı yiğitler, zorlanma durumuna düşmekten son derece sakınmak için bu sözleri söylediler.
Çünkü halkın bâtıl dinine karşı çıkmışlar, putperest bir şehirden kaçmışlardı. Şehirdeki rejim onları öldürmese de, eziyet ederek inançlarından döndürmeye çalışabilirdi.
•
İman kahramanları uykudan uyanınca, Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğu üzere, şehirden yemek getirecek kimsenin programını tertip edip, içlerinden birisinin gidip gelmesini münasip gördüler.
Gönderilen genç ana yoldan başka yollarda yürüdü ve şehre vardı. Kendisinin bildiği şehirle ilgili hiçbir şey göremedi, halktan hiç kimseyi tanıyamadı. Şehirden ayrılışlarının üzerinden uzun bir zaman geçmiş olduğunu sanmıyordu. Amma onlardan sonra nice değişiklikler olmuş, onların toplumu gitmiş, başka bir toplum gelmiş, onların şehrinin yerine başka bir şehir doğmuştu. Kendi kendine hayret ederken, o da tabii olarak ilgi çekiyordu. Çünkü asırlar öncesinin kıyafetini giymişti ve günün lehçesinden farklı bir lehçe ile konuşuyordu.
Bu şehirden bir an önce çıkmak gerektiğini düşünerek, yiyecek satan bir dükkana girdi. Yanındaki parayı uzattı ve kendisine yiyecek vermesini istedi. Adam paranın üzerinde Dakyânus'un resmini görünce hayret etti.
"Sen bu parayı nereden aldın? Herhalde bir define buldun!" dedi.
O ise kendisinin bu şehir halkından olduğunu, bir gün önce buradan ayrıldığını söyledi. Çarşıdakiler onu deli sandılar, yaka paça tutup kralın huzuruna çıkardılar.
İlâhî takdir öyle tecelli etti ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah-u Teâlâ bu şekilde onları tanıttı. Gidenin elindeki para yakalanmalarına sebep oldu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Böylece onlardan haberdar ettik." (Kehf: 21)
Hikmet gereği onları uyutup uyandırdığımız gibi, insanların onları görmelerini sağladık.
"Ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin geleceğinde hiç şüphe bulunmadığını bilsinler." (Kehf: 21)
Kral, İsa Aleyhisselâm'ın dinine inanmıştı. Topluluğun büyük bir çoğunluğu da hıristiyanlığı kabul etmesine rağmen putperestliğin izleri etkisini sürdürüyordu. Ahireti inkâr edenler olduğu gibi, bu hususta şüpheye düşenler de vardı ve münakaşa sürüp gidiyordu.
Kralın huzuruna çıkarılan gence yöneltilen sorular üzerine onun, imanlarını korumak için yıllarca önce şehirden kaçan müminlerden birisi olduğu anlaşıldı. Haber şehirde hemen yayıldı. Halk onların asırlar boyunca mağarada uyuduklarını anladılar.
Daha sonra yanlarına o genci de alarak mağaraya doğru gittiler. Şehir halkı topluca mağaranın yanına vardıklarında mümin genç: "Önce ben gireyim de arkadaşlarıma haber vereyim." dedi. İçeri girerek durumu onlara bildirince, ruhlarının kabzolunmasını Allah-u Teâlâ'dan istirham ettiler. O anda ruhları kabzolundu, cesetleri dahi halkın gözünden kayboldu.
•
Böylece Ashâb-ı kehf kıssası, öldükten sonra dirilmenin ve haşrin mümkün olacağına dair açık ve kesin delil olmaktadır. Çünkü üç yüz sene kadar uyuduktan sonra Ashâb-ı kehf'i uyandırmaya gücü yeten Allah-u Teâlâ'nın bu halkı da öldükten sonra diriltmeye gücü yeter.
Onların uyuyup da sonra uyanmaları, önce ölüp sonra da dirilmeye benzer bir durumdur. Ölülerin tekrar hayat bularak mahşere sevkedileceklerine dâir göz ile görülen canlı bir numunedir.
•
Mağaranın önünde biriken halk onlar hakkında çekişip durmaya başladılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nitekim halk o sırada onların durumları ile ilgili olarak kendi aralarında tartışıyorlardı." (Kehf: 21)
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf'i ikinci defa öldürdüğü zaman, bunları nasıl gizleyecekler ve bulunmalarına nasıl engel olacaklardı?
Bir kısım kimseler:
"Onların üzerine bir bina yapın!' dediler." (Kehf: 21)
Hem muhafaza edilmiş olurlar, hem de bu onlar için bir alâmet olsun.
Halbuki onların yerlerinin insanlar tarafından bilinmesine ihtiyaç yoktur.
"Rabb'leri onları daha iyi bilir." (Kehf: 21)
Durumlarını iyi bilen ve çoğunluğu teşkil eden müslümanlar ve idarecileri ise içinde namaz kılacakları, Allah-u Teâlâ'ya ibadet edecekleri ve onların Allah katındaki değerleri ile bereketlenecekleri bir mescid yapmak istediklerini söylediler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların işine vâkıf olanlar ise: 'Biz bunların üzerine mutlaka bir mescid yapacağız!' dediler." (Kehf: 21)
Nitekim mağaranın kapısı yanında bir mescid yapılmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf'in sayısı hakkında halkın ihtilâf ettiklerini bildirerek üç ayrı görüşü Âyet-i kerime'sinde nakletmektedir:
"'Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir.' diyecekler." (Kehf: 22)
Bunu hiçbir bilgiye dayanmadan, kendi kafalarından uyduruyorlar, zanlarına göre konuşuyorlardı.
"'Beştir, altıncıları köpekleridir.' diyecekler." (Kehf: 22)
Bunların sayısı hakkındaki münakaşaların ardı arkası gelmez.
Âyet-i kerime'de:
"Bunlar gaybı taşlamaktır." (Kehf: 22)
Buyurularak, sayılarına dâir tahminler "Karanlığa taş atma" olarak belirtilmektedir. İsabet ettirme ihtimali yok gibidir. Bu iki söz zanna dayanan bir sözdür.
"Yedidir, sekizincisi köpekleridir.' diyecekler." (Kehf: 22)
Bu söz ise, öncekiler gibi delilsiz zanna dayanan bir söz değildir. Gerçeğin kendisi olmasa bile, ona en yakın olan sözdür.
İlk iki görüşün zayıf olduğu belirtildikten sonra üçüncü görüş zikredilmiş, sonra onun hakkında hiçbir şey söylenmemiştir. Böylece bu üçüncü görüşün sıhhatine işaret edilmiş oluyor.
"De ki: 'Rabb'im onların sayısını daha iyi bilir." (Kehf: 22)
Gerçek bilgi O'nun katındadır. En güzel söz, meseleyi O'nun bilgisine havale etmektir.
"Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır." (Kehf: 22)
Allah-u Teâlâ o az kişiyi, bu bilgiye bu delillerle şâhit getirmek için muvaffak kılmıştır.
"Onun için, onlar hakkında ortaya konulandan fazlası ile bir münâkaşa yapma." (Kehf: 22)
Çünkü bu hususun bilinmesi, mühim bir fayda sağlamaz.
"Ve onlar hakkında kimseye bir şey sorma!" (Kehf: 22)
Şu halde Ashâb-ı kehf kıssasını yalnız Kur'an-ı kerim'in açıklamasına dikkat ederek okumalıdır.
Allah-u Teâlâ hem bize bu kıssayı bildirmiş, hem de kıssadaki birçok ibretleri göstermiştir.
Bu kıssada asıl bahis mevzuu olan nokta, uyuyanların sayısı değil, durumlarındaki ibret hususudur.
•
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bir şey yapmak istediği zaman, o iş geleceğe âit bir iş ise bu hususta iradesini Rabb'ine bırakmasını, O'nun olmuş ve olacak şeyleri en iyi bildiğini, O'na havale etmekle bir edeb tavrı gösterilmesi gerektiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Hiçbir şey için: 'Ben bunu yarın yapacağım.' deme." (Kehf: 23)
İnsanın azim ve iradesi bir şeyin meydana gelmesi için yeterli sebep değildir. Bir işe başlayabilmesi ve bir işi başarabilmesi için mutlak surette ilâhi yardıma ve rahmete muhtaçtır. Bir şeyi yapmaya karar verdiğinde "İnşaallah" yani: "Allah dilerse" demesi bütün güç ve kuvvetleri O'na âit kılmasının açık bir ifadesi, kalbinin iman ile mutmain olmasının bir tezahürüdür.
"Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah demedikçe)." (Kehf: 24)
Çünkü ileride olacak bir şeyi işlemeye muvaffak olup olmayacağı belli değildir. Ölür veya bir engel karşısında kalır da, o sözünü yerine getiremez. İlâhi takdirin nasıl tecelli edeceği, zuhurundan evvel bilinemez.
Bu ifadelerde seçme ve irade sahibinin, sadece Allah-u Teâlâ olduğuna işaret edilmektedir. Kullarının fiillerinin hepsi, Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." buyurulmuştur. (İnsan: 30)
Olanı, olacağı ve olmayacağı, olursa ne şekilde olacağı en iyi bilen O'dur.
"Bunu unuttuğun zaman Rabb'ini an!" (Kehf: 24)
Böylece Allah-u Teâlâ'nın azameti hissedilmiş, bu "İnşaallah" sözüne gereken önem verilmiş ve insan gaflet günahından kurtulmuş olur.
"Ve de ki: 'Umarım ki Rabb'im beni doğruya, bundan daha yakına eriştirir.'" (Kehf: 24)
Bilmediğin bir şey sana sorulursa, o hususta Allah-u Teâlâ'dan bilgi iste ve seni doğruya, hakikata, gerçek bilgiye muvaffak kılması için Rabb'ine yönel.
•
Zâlim putperest bir kraldan kaçıp imanlarını kurtarmak pahasına dünya nimetlerini terkeden bu iman kahramanlarının mağarada ne kadar uyudukları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Dokuz yıl da ilâve ettiler." (Kehf: 25)
Allah-u Teâlâ onları uyutup yeniden uyandırdığı ve o zamanki insanları onların durumundan haberdar kıldığı sürenin miktarı ay yılıyla üç yüz dokuz senedir. Ki bu, güneş yılıyla üç yüz sene eder. Zira ay yılıyla güneş yılı arasında her yüz senede üç senelik fark vardır. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ "Üç yüz" dedikten sonra "Buna dokuz daha kattılar." buyurmaktadır.
"De ki: Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." (Kehf: 26)
Gerçek olan onların söyledikleri değil, Allah-u Teâlâ'nın bildirdikleridir. Çünkü gizliliklerin bilgisi sadece O'nun katındadır. Onları ancak O bilir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:
"Göklerin ve yerin gaybı O'nundur." (Kehf: 26)
Çünkü yer ve göklerin yaratıcısı, kâinatın yöneticisi O'dur. Yer ve göklerin sırlarını bilen, şüphesiz ki bu hadiseyi de lâyıkıyle bilir.
"O ne güzel görür ve ne güzel işitir!" (Kehf: 26)
Görmediği hiçbir şey bulunmaz, işitmediği hiçbir söz, duâ ve niyaz yoktur. Nasıl olur da herhangi bir şey O'na gizli kalabilir?
"Onların O'ndan başka dostu yoktur." (Kehf: 26)
Onların işlerini üstlenen ve idare eden O'dur. İnsanlar bu durumda olduklarına göre, bu hadiseyi O'nun bildirmesi olmadan nasıl bilebilirler?
"O, kendi hükmüne hiç kimseyi ortak yapmaz." (Kehf: 26)
Emretmek de yaratmak da yalnız O'na mahsustur. Hüküm verirken hiç kimseyi ortak kabul etmez. Her neye hükmetse, kendi mülkünde hükmettiğinden hükmünde müstakildir.
•
Ashâb-ı kehf kıssasının sonunda Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine yüce Kitab'ını okumasını ve insanlara tebliğ etmesini emir buyurmaktadır:
"Rabb'inin Kitab'ından sana vahyedileni oku!" (Kehf: 27)
Onunla amel etmek ve ondaki yüce gizliliklere ulaşmak için oku.
"O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın." (Kehf: 27)
Kur'an-ı kerim kıyamete kadar, ilk nazil olduğu şekliyle devam edecek ve hiçbir surette değişmeyecektir. Ne eksiltilebilir, ne de ona bir şey ilâve edilebilir. O'nun hükümleri de böyledir.
Bu ikaz görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ediyor olmasına rağmen, gerçekte kâfirlere böyle bir uzlaşma ümidi taşımamalarını belirtmektedir.
Eğer onu bütünüyle kabul etmek istiyorlarsa, âlemlerin Rabb'inden vahyolunduğu şekliyle kabul etmek zorundadırlar.
Onları memnun etmek için hiçbir harfinde bile aslâ değişiklik yapılacağı düşünülemez.
Nitekim müşrikler Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu hususta bir çok tekliflerde bulunuyorlardı.
Onların bu isteklerine muhtelif Âyet-i kerime'lerde sarih olarak cevaplar verilmiştir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: 'Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.' dediler.
De ki: 'Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değildir. Ben ancak bana vahyedilene tâbi olurum.
Şüphesiz ki eğer ben Rabb'ime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım.'" (Yunus: 15)
Allah-u Teâlâ'ya kavuşacaklarını ummayanlardan başkası böyle bir istekte bulunmaz.
•
Ashâb-ı kehf kıssasını anlatan Âyet-i kerime'lerde, İslâm'ın ilk yıllarında Mekke-i mükerreme'de inananları tedirgin ve huzursuz edip din hürriyeti tanımayan müşriklerin ezâ ve cefâlarına tahammül etmeye çalışan müminleri, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslümanları teselli etmek üzere Ashâb-ı kehf misal verilmektedir.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Tuhfe-i Aliyye" isimli eserinin "Beklenen Mehdi Hakkında" bölümünde Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman Hazret-i Ali -kerremallahu veçhe-nin ve Hâtem-i veli'nin ruhaniyeti ile icraat yapacağını beyan buyurmaktadır:
"Her asırda istihlâf olunan (birisi kendi yerine geçirilen) halife elbette bir vezir-i âkile (akl-ı başında bir vezire) muhtaçtır. Zirâ Ğaniyy-i mutlak Allah-u Teâlâ'dır.
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız." (Fâtır: 15)
Mucibince insanlar O'na muftekirdir (muhtaçtır) ve ol bir Sultan-ı selâtindir ki (Sultanlar sultanıdır ki) nazîrden münezzeh ve vezirden müberrârdır.
Pes (şimdi) her sultan tahkîk-i ubûdiyet (kulları araştırmak) için vezire muhtaç olıcak.
Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun vech-i arzda müddet-i bekâsı vüzerâsı adedincedir (yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin sayısı kadardır). Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Râcih olan vüzerâsı (üstün olan görüşe göre vezirleri) dokuz olup, yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır.
Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhãhîden maksud (kastedilen) ise rûhãnîyyet-i Murtaza -kerremallahu veçhe-dir ve rûhâniyet-i Hatm-i Evliyâ'dır." (Tuhfe-i Aliyye, sh: 229)
Ashâb-ı kehf kıssasını anlatan Âyet-i kerime'lerin ilkinde bahsi geçen "Ashâb-ı rakîm", Ashâb-ı kehf'ten başka kimselerdir.
Nakledildiğine göre bunlar yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınmak zorunda kalan üç kişiydiler. Dağdan yuvarlanan bir kaya mağaranın ağzını kapayınca, hayatları boyunca yaptıkları en değerli birer iyiliği anarak bu sıkıntıdan kurtulmaları için Allah-u Teâlâ'ya duâ ettiler. Allah-u Teâlâ da duâlarını kabul ederek onları kurtardı.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bir zamanlar üç kişi yolda giderlerken kendilerini yağmur tutmuş ve dağda bir mağaraya sığınmışlar. Arkasından mağaranın ağzına dağdan bir kaya düşmüş ve onları kapamış.
Bunun üzerine yolcular birbirine:
'Bakın, Allah için sâlih amel işledinizse, o ameller vasıtasıyla Allah'a duâ edin. Ola ki Allah bu kayayı sizden açar.' demişler.
İçlerinden biri:
'Allah'ım! Benim iki ihtiyar geçkin ana-babamla, bir karım ve küçük çocuklarım vardı. Onlara iyi bakardım. Hayvanlarımı yanlarına getirdiğim vakit süt sağar, önce annemle babamdan başlayarak çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Şu kadar var ki, bir gün ağaçlık beni uzaklara götürdü de akşamlayıncaya kadar gelemedim ve onları uyumuş buldum. Hemen önce yaptığım gibi süt sağdım ve kabı getirerek başları ucuna dikildim. Onları uykularından uyandırmaya kıyamıyor, çocuklara da onlardan evvel süt vermekten çekiniyordum. Çocuklar ayaklarımın dibinde çağrışıyorlardı. Benim ve çocukların hali bu minval üzere fecir doğuncaya kadar devam etti. Eğer benim bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayadan bize bir miktarını arala da, ondan gökyüzünü görelim.' demiş.
Bunun üzerine Allah kayanın bir miktarını aralamış ve ondan gökyüzünü görmüşler.
Diğeri:
'Allah'ım! Benim bir amcamın kızı vardı. Onu erkeklerin kadınları sevmesinin en son derecesiyle sevmiştim. Ondan kendisiyle evlenmek talep ettim. Amma o bana gelmekten imtinâ etti. Hatta kıtlığa duçar oldu, bunun üzerine bana geldi. Ben de kendisine yüz yirmi altın verdim. Ayaklarının önüne oturduğumda: 'Ey Allah'ın kulu! Allah'tan kork ve bu mührü nâhak yere açma!' dedi. Ben de yanından kalktım. Eğer bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayanın bir kısmını bize aç!' demiş. Allah-u Teâlâ da onlara bir miktar daha açmış.
Öteki:
'Allah'ım! Ben bir ölçek pirince bir çırak tutmuştum. İşini bitirdiği vakit: 'Bana hakkımı ver!' dedi. Ben de kendisine ölçeğini arzettim. Fakat o kabul etmedi. Onu ekmeye devam ettim. Nihayet o pirinçten çobanlarıyla birlikte bir sürü sığır elde ettim. Derken bana geldi ve: 'Allah'tan kork da benim hakkıma zulmetme!' dedi.
Ben:
'Çobanlarıyla beraber şu sığırlara git de onları al!' dedim.
Bu sefer:
'Allah'tan kork! Benimle alay etme!' dedi.
'Ben seninle alay etmiyorum. Bu sığırları çobanlarıyla birlikte al!' dedim.
O da aldı ve götürdü. Eğer bunu senin rızânı talep için yaptığımı biliyorsan, bize kayanın kalan kısmını da aç!' demiş.
Bunun üzerine Allah kalan kısmı da açmış ve mağaradan çıkıp gitmişler." (Müslim: 2743)
Burada görülüyor ki Allah-u Teâlâ has kullarının yaptığı güzel ameller sebebiyle hoşnut olur ve onları en sıkıntılı bir zamanda kurtarır. Hiç kimseden bir yardım gelmediği anda imdadına yetiştiği gibi, ahirette de rahmet ve merhamet eder. En tehlikeli geçitleri hiç haberi olmadan geçirir.
Kur'an-ı kerim'de muhtelif vesilelerle kıssalara yer verilmektedir. Bu kıssaların gaye ve hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir.
Yâsin sûre-i şerif'inde geçen kıssada kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları anlatılmaktadır:
"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler gelmişlerdi." (Yâsin: 13)
Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini vermektedir.
İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların vekillerinden murad, kibar-ı evliyâullah'tan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şâmil değildir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı şekilde karşı koydular.
"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." (Yâsin: 15)
Fazla ne meziyetiniz olabilir ki, öyle bir dâvâda bulunuyorsunuz? Sizde, iddia ettiğiniz elçilik vasfı yoktur.
"Rahman herhangi bir şey indirmedi." (Yâsin: 15)
Size boyun eğmemiz neden gerekli olsun?
"Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (Yâsin: 15)
Bu yalanlama, Allah dâvetçilerini yalanlayan her topluluğun benzer durumudur.
O mübarek elçiler Allah-u Teâlâ'nın bilgisini delil getirdiler.
"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz." (Yâsin: 16)
Eğer O'na karşı yalan söyleyen kimseler olsaydık, o bizi kahreder, bizden şiddetle intikam alırdı. Fakat O, bize yardımcı olacak ve size karşı bizi muzaffer kılacaktır.
"Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yâsin: 17)
Eğer siz itaat ederseniz, dünyada da ahirette de bahtiyar olursunuz. Dâvetimize icâbet etmezseniz, bundan dolayı ne kadar aldanış içerisinde olduğunuzu ileride bileceksiniz. İster kabul edin ister reddedin.
Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.
"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık." (Yâsin: 18)
Çünkü onlar şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar, o arzulara uymayan her şeyi uğursuz sayıyorlardı. Oysa ki uğursuzluk iliklerine kadar yuvalanmış bulunuyordu da bunu bir türlü anlayamıyorlardı.
"Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur." (Yâsin: 18)
Bâtıla sapanlar hak söze karşı çıkarak işi kavga ve gürültüye dökmüşlerdi. Allah yoluna dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.
"Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir." (Yâsin: 19)
Başınıza gelen ve gelecek belâlar, sizin çirkin işlerinizin birer neticesidir, şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil sizsiniz.
Şu halde herkes uğur yahut uğursuzluğunu kendisi meydana getirir.
"Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur?" (Yâsin: 19)
Biz size nasihatta bulunup Allah'ın birliğine çağırdığımız için mi bu sözlerle tehdit ediyorsunuz? Bu mudur sizi kurtarmaya çalışmamızın karşılığı?
"Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz." (Yâsin: 19)
Hidâyetten değil dalâletten hoşlanıyorsunuz. İyiliğinizi değil kötülüğünüzü istiyorsunuz. Hakkı değil bâtılı tercih ediyorsunuz. Ulvi hayattan değil süflî hayattan zevk alıyorsunuz.
Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.
"Şehrin en uzak semtinden bir adam koşarak geldi." (Yâsin: 20)
Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İmanın hakikatini kalbinde hissedince, artık susmaya, eninde sonunda utanmaya tahammülü kalmamıştı. Duracak zaman olmadığını anladı, bu hakikati etrafa duyurmak için koştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
"Dedi ki: Ey kavmim! Gönderilmiş bulunan bu elçilere uyunuz." (Yâsin: 20)
Tebliğleri muvacehesinde Allah'ın birliğini tasdik ederek, O'na ibadet ve taatta bulunun. Putlara tapmaktan vazgeçin.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz." (Yâsin: 21)
İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.
Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.
"Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
•
Habib-i Neccar daha sonra iman edişinin sebeplerinden bahsetmeye başladı:
"Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" (Yâsin: 22)
O elçiler bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanımaya dâvet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum. Ben beni yaratana kulluk etmeyi vazifem bilirim. Çünkü O benim yaratıcımdır. O halde siz, sizi yaratan Rabb'inize ne diye inanıp ibadet etmeyesiniz?
"Siz de O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin: 22)
Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik bekleyebilirsiniz?
"Ben, O'ndan başka ilâhlar edinir miyim hiç?" (Yâsin: 23)
Elbette edinmem.
"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaatı bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yâsin: 23)
Bunu hiç düşünmez misiniz? Ne kadar da kıt akıllısınız!
"O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 24)
Yaratan'a ortak koşmak, hiç şüphe yok ki en büyük sapıklıktır.
•
Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki ben sizin de Rabb'iniz olan Allah'a inandım. O halde beni dinleyin." (Yâsin: 25)
Nitekim onun dünyadaki sözleri insanlar için bir öğüt ve ibret olmak üzere anlatılmıştır.
O, bu sözleri söyleyince halk üzerine hücum etti. Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhiden kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
Kendisinin erdiği bahtiyarlığı bilseler de küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar.
O gerçekten kavminin hidâyet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi.
Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)
Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit biçimde tamamlanmıştı.
"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)
Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda yerle bir edildiler.