Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
Âyet-i kerime'de:
"Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur." buyuruluyor. (A'râf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Âyet-i kerime:
"Biz ona iki de yol gösterdik." (Beled: 10)
"Semud kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü hidayete tercih ettiler." (Fussilet: 17)
"Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almışlardır." (Bakara: 175)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Âyet-i kerime:
"Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir." (Hacc: 46)
Hazret-i Allah azim nispetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
Âyet-i kerime:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebut: 69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra, nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nûr olur.
Cenâb-ı Hakk'ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Âyet-i kerime:
"Allah'ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir." (Bakara: 120)
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?" (En'am: 122)
Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. Allah'ın hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz. O'nun dalâlete düşürdüğünü kimse hidayete erdirip doğru yola iletemez.
Âyet-i kerime:
"Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir." (İbrahim: 4)
"Allah kimi dalâlette bırakırsa, ona hidayet edecek yoktur. Allah'ın hidayete erdirdiğini de dalâlete düşürüp saptıracak yoktur." (Zümer: 36-37)
Cenâb-ı Hakk'ın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Hazret-i Allah onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Âyet-i kerime:
"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!" (Nisâ: 115)
"Allah, kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez." (Bakara: 264)
Bütün kalpler Hazret-i Allah'ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
Âyet-i kerime:
"İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. (Sana düşen hidayete davettir.) Şu kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder." (Bakara: 272)
"Dileseydik herkese hidayet verirdik." (Secde: 13)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ancak hidayet sayesinde erişilir. Kul; iradesini imana sarfettikçe, hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe, Allah-u Teâlâ'nın hidayeti de artar durur.
Âyet-i kerime:
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed Aleyhisselâm: 17)
Bir Âyet-i kerime'sinde de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
"O size nasıl hidayet ettiyse, siz de O'nu öylece zikredin." (Bakara: 198)
Zikrullah, hidayete ermenin bir şükran ifadesidir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhinin muhafaza ve bekası için ısrarla Rabbül-Âlemin'e iltica edilmelidir:
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin." (Âl-i İmrân: 8)