Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fusûsu'l-Hikem"i üzerine mükemmel bir şerh yazan Muhammed Ca'fer ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, "Hâtemü'l-velâye" mertebesinin mâhiyet ve keyfiyeti ile ilgili beyan ve ifşaatlarına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Muhammed Ca'fer ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde; Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fusûsu'l-Hikem"inde, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın temsil ettiği tuğlayı "gümüş tuğla" olarak gören Hâtemü'l-evliyâ'nın, kendisini neden "altın tuğla" şeklinde gördüğüne işâret ederek; bu durumun, peygamberlerin kevnî nass ve hükümlerle tahakkuk etmesinden, bu makâmı temsil eden velînin ise doğrudan doğruya Allah'tan gelen saf ve vâsıtasız tecellîlere erişmesinden kaynaklandığını haber vermiştir:
"Onun (Hâtemü'l-evliyâ'nın) has bir Hatmiyyet'e vâsıl oluşu, kendisini onun (Hâtemü'r-rusül'ün) nübüvveti yönünden başka bir mütâba'ata da vâsıl kılar. Ona vâsıl olmasını sağlayan, duvardaki en sağlam ve esaslı tuğlayı altından; her peygamber aynı zamanda velî de olduğu için, kendisine velîlik kademi üzre bulunan her peygamberin nübüvvetini ve velâyetini gösteren diğer duvarın bütününü ise gümüşten görür. Şu hâlde nübüvvet gümüşken, velâyetin rumuzunun bu tuğla olmayışı nedendir?
Ondan murad, îlâhî tecellîlerin aynından ibâret olan, bizzat Allâh'a âit olan hakîkatlerdir. Peygamberlerin hakîkatleri ise, İlâhî tecellîlerin aynına karşılık gelen ve onların hakîkatleriyle ilgili nassların da hakîkatleri olan kevnî hükümlerin mevzîliğini hâvîdir. Bu nedenledir ki, hâlis ve parlak bir gümüşe nisbet olunmuştur.
Peki bunun yaygın olan sıfatıyla, kaynak sıfatıyla onlara tâbiliğin izhârı dışında; gizliden gizliye onların (peygamberlerin) -aleyhimü's-selâm-, İlâhî tecellîlerin zuhûrunun kemâlini gerekli kılan hakîkatlerinin, hâlis ve ayrı bir kaynağı olduğunun söylenmesi nedendir?
Peygamberleri sırf bu nedenle gümüş olarak zikretmekten tenzih ederim. Onun altının dışında saf ve berrak kılınması, onların vasıflarını zuhûr ettiren kemâlin ve ma'nânın ayırt edilebilmesi içindir. Şu kadar var ki, peygamberlerin hakîkatleri de bulanıklıkları delip geçer. İlâhî tecellîlerin kendisiyle örtülmesi husûsunda 'varlıklar'a gelince, onların kendilerine hamledilen hakîkatleri hakkındaki işin bundan uzak olmayışının dışında, peygamberlerin hakîkatlerini doğuran, onların hakîkatleriyle kıyas edilen ilmi göstermeyen varlıkları da içine alır. Bu nedenle onların hakîkatleri gümüşe, onunki saf altına nisbet olunmuştur. Zîrâ onların, resullerin keşfi dışında da birtakım keşifleri vardır ve bu her yönden teslim görmüştür. Peygamberlerin keşfi, peygamberlikleri nedeniyle onlardan başkasında bulunmayan bir cihetten, onların keşifleri ise velâyetleri cihetindendir. İşte bu yazılanlar, onun (Şeyhü'l-ekber'in) 'altın' ve 'gümüş'ü zikretmekteki murâdını gösterir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 113-114)
Şeyh Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"in bir başka yerinde; Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm kendisine temsil olunan "Nübüvvet duvarı"nda kendi nefsini gümüşten tek bir tuğla sûretinde gördüğü hâlde, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın kendisini "Velâyet duvarı"nı tamam-layan altın ve gümüşten yapılmış iki tuğla şeklinde görmesinin sebebini ise şöyle izâh etmiştir:
"Hâtemü'l-evliyâ, kendisini duvarda noksan olan iki tuğla yerinde, onu tamamlayan bir altın tuğla ve bir gümüş tuğla şeklinde görür. O, kendi hakîkatinin aynını gördüğü nefsini, o iki tuğla yerine yerleşmiş olarak görür, dolayısıyla da Hâtemü'l-evliyâ duvardaki o iki tuğlayı tekmil edip tamamlamış olur. Onu gümüşten ve altından yapılmış iki tuğla şeklinde görmesini gerektiren sebep, hükmün, yâni Şerî'at-ı Muhammediyye'nin zuhûru nedeniyle, zâhirde Hâtemü'r-rüsul'ün Şerî'atına tâbî olmasıdır. Hâtemü'r-rusül nasıl ki gümüş tuğla olmuşsa, o da Hâtemü'r-rusül'ün Şerî'at'ını gümüş tuğla olarak görür. O, (bahsedilen bu ilmi) sırrda (bâtında) Allah'tan elde eder, bu ise 'velâyet'i cihetinden gerçekleşir. Diğer velîler ise O'ndan alamamaları nedeniyle, onlara (peygamberlere) vâris olmaları sâyesinde Allah'tan alırlar.
İşte burada üstünlükle murâd edilen, her iki mertebenin de vâsıtasız olarak Allah'tan alamamasıdır. Bu velî ise başlangıçtaki şeyle hudutlandırılamaz ve tâbîlik yolu dışında herhangi bir şeyle hudutlandırılması mümkün de olmaz. Peygamberin temeli ise vâsıta üzerine kuruludur ve aynı zamanda kâmil vârislerin hepsinin kemâline mütâbaatta bulunur. Bu ise, aynıyla bizim de Hâtemü'r-rüsul'e tâbî olduğumuz 'zâhir' sûretiyle gerçekleşir. Çünkü o, hikmet sâhipleri cümlesinden olduğu için, onu kaynağından alması nedeniyle İlâhî emri aynen, olduğu gibi görür, böyle görmesi de gerekir. Bu ise, velâyeti bakımından onun da -aleyhi's-selâm- aldığı, 'velâyet tuğlası'ndan ibâret olan 'altın tuğla'nın yeridir. Bu ise, bizim sözünü ettiğimiz ve onun (Hazret-i Şeyhü'l-ekber'in) de zikrettiği 'Bâtın' denilen şeydir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 114-115)
Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"inde, Resûlullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla haberleştiği makâmın "Vahiy makâmı", Hâtemü'l-evliyâ'nın doğrudan doğruya O'ndan aldığı makâmın ise "Vâsıtasız alma makâmı" olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O (Hâtemü'l-evliyâ) elde edeceğini öyle bir kaynaktan elde eder ki, elde edilene defâlarca kez refâkatte bulunmuş olan melek, yâni Resûl'e (Aleyhi's-selâm) O'nun vahyini ulaştıran ve onu kalbinin üzerine inzâl buyuran ilk ve en kâmil melek de onu aynı kaynaktan elde eder. Ancak Peygamber Aleyhi's-selâm onu, kendisinin ikmâl edip tamamladığı 'nübüvvet' cihetinden elde eder, vahyin dışında da başka bir şey için (ona) yönelmez. Velîlerden bu zikrettiğimiz kişi ise, bu iki makâmın her ikisini de; 'velâyet' ve 'nübüvvet'e karşılık gelen (vâsıtasız) 'alma' makâmını da, 'vahiy' makâmını da görür.
Şimdi sen şâyet bize îtibâr eder de, bizim kendisine işâret ettiğimiz şeyi idrâk edebilirsen; senin için velâyet mertebesinin ma'rifetine ve onun (Hazret-i Şeyh'in) bir velînin Allah'tan ne şekilde aldığını gösteren sözlerine akıl erdirmeni sağlayacak faydalı bir ilim husûle gelmiş demektir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 115)