Muhterem Okuyucularımız;
Cehennem önderlerine tâbi olanlar nasıl ki onlarla bir ve beraber ebedî cehennem azabı ile cezalandırılacaksa, Hak ve hakikate tâbi olan saadet ehli ve onlara tâbi olan topluluklar da ebedî cennet nimetlerine ve ebedî saadete kavuşacaklardır.
"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)
"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)
Bu ilahi nimetlere nâil olanlar; Allah ve Resul'üne, Allah ve Resul'ünün yolundan gidenlere tâbi olanlardır.
"Resulüm! Onlara söyle: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir."" (Âl-i imran: 31)
Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmadan kurtuluşun mümkün olmadığının bir delilidir.
Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlı olan bu zümrenin varisleri kıyamete kadar bâkidir. Bu öncüler her asırda mevcuttur.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Nasıl ki geçmiş devirlerde ortalığın karardığı, dinin esaslarının ortadan kalktığı bir zamanda Allah-u Teâlâ Ulü'l-azm bir peygamber göndermekle dinini ayakta tutmuş, nurunu yaymış ise, bugün de ortalık kararmış, iman ile küfür birbirine girmiş, dalâlet ehli öne geçmiş bulunmaktadır. Din kurucular çoğalmış, allahlık davası güdülüyor.
Vakta ki Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi. Bu manevî nur onların sahte dinlerini yok etti. Dimdik ayakta duran İslâm dini meydanda kaldı. İşte ulü'l-azm peygamber vazifesi budur.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ her an peygamber gönderecek değil. Ama dilediği zaman O hükmünü yürütür.
•
İman teslimiyet veitaattir.
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Diğer bir Âyet-i kerime'de müminlerin meth-ü senâya lâyık halleri, ilâhî hükümlere olan itaatleri ve bu sayede kurtuluşa erdikleri beyan buyurulmaktadır:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saadete erenler onlardır." (Nûr: 51)
•
Bâki, esselâmü aleyküm ve rahmetullah...
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Habib-i Ekrem'inin dosdoğru bir yolda bulunduğunu bize açık olarak ferman buyuruyor.
"Resulüm! Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin." (Zuhruf: 43)
Senin takip ettiğin yol Sırat-ı müstakim'dir. O yolu takip edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın neticesi cehennemdir.
"Resulüm! Allah'a tevekkül et. Şüphesiz sen apaçık hakikatın üzerindesin." (Neml: 79)
Ümmetine hakikatı beyan etmekte, hak ile bâtılın arasını ayırmaktasın.
"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun." (Müminun: 73)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın izinden giden vekilleri de bu Âyet-i kerime'lerin tecelliyatına mazhardır. Tam ve kâmil vekili olan Hatemü'l-evliyâ ise tam mazhardır. O onun vazifesini yapar. Dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmak ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle iş gören vekiline tâbi olmakla mümkündür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Önceki sayılarımızda bu Âyet-i kerime'yi ve bu Âyet-i kerime mucibince cehennem önderlerinin ve onlara tâbi olan toplulukların ahiretteki durumlarını arzetmiştik.
Cehennem önderlerine tâbi olanlar nasıl ki onlarla bir ve beraber ebedî cehennem azabı ile cezalandırılacaksa, Hak ve hakikate tâbi olan saadet ehli ve onlara tâbi olan topluluklar da ebedî cennet nimetlerine ve ebedî saadete kavuşacaklardır.
"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)
"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)
Bu ilahi nimetlere nâil olanlar; Allah ve Resul'üne, Allah ve Resul'ünün yolundan gidenlere tâbi olanlardır.
"Resulüm! Onlara söyle: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir."" (Âl-i imran: 31)
Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmadan kurtuluşun mümkün olmadığının bir delilidir.
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ'yı sevdiğini iddia eden herkese şamildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy "Bakınız Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi tutuyor ve bizlere hıristiyanların İsâ'yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor." dedi.
Bunun üzerine ikinci Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Resulüm de ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imran: 32)
Nitekim:
"Sünnet-i seniyyeme tâbi olmayan benden değildir." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her emr-i şerifine ittiba etmek gerekir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kişi sevdiği ile beraberdir." (Buhârî)
"Kişi sevdiğiyle haşrolunur." (Keşf'ül-hafâ)
Allah-u Teâlâ'nın sevdiklerini sevenler ebedî saâdette, buğzettiğini sevenler ise ebedî felâkettedir.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Saâdet ehlinin öncüleri Âyet-i kerime'de şöyle tarif edilmektedir:
"Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar!" (Vâkıa: 10)
Âyet-i kerime'de geçen "Sâbikûn" kelimesinin türemiş olduğu "Sebk" kelimesinin mânâsı: "Yürüyüşte öne geçmek" demektir.
Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O'nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer alırlar. Sayıları çok azdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh'la desteklediği, Sıddıkiyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
"Onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır." (Fâtır: 32)
İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhîyi taşırlar.
"İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir." (Fâtır: 32)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'snde onları övmüştür.
"İşte onlar mukarreblerdir. (Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlardır)." (Vâkıa: 11)
Bunlar "Mukarrebûn" ünvanını almışlardır, mânevî kurbiyete nâil ve dahil olmuşlardır. Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetindedirler. Dünyada O'nunla oldukları gibi, ahirette de O'nunladırlar.
"Naîm cennetindedirler." (Vâkıa: 12)
Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ iledirler, O'na nazar ederler, O'nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada en güzel bir şekilde yaşatır.
Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş, onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Her asırda benim ümmetimden 'Sâbikûn=önde gelenler' vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdirül-usûl)
Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzüsuyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.
Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlı olan bu zümrenin varisleri kıyamete kadar bâkidir. Bu öncüler her asırda mevcuttur.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ'nın, kalplerine nuru akıtıp hakikati bildirdiği, Zât-i akdes'ini duyurduğu ve hakikati bildirmek için gönderdiği kullardır.
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)
Bu gönderilme durumu O'nun dilemesi iledir. Kimi ne ile gönderdi ise, o vaziyeyi yapar. Hepsi de O'nun emri ve hükmüyle hareket eder.
İsâ Aleyhisselâm'ın Antakya halkına gönderdiği üç davetçiyi aslında Hazret-i Allah'ın gönderdiği beyan edilmektedir.
"'Gerçekten biz size gönderildik.' demişlerdi." (Yâsin: 14)
Bu ilâhî hüküm kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Bu gönderilenler Hazret-i Allah'ın emrini tebliğ ettiği için onlara itaat şarttır. Onlara isyan etmek gönderene isyan etmek demektir. Bugün de böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir." (Müslim)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bir fırkanın kurtulacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Yani o vazifedarlar bu bir fırkadan çıkacak, başka fırkalardan çıkmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş vazifedarlardır.
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, hakkı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Böyle bir karanlık devir içinde Allah-u Teâlâ böyle bir nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri,"Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını" buyuruyor ve yaydı.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle haber veriyorlar:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuru ile aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." (260. Mektûp)
"Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara (iç yüzüne vâkıf olanlara) gizli bir mânâ değildir." (317. Mektûb)
Binaenaleyh bu en büyük fitne zamanında; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtemü'l-evliyâ, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur."
Dikkat edilirse "Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz." buyuruyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı ilâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif'inin 81. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber vermişti. İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine dair onlardan söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Nitekim Hâtemü'l-evliyâ'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatm'ül-evliya" isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Bu zâta ve bu zâtın tâbilerine dair işaretleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerin de bulabilirsiniz.
Nitekim Naim bin Hammad'ın Ka'b'dan rivayet ettiği Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır." (İmâm-ı Suyûtî, Kitab'ü-l Arf'il Verdi Fî Ahbâr'il Mehdi, sh: 99. Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif)
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
Bunu aklınız, havsalanız almaz.
Nasıl ki geçmiş devirlerde ortalığın karardığı, dinin esaslarının ortadan kalktığı bir zamanda Allah-u Teâlâ Ulü'l-azm bir peygamber göndermekle dinini ayakta tutmuş, nurunu yaymış ise, bugün de ortalık kararmış, iman ile küfür birbirine girmiş, dalâlet ehli öne geçmiş bulunmaktadır. Din kurucular çoğalmış, allahlık davası güdülüyor.
Vakta ki Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi. Bu manevî nur onların sahte dinlerini yok etti. Dimdik ayakta duran İslâm dini meydanda kaldı. İşte ulü'l-azm peygamber vazifesi budur.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ her an peygamber gönderecek değil. Ama dilediği zaman O hükmünü yürütür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki: "Yeryüzü, ilâhî hükümleri ayakta tutan kimseden de hâlî kalmaz. ... Allah-u Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. ... İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın kulları içinden seçtiği dostları, yeryüzünde dinine dâvet ve irşad için vazifelendirdiği kullarıdır." (Ebu Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134'den naklen)
Hadis-i kudsî'de Allah-u Teâlâ, Yahya Aleyhisselâm'a son peygamberin ümmetinden olan bu büyük zatı müjdeleyerek nebilerin ve Resullerin dahi gıpta edeceği bir kemalatla gönderileceğini vahyetmiş, bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Ona nur vermiş ve Onu kudsî ruhla desteklemiştir.
"Bu benim lütfumdur, sizi ebedî saâdete davet ediyor. Hükümlerime, emirlerime râm olmanız ve saadet-i ebediyeye ulaşmanız için bu lütfullahı vesile kılıyorum." diyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saadete erenlerdir." (A'râf: 157)
Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını ve malını feda edeceğine dair söz vermiştir.
Kalben bu sözleri verenlere âit Allah-u Teâlâ'nın şöyle bir ferman-ı ilâhisi var:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
İşte bunlar niyet-i halisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
"Muttakilere vaad edilen cennetin durumu şudur: Orada (temiz) su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Ve orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Bunlardan da öte, Rabb'lerinden bir bağışlama vardır." (Muhammed: 15)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" adlı eserinde, risâlet, nübüvvet ve velâyet arasındaki farka işâret ederek; kitap ile gönderilen peygamberlerin "Hâdî" olan Allah'ın hidâyetine dâvetle vazîfelendirildiklerini, Hâtemü'l-evliyâ'nın ise "Veliyyü'l-Hamîd" olan Allah'ın velâyetine "Vekâlet"e tâyin edildiğini açık bir dille haber vermiştir:
"Risâlet ve nübüvvet, daha doğrusu Şerî'at'la ilgili olan peygamberlik ve onunla ilgili olan resullük sona ermiştir; Allah kendisini ne 'Nebî', ne de 'Resul' diye isimlendirmemiştir. Kendisini 'Velîyyü'l-Hamîd' diye isimlendirmiş olan Allah-u Teâlâ, velâyetin ise ebediyyen sonunu getirmez. Şerî'at nübüvvetiyle kastedilen nübüvvet ve risâletin, O'nun ancak emri ve nehyiyle alâkalı bir velâyet olduğunda şüphe yoktur. Resuller ancak bu yönleriyle evliyâ olduklarından, zikrettiğimiz şeyi ancak Hâtemü'l-evliyâ'nın kandilinden görebilirler. Nitekim 'Velî'nin, Allah'ın bir ismi olduğu sâbittir. 'Resûl', emir ve nehiyle ilgili şeyin kendisiyle kâim kılındığı kimsedir, o ise Velîyyü'l-Hamîd olan Allah'ın Vekîl'idir. İşte bu, 'Hâtemü'l-evliyâ' kelâmı hakkındaki mânâlardan bir mânâdır." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 53b-54b)
Cenâb-ı Hakk öyle murad etmiş. Bu husus öyle derin öyle ince bir mevzudur ki Hazret burada Hâtemü'l-evliyâ" Velîyyü'l-Hamîd olan Allah'ın Vekîl'idir." diyor. Burası çok mühim.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Hâtemü'l-evliyâ, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- yolunda, onun nübüvveti ve Allah'ın mührü ile yürür." buyuruyor. (Hâtemü'l-evliyâ)
O öyle murad etmiş, mahluka ait hiçbir şey yok.
Nitekim Abdullahi Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyuruyor:
"O Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir." (Şerhi'l-Füsus lil-Bosnavî, Nafiz Paşa, nr. 536)
O O'nun halifesidir. Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanlarını akıl almaz.
Yine Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ'yı ancak keşif ehli olan zâtların anlayabileceğini haber veriyor:
"Resuller de onu (o ilmi) görecekleri zaman, ancak Hâtemü'l-evliyâ'nın mişkâtından görürler. Bunu ise ehl-i keşiften ancak çok uyanık ve zekî olan kişi anlar. O da ancak, sonradan ortaya çıkanla 'kadîm', yâni 'en ilk olan' hakkında kalbi açılıp genişletilmiş bir kimse, veya müşâhade nûruyla benim sözüm kulağına ilkâ kılınmış, selim kalbe sâhip bir taklitçi olabilir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 53b)
Bu zat çok ince bahsetmiş.
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî" isimli eserinde "Havass için bir sır olan bu makam" buyuruyor. (Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 141b-142a yaprağı.)
Bu ilim onlar için bir sır.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Mektubat" adlı eserinin "317. Mektub"unda Allah-u Teâlâ'nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini şöyle açıklamıştır:
"O ilim ve mârifet; haller, vecidler, tecelliyât ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür."
Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri de "El-İnsanü'l-kâmil" isimli eserinde:
"Kimsenin erişemeyeceği bir makamdır." diyor. ("El-İnsanü'l-kâmil"; s. 455, trc. A. Mecdi Tolun)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gayb âleminden sesler" mânâsına gelen "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinin 33. Makale'sinde insanları dört kısımda anlatmış; en yüksek derecenin dördüncüsüne verildiğini söyleyerek Hâtem-i veli'nin yüce vasıflarını bir bir beyan etmiştir.
Buyurur ki:
"Sana bu insan lâzım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma.
Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir.
Şunu bil ki: O ne söylerse selâmet ondadır. Helâk, bataklık başkadadır.
Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur.
Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz." Amma Allah başka türlü emretmiş ise bir şey denemez. Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere kimse şaşmaz."
Ne kadar açık bir ifşaat. Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur." buyuruyor. En mühimi burası. Şimdi Allah-u Teâlâ ona vermiş, başkasına vermemiş, başka tarafta aramak boşuna harekettir.
"Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz."
"Bilmiyordum!" diyememesi için. Bir kimse "Ben duymadım, bilmiyorum!" diyemez. Çünkü bir insan "Ben bilmiyordum!" demekle kurtulamaz.
Ayrıca en yüksek derecenin ona verilmesi ezelden iki kandili öyle halketmesinden dolayıdır. Ona ilim Allah tarafından veriliyor. Muallimi Hazret-i Allah'tır.
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi -kuddise sırruh- Hazretleri Mesnevî'nin beşinci cildinde bizatihi bu hususu isim zikrederek açıklıyor ve akıllardaki vehimleri ve kuruntuları otomatikman izale ediyor.
"Dağ gibi akıllar bile vehim denizine ve hayal girdabına gark olup batmıştır. Bu kötülük tufanı, dağları bile aşarken Nuh'un gemisine binenlerden başka kim aman bulur, kurtulur?
Yakîn yulunu kesen bu hayal yüzünden din ehli (müslümanlar), tam yetmiş iki fırka oldu. Yalnız yakîn eri, vehim ve hayalden kurtulur. Kaşının kılını hilal (yeni ay) sanmaz. Fakat bir kimseye Ömer'in nuru (ışığı) dayanak olmadıkça, yolunu kaşının eğri kılı keser. Yüz binlerce büyük ve dehşetli gemi, vehim denizinde paramparça olmuştur." (Mesnevî, c. 5 s. 156 - 2655. beyit)
Bundan murad, Allah-u Teâlâ ezelden iki nuru halketmiş, o bir nuru gittiyse diğeri mevcuttur. O ikinci mevcuda merbut olmayan birincisine de olmamış oluyor. Partilere dayanan buradan helâk oluyor.
Herkes kaşındaki tüyü ay zannedecek, kendisini öyle görecek. Ama Ömer'in yolu öyle değil. Kılı kırk yarar. İsim ile zikrediyor. Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun, ezelden seçmiş, Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri ismimi ve yolumu tarif ediyor. Ömer'in yolu öyle değil diyor, diğer evliyaullah ismimi zikretmiyor, Mevlânâ Hazretleri ismimizi zikrediyor. Ümmet-i Muhammed'in yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, ancak onun yolunun doğru olduğunu ifade ediyor.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir."
– Onlar kimlerdir ya Resulellah!
"Benim ve ashabımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bütün beyanlarımız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler iledir. Resulullah'ın ve ashabının yolundan, onların izinden basa basa gidiliyor.
İşte size bu yol tarif ediliyor. Allah ve Resul'ünün yolu!...
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ'nın alâmetlerinin ve yapacağı vazifesinin Kur'an-ı kerim'deki bazı ayetlere yerleştirildiğini haber vermiştir. "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" kitabında şöyle buyuruyor:
"Âl-i imrân'daki dört Âyet'te ise; asıl vücudundan önce ona gösterilen itinâ, cismî yaratılışının öncesinde onun şerefinin kıvama erdirilişi, güzel eserleri ve müşâhade edilen fiilleri; nâkıslığa, hatalara ve aykırılıklara karışıp, onları iyice şiddetlendikten sonra çözmesi ve (neticeye) bağlaması, korku ve çekingenliğin hiç değişmediği evi, peşinden gidenlerin onu bilemeyişi, onu tasdîkin halka vâcip olduğu ve Şer'î vesikaların ona tevdî edildiği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-74)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadîm'i Âl-i imrân sure-i şerif'inde geçen âyetlerden birinde "Onu tasdik etmenin halka vacip olduğunu" buyurduğunu haber veriyor.
Onu tasdik vacip olduğuna göre, onu tasdik etmeyen emr-i ilâhi'yi yerine getirmemiş olduğu için helâkına vesile oluyor.
Bunlar duyurmak için yazılıyor. Nasip kiminse o nasibini alır. Görüldüğü üzere gerçekten Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde işaret buyuruyor, fakat insanların çözmesi mümkün değildir. Ancak dilediğine duyuruyor, kime duyurmuşsa o çözebiliyor.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de ona itaatin vacip olduğunu şu beyanları ile ifade ediyorlar:
"O, onu diğer Resul'lerden üstün yaparak, kendisine itaati Resul'e itaatin içinde kıldı. Diğer veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı bunun gibidir.
Onlar has veliler ve Allah'ın yeryüzündeki erleri olan öyle kimselerdir ki, peygamberler ve şehidler kıyamet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlıklarına gıpta edeceklerdir. Allah bilendir." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ"; Haraççıoğlu)
İman, mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i Şehâdet"te toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "inanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman, kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile inandık diyenlerle, yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." (Mâide: 41)
Buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir.
Dil ile inandıklarını söyleyip de kalbiyle tasdik etmeyenler hakkında da şöyle buyuruyor:
"Bedevîler iman ettik dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, bari 'Müslüman olduk.' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.'" (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Allah-u Teâlâ kâmil müminleri üç sıfatla vasıflandırmaktadır:
Birincisi; Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine kesin iman.
İkincisi; şek ve şüpheye düşmemek.
Üçüncüsü ise; mal ve can ile cihad etmek.
Kim bu sıfatları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de müminlerin meth-ü senâya lâyık halleri, ilâhî hükümlere olan itaatleri ve bu sayede kurtuluşa erdikleri beyan buyurulmaktadır:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saadete erenler onlardır." (Nûr: 51)
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ı Rabb, İslâm'ı din, Muhammed'i peygamber kabul eden kimse imanın tadını tatmıştır." (Müslim: 56)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!
İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allah'tandır. Her şeyi bilici olarak Allah yeter." (Nisâ: 69-70)
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Diğer Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"O gün Allah Peygamber'ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak." (Tahrim: 8)
Zira Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhânî'si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber'e uymuşlar ve o nur izinde yürümüşlerdir.
"Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak." (Tahrim: 8)
O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.
Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?
Onları Peygamber'ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.
Kendilerinden başka kimselerin yürekler acısı durumlarını görünce şöyle derler:
"Ey Rabb'imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin." (Tahrim: 8)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâlarından birisi de şu idi:
"Allah'ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Beni nur eyle!" (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2146)
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurlar ki:
"Her asırda benim ümmetimden sâbikûn (önde gelenler) vardır. Ki bunlara Büdelâ ve Sıddîkûn denilir. Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhîye o kadar boldur ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdirü'l-usûl)
İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah'a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! De ki: Allah'ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." (Â'râf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ'nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O'nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz." (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nâil olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde buyurur ki:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Ahirette ise) mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz." (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Mümin; insan rızkının Allah-u Teâlâ'nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaati olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz." (Ankebût: 7)
"Mukarrebler" sınıfına girmiş olan müminler Allah katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ölen kişi Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti var." (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime'deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar. Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Ashâb-ı Yemin; amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Eğer sağcılardan ise; 'Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!' denir." (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
"Andolsun yavaşça çekenlere!" (Nâziat: 2)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere ölüm meleği ve yardımcıları müminlerin canlarını şefkat ve merhametle, sühulet ve yumuşaklıkla, rahatça ve usulca, sanki çözülmesi kolay bir düğümü çözer gibi kolayca alırlar.
"Andolsun yüzüp yüzüp gidenlere!" (Nâziât: 3)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere müminlerin canlarını aldıktan sonra, onlarla birlikte fezâda yüzüp giderler.
Onların bir mükâfatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar meleklerin: 'Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!' diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir." (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye layık olmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
"Âlem-i berzah" adı verilen kabir âlemi; ölüm ile kıyamet günü arasındaki zamandır, dünya ile ahiret arasında bulunan intikal âlemidir. Ölümle cesetten alâkasını kesen ruh, berzah âlemine geçer. Müminin ruhu orada ameline göre rahat bir hayat yaşar.
Kabirdeki bu yaşayış müminin dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Dünyadaki cesedinden alâka ve irtibatını kesen ruh, intikal etmiş olduğu berzahta, o âleme mahsus lâtif bir kalıba bürünür. Bu kalıp dünyadaki vücut gibi sert değildir, lâtiftir. Tıpkı sudaki suret gibidir. Dünyada iken hangi huy ve sıfatta ise, o şekilde bir kalıba bürünür.
Dünyada iken âhlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan arınmış olanlar o âleme insan olarak giderler. İnsan şeklinde ve sıfatındadırlar.
•
Mümin bir kulun ahiret yolculuğu Hadis-i şerif'lerde şöyle izah edilmektedir:
Mümin bir kula ölüm anında gökten, yüzleri güneş gibi parlayan melekler inerler. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından bir koku vardır. Görüş ufkunu dolduracak şekilde mümini kuşatarak otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, başucunda oturur.
"Ey temiz ve güzel ruh! Allah'ın mağfiretine ve hoşnutluğuna yönelerek bedenden çık!" der.
Ruh, su kabının ağzından damlanın aktığı gibi akarak çıkar. Can alındıktan sonra melekler bir lâhza dahi ruhu ölüm meleğine bırakmayarak cennet kefenine sararlar ve cennet kokusuna daldırırlar.
Onu yükseltirler. Rastladıkları her bir melek topluluğu: "Bu güzel ruh kimin ruhudur?" derler. Melekler ise dünyada isimlendirildiği adların en güzeli ile onu tanıtırlar. Nihayet dünya semâsına gelirler, semânın onun için açılmasını isterler ve ona açılır.
Her bir semânın mukarrebûn melekleri müminin ruhunu karşılayıp onu bitişiğindeki semâya uğurlarlar. Böylece yedinci semâya ulaşırlar.
Allah-u Teâlâ: "Kulumun amel kitabını illiyyin'de yazın. Onu yeryüzüne geri döndürün." buyurur.
Bu noktada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O'na döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız." (Tâhâ: 55)
Âyet-i kerime'sini okumuştur.
Ruhu cesedine iâde edilir. Bu arada kendisini defnedip dönenlerin ayak seslerini işitir.
Kabir tarafından bir dost gibi karşılanır. Kabirde müminin namazı baş ucuna, zekâtı sağ tarafına, orucu sol tarafına, sadaka, akraba ziyareti, iyilik... gibi hayırları da ayak tarafına gelir yerleşir.
Bu sırada Münker ve Nekir adlı sual melekleri gelirler. Başucundan geldiklerinde namazı, sağ tarafından geldiklerinde ise zekâtı, sol tarafından geldiklerinde orucu, ayak tarafından geldiklerinde ise hayırları, "Bizim tarafımızdan yaklaşmak mümkün değildir." derler. Bunun üzerine mümine oturmasını ve suallerine cevap vermesini söylerler. O da:
"Beni bırakın da namaz kılayım!" der. Melekler:
"Namazını kılacaksın, fakat şimdi suallerimizi cevaplandır." derler.
Mümin de endişesizce:
"Ne soracaksanız sorun bakalım." der. Onlar sordukça o da cevap verir.
– Rabb'in kim?
– Allah!
– Dinin ne?
– İslâm!
– Muhammed Aleyhisselâm kimdir?
– Ben şehâdet ederim ki, Muhammed Aleyhisselâm Allah'ın kulu ve Resul'üdür.
Bu cevaplardan sonra melekler:
"Biz senin dünyada da böyle söyleyip kalbinle tasdik ettiğini bilirdik!" derler.
Dünyada imanda sebat eden bir mümin, ne kayar ne de fitneye uğratılır. Ahirette de melekler soru sorduğunda tereddüt etmez. İnançlarında şüphe yoktur ki cevaplarında şaşkınlık ve hayret olsun.
Bu sırada nûr yüzlü güzel elbiseli, hoş kokulu birisi gelir.
"Seni cennetle müjdelerim." der.
O da: "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, sen kimsin?" diye sorar.
"Ben senin sâlih amelinim." diye karşılık verir.
Bundan sonra kabir, göz alabildiğine enine ve boyuna genişletilir. Cehennem tarafına bir pencere açılır ve bu pencereden cehennemi ve cehennemin alevlerinin birbiri üzerinde şiddetle dalgalandığını görür. Ona şöyle denir:
"Ey mümin!. Bir de Allah'ın bu ateşten seni koruyarak koyacağı makamına bak!"
Mümin bu defa cennetin meltemlerinin kabre dolduğu bir başka pencereden cennetin yeşil manzaralarını ve birbirinden güzel nimetleri görür. Kendisine:
"İşte bu mübarek yer senin makamındır. Samimi bir imanla yaşamıştın, bu iman üzerine de öldün. İnşaallah aynı şekilde dirileceksin. Burada rahat uyu istirahat et." denilir.
O da onlara şöyle der:
"Bu mesut hayatımı gidip ehl-ü ıyâlime haber veriniz."
Melekler ise şu karşılığı verirler:
"Allah seni şu mübarek kabrinden diriltinceye kadar âile halkının kendilerine en sevgili olanı tarafından uyandırılan gelin ve güveyin uykusu gibi uyu."
Dünya hayatı, âlem-i berzah'a göre kabir gibidir. Farz-ı muhal ki, ana karnındaki bir çocuğa: "Yakında buradan kurtulup daha geniş daha güzel bir âleme çıkacaksın." denilse inanmak ve oradan ayrılmak istemez.
Vaktaki dünyaya geldiği zaman, gerçekten geniş ve güzel bir yerle karşılaşır, şaşırıp kalır. Biz de ana karnındaki çocuk gibiyiz. Bu zulmani yerden daha güzel bir âlem tarif edildiği halde geçmek istemiyoruz.
Âyet-i kerime'de:
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için saklanan gözler aydınlatıcı müjdeyi kimse bilemez." buyuruluyor. (Secde: 17)
İkinci surla birlikte Allah-u Teâlâ kabirde olanları mahşer yerine sevkedecek, onları dünyadaki amellerinin mükâfat ve mücazatına kavuşturacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet saati mutlaka gelecektir, onda hiçbir şüphe yoktur. Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır." (Hacc: 7)
Mahşer inkârcılar için ne kadar elemli ve ıstıraplı olacaksa, inananlar için de o nispette rahat, güzel ve kısa geçecektir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Mümine o gün hafifletilir. Hatta ona, dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif olur." (Ahmed bin Hanbel)
Ahiret güneşinin harareti de hiçbir zarar vermeyecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün Allah, Peygamber'ini ve onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak." (Tahrîm: 8)
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini mahcup etmez. O seçkin kuluna ikram ve ihsanlarının en büyüğünü yaparak taltif eder. Beraberindeki müminleri de mahcup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Müminler büyük bir taltif, izzet ve ikbal ile Allah-u Teâlâ'nın huzuruna misafir olarak gideceklerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Muttakileri o gün Rahman'ın huzurunda O'na gelmiş konuklar olarak toplarız." (Meryem: 85)
Takvâ sahiplerinin gördükleri bu ikram her türlü tasavvurun üstündedir.
"O gün cennet takvâ sahiplerine yaklaştırılır." (Şuarâ: 90)
Böylece bulundukları mevkiden cenneti ve içindeki mütenevvi nimetleri görürler, gözlerinin önünde tecellî eder durur. Temâşâ etmekle sevinçleri artar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün bir takım yüzler vardır parıl parıldır, gülmekte ve sevinmektedirler." (Abese: 38-39)
Kafaları sakin, zihinleri rahattır. Nice nice tecellîlere nâil olacaklardır.
İmanlarında sadık, amellerinde muhlis olan müminler için hiçbir korku ve üzüntü yoktur, Rabb'leri onları korumuş ve kurtarmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah takvâ sahiplerini imanları sebebiyle kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir kötülük dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar." (Zümer: 61)
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.
Dünyada iken Kirâmen kâtibin meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.
Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar, ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Allah-u Teâlâ'ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye, oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından olduğunu anlarlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitabı sağ eline verilen kimse: 'Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim.' der." (Hâkka: 19-20)
Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına iman kattı. Rabb'inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi. İbadet ve taatlarını ihlâs ve sabırla yerine getirdi. Mevlâ'sına sığındı, duâ ve tazarruda, naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.
Allah-u Teâlâ'nın kudretinin ve adaletinin büyük bir tecellîsi olmak üzere, o gün insanların amelleri tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve amel-i sâlihleri sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhîye uğramayacaklar, her türlü korku ve azaplardan emin olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.
Âyet-i kerime'de:
"Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." buyuruluyor. (A'râf: 8)
İmanlarının sadakat ve kemâlinden, amellerinin güzellik ve cemâlinden, ihlâs ve samimiyetlerinden dolayı tartıları ağır gelmiş, neticeler belli olmuş, umuma ilân edilmiş, cennete girecekleri kesinleşmiş.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde bu gibi kimselerin bahtiyarlığı hakkında:
"Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır." buyuruyor. (Kâria: 6-7)
Ki, bu çok büyük bir mutluluk alâmetidir.
Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim haline getirir. İyilikler nurânî, kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar.
Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür." (İnşikâk: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ'ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz. Çünkü yaptığı şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır.
İnşikâk sûre-i şerif'inin 9. Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruluyor:
"Ve sevinçli olarak âilesine döner." (İnşikâk: 9)
Akrabalarının, dostlarının ve kendisi gibi azaptan kurtulanların yanlarına gelir. Müjdeleşirler, tebrikleşirler, sevinçleri yüzlerinde parlamaktadır.
Kıyametin korkunç merhalelerinden birisi de sırattan geçmektir. Mahşerin anlatılan bu bütün zorluklarından sonra insanlar sırata sevkedilirler.
Sırat; cehennem üzerine kurulmuş, herkesin geçmek mecburiyetinde olduğu bir köprü, cennete giden bir yoldur. Bir ucu hesap verme yerinde, bir ucu da cennetin kapısındadır.
Bütün insanlar sırat köprüsünden geçeceklerdir.
Âyet-i kerime'de:
"İçinizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabb'inin katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyuruluyor. (Meryem: 71)
Bu uğrama yolun oradan geçmesi sebebiyledir. Cennete girecek olan oradan geçecek, cehenneme girecek olan ise oradan girecektir.
Sıratın genişliği ve uzunluğu, insanların oradan geçmeleri ve hızları, dünyada yapmış oldukları amellere göredir.
Dünyada sırat-ı müstakim üzerinde olup, doğrudan ve doğruluktan ayrılmayanlar sıratı kolaylıkla geçerler.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler, kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimisi şimşek gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimisi de ala-yörük cins at ve deve gibi süratle geçerler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: Cilt; 2, Sh; 832)
Kimileri de sendeleyerek, elleri ve ayakları ile emekleyerek geçerler. Bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır, kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar, sonra onlar da kurtulurlar.
Cennetlikler aynı zamanda cehennemi ve içindeki azabı gözleriyle görmüş olurlar. Kurtuldukları için sevinçleri ve şükürleri artar.
Bu geçmeyi müminlerden en yüksek mertebede olanlar fark edemeyecekler, göz açıp kapanıncaya kadar geçip gideceklerdir.
Bunların nurları cehennemi söndürür gibi olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
'Geç ya mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.'
Diyerek mümin-i kâmile hitap eder." (Câmiu's-sağir)
Sıratı ilk olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ümmet-i muhteremesi geçecekler, daha sonra ise diğer Peygamber Efendilerimiz ve ümmetleri geçeceklerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cehennemin ortasına sırat kurulur. Ümmetini en evvel geçiren ben olurum." buyurmuşlardır. (Buhârî - Müslim)
Sırat köprüsünden selâmetle geçildikten sonra müminler gruplar halinde cennete doğru sevkedilirler. İlk olarak Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm cennete girer.
Müminler etrafları meleklerle dolu olduğu halde, en izzetli bir halde, dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete doğru yürürler.
"Rabb'lerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler." (Zümer: 73)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.
"Oraya geldiklerinde cennet kapıları açılır." (Zümer: 73)
Kendilerine Rabb'leri tarafından cennet kapılarının açılması müminler için ne büyük bir ikram-ı ilâhidir.
"Bekçiler onlara derler ki: Selâm olsun size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere buraya girin!" (Zümer: 73)
Her şey onların bekledikleri şekilde gerçekleşmiştir. Zebânilerin kâfirleri cehennemin kapısında hakaretlerle tehditlerle karşılamalarına mukabil, melekler müminleri selâm ve övgü ile, müjdelerle ve ayakta karşılayacaklardır.
"Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir. İşte büyük kurtuluş budur." (Hadîd: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi? İnsanların mutluluğu eşleri ile bir arada bulunup da bir sevinci beraberce paylaştıkları zaman kemâle erer. Huzurun ve sevincin en çok olduğu cennete girileceği gün, müminler eşleri ile beraber cennete dâvet edileceklerdir:
"Girin cennete! Siz ve eşleriniz ağırlanıp sevindirileceksiniz!" (Zuhruf: 70)
Henüz perdeler açılmadan gözünü açmış, Rahman olan Allah'a tam bir iman ile gönülden yönelmiş, rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş olan müminler taraf-ı ilâhîden taltif olunurlar:
"İşte bu cennet; Allah'a yönelen, O'nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!" (Kâf: 32-33-34)
Her bir grup kendilerine uygun düşen grupla beraber olacaktır. Böylece fevc fevc, bölük bölük cennete götürülürler.
Her mümine ölüm anında ve kabirde cennetteki yeri gösterildiği için, cennete girdiği zaman yerini kolayca bulur.
"Allah onları (dünyada iken) kendilerine anlattığı cennete koyar." (Muhammed: 6)
Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.
Cennet Allah-u Teâlâ'nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp salih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâdettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.
Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'inizin bağışına ve Allah'tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" (Âl-i imrân: 133)
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
Cennetlikler hem bedenî, hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.
Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber vermektedir:
"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)
Bu Âyet-i kerime çok mühim. Biz bu Âyet-i kerime'ye böyle seyreder gibi bakarız. Şimdi bu müjde nereden geliyor.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma günü Mescid-i Nebevî'de hutbe okurken Şam'dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı Medine-i münevvere'ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan cemaat, sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere'de büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Huzurda kalanların onu Aşere-i mübeşşere idi.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:
"Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya yönelirler ve seni ayakta bırakırlar." (Cum'a: 11)
Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.
"De ki: Allah'ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır." (Cum'a: 11)
Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
"Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cum'a: 11)
Asıl rızık O'ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiçbirisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde O'nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır.
O'nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar, O'nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. "Filân kişi iş sağladı." denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O "Rızık verenlerin en hayırlısı"dır.
Orada; üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir eğlence havası içinde mest olurlar.
Âyet-i kerime'de geçen "Şuğul", akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.
"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
"Orada onlar için her çeşit meyveler vardır." (Yâsin: 57)
Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.
"Bütün arzuları yerine getirilir." (Yâsin: 57)
Şimdi bütün bu arzular nedir biliyor musunuz? Şimdi bir insan elbise giyiyor. Çok güzel bir elbise daha üstüne giyiyor, bir elbise daha üstüne giyiyor. Buradaki arzu mahbubun nurunun yüklenmesidir. Yüklendikçe yüklenir, yüklendikçe yüklenir. O artık kendini kaybedecek durumda bir manevî zevk hayatı içindedir. Hayat buna derler yani. Buna hayat-ı hakiki derler. Bu ancak orada olur. Dünyada olmaz. Dünyadaki hayat sunidir. Biz bu hayatı böyle seyrederiz. Demek ki insana ne yükleniyormuş? Mahbuba ne yükleniyormuş? Nur yükleniyor, "Nûrun alâ nur" oluyor. Onun içinde kalıyor. Onun için çalışan orası için çalışsın. Bu mevzu ilk olarak geçiyor.
Dünya bir hayaldir. Kazanma yeridir. İmtihandır, sahnedir ama yaşamak isteyen orası için çalışsın. Fakat bu da zahirî. Onun batınîsi, Hakk ile olmak. Çünkü onun bütün güzelliklerini O yarattı. Sen O'nunla olduğun zaman hepsi senin. Ama O'nsuz hayat vefat.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî'sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
İlâhî nur, feyz insana indikçe mest olur. Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.
O selâm, hepsinin fevkindedir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
"Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!" buyurmaktadır.
İşte:
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
Âyet-i kerime'si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hâl araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır." (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri, rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir. Çalışan O'nun için çalışsın, kaybeden kendisi kaybetmiş, niyetini bozmuş kaybetmiş.
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ'yı zaman zaman görme saâdetine nâil olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi'ye sabah ve akşam nazar ederler." (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:
"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ'yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O'na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet, bu nimetin yanında bütün şâşâsı ile sönük kalır.
Kadın, erkek herkes her cuma günü Allah-u Teâlâ'nın dâveti üzerine O'nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk'ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır." (Nâziat: 40-41)
"Rabb'inin makamı"; âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir. Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Ve bu iki cennet "Mukarrebler"e mahsustur.
•
Mukarreblere tahsis edilen bu iki cennetten sonra iki cennet daha vardır ki, amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminler için hazırlanmıştır.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bunlar Ashâb-ı yemin (sağın adamları) içindir. Onların bir çoğu önceki ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir." (Vâkıa: 38-39-40)
Bunlar öncekilerden de sonrakilerden de çokturlar.
Ashâb-ı yemin'in de fazileti "Sâbikun"a uymalarından ileri gelmektedir.
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır.
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk'ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb'lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)
O müminler ki, Hakk'a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini O'na ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nispetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Arzu edilen çeşitli şeylerden her ne arzu ederlerse mevcuttur.
"Orada ebedî kalacaklar, oradan ayrılıp başka bir yere gitmek istemezler." (Kehf: 108)
Cennet, her yanı ve her nimeti ile kudret eliyle hazırlanmıştır. Tecellîlerin ardı-arkası olmadığına göre cennette her an yepyeni bir hayat, taptaze bir güzellik, bambaşka bir manzara mevcuttur.
Orada çalışmak, yorgunluk, bıkkınlık, usanmak, uyumak, yıpranmak, yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek yoktur. Bir kere oraya girdikten sonra çıkmak da yoktur.
"Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (Hicr: 48)
O bakımdan daha güzelini düşünmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ kullarına olan lütuf ve ihsanlarının bir nişanesi olarak müminleri yine kendileri gibi mümin olan zürriyetleri ile cennette bir arada bulunduracaktır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz." (Tûr: 21)
Bir baba ile evlât arasında dünyada olduğu gibi âhirette de şefkat ve merhamet bulunacaktır. İnsanın ailesi, çocukları ve yakınları ile bir araya gelip sohbet etmesi, halleşmesi nasıl ki bir bahtiyarlık ise cennette de bu böyledir.
Müminlerin nesilleri, imanda babalarına tâbi oldukları zaman, her ne kadar babalarının amellerine erişememiş olsalar da, Allah-u Teâlâ babalarının bulundukları mertebelerde oğulları, kızları ve torunları ile gözlerinin aydın olması için onları babalarının derecelerine eriştirir. En güzel bir şekilde onları bir araya toplar. Ameli eksik olanı, ameli en mükemmel olanın derecesine yükseltir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Oraya kendileri ile birlikte atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlarla beraber girerler." (Ra'd: 23)
Cennete girmeye lâyık görülen müminler, saâih ameller işlemiş olan ata, ana ve ninelerini, eşlerini, çocuklarını ve yakınlarını da yanlarına alacaklar.
Allah-u Teâlâ bir ikram ve ihsan olarak ameli mükemmel olanın ne amelini ne de derecesini düşürmez. Aşağı derecede olanı üstün bir dereceye yükseltir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir." (Tûr: 21)
Aşağı derecedeki sâlih evlâtların yüksek derecedeki sâlih babalarla buluşturulması, babalarının sâlih insanlar oluşu sebebiyledir.
Henüz büluğ çağına ulaşmadan ölen çocuklar babalarının imanı sebebiyle onlarla birlikte bulundurulurlar.
Cennet sakinleri Allah-u Teâlâ'nın misafirleridir. Hane sahibi misafirin rahatını temin ettiği gibi, Allah-u Teâlâ da misafirini akla-hayale gelmeyen nimetleriyle taltif ederek rahatlarını temin edeceğini beyan buyurmuştur.
Orada ölümden, cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer musibetlerden emindirler.
Onlar o makamda emniyet içindedirler. Rabb'lerinin cennetinde bulunmak onlar için esenlik ve güvenlik bakımından yeterlidir.
"O gün cennetliklerin kalacakları yer çok iyi, dinlenip barınacakları yer çok güzeldir." (Furkân: 24)
Onlar kâfirlerin en acı azaplar altında inledikleri, en ağır işkenceler altında ezildikleri bir günde çok hayırlı ve rahat bir yerde bulunacaklardır. Ne büyük saâdet!
Cennette hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez. Hiç kimse nimetlerin kesintiye uğramasından veya gelmemesinden endişe etmez. Meyve çeşitlerinden neyi isteyecek olsalar, diledikleri şekil üzere hemen kendilerine hazır edilir. Onların yiyip içmeleri bir ihtiyaçtan dolayı olmayacaktır. Onlar ölümsüz bir hayata mazhardırlar.
"Kendilerine ikram olunur." (Saffât: 42)
Cennet nimetleri o kadar çoktur ki, herkese fazlasıyla bahşedilecektir. Herkes nâil olduğu nimetle bahtiyardır.
"Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." (Duhân: 56)
Onlar cennette her türlü nimetlerle nimetlendikleri gibi, "Hayat" nimetiyle de sonsuz olarak lezzet bulacaklar; cehennemliklerin ölmek isteyip de ölememelerine karşılık, onlar da ölümsüz olarak, arzularına kavuşmanın zevki ile ebediyen yaşayacaklar.
•
Allah-u Teâlâ emirleri yerine getirip haramlardan sakınan, yasaklardan kaçınan kullarını cennetine koyacağını vâdetmiş, cennetlerin vasıflarını çeşitli Âyet-i kerime'lerinde haber vermiştir.
"Muttakilere vâdolunan cennetin durumu şöyledir: Altından ırmaklar akar. Yemişleri de gölgesi de süreklidir. İşte bu, sakınanların âkıbetidir." (Ra'd: 35)
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sâlih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1720)
Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur, yalnız kendisi bilir. Bu hazırlananların ötesinde istenecek bir şey yoktur.
Cennet sakinlerinin yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, nurları yüzlerine vurur. İnsanın her arzu ettiği şey ancak cennette bulunur:
Cennette olanlar hep faydalı şeyler konuşurlar. Verdiği devamlı nimetlerden dolayı Allah-u Teâlâ'ya hamdederler.
Müminler dünyada sahip oldukları yüksek iman şahikasına orada da sahip olacaklar; her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her sevincin sonunda "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemin" diyerek sözlerini bitirecekler.
Cennet sakinleri bu tesbihi mükellef oldukları için deği, Cemâlullah'ı görmekle duyacakları huzur ve muhabbetten dolayı yapacaklardır.
"Günaha sokacak bir söz duymazlar. Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler." (Vâkıa: 25-26)
Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak huzur veren, esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar.
Müminlerin dünyada iken Allah-u Teâlâ'dan ve kıyamet gününün dehşetinden korkmalarına mukabil, Allah-u Teâlâ onları o günün şerrinden ve sıkıntılarından muhafaza buyuracaktır.
•
Allah-u Teâlâ müminleri taltif etmek üzere vasıtasız olarak bizzat hitap eder ve buyurur ki:
"Ey kullarım! Bugün size korku yoktur, üzülmeyeceksiniz de!" (Zuhruf: 68)
Bu ilâhî seslenişin lâtifliğine doyum olmaz.
Onlar Hakk'a boyun eğdikleri, yaptıkları her işi rızâ-i ilâhi'yi gözeterek işledikleri için, her türlü korkulardan kurtulmuşlar, umduklarına nâil olmuşlardır.
Artık ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar, en güzel yerde en güzel hayatı yaşayacaklar.
•
Müminler cennette diledikleri gibi yaşarlar aslâ ölmezler, sağlıklı olurlar aslâ hastalanmazlar, bolluk içinde yaşarlar asla sıkıntı çekmezler. Orada ne korkarlar ne de üzülürler. Orada çalışmak, yorgunluk, durgunluk, bıkkınlık ve usanmak yoktur.
"Orada bize hiçbir yorgunluk dokunmaz ve orada bize usanç da gelmez." (Fâtır: 35)
Diyerek Allah-u Teâlâ'ya arz-ı şükranda bulunurlar.
Yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için uykuya da ihtiyaç duymazlar.
Aralarında herhangi bir ihtilâf ve düşmanlık yoktur. Darlık ve sıkıntı, elem ve keder nedir bilmezler.
•
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hâl ve ahvallerini anarlar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Biz onların gönüllerindeki kinleri çıkarır atarız." (Hicr: 47 - A'râf: 43)
"Artık onlar kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar." (Hicr: 47)
Cennetliklerin kalplerinden kin ve düşmanlık, buğz ve haset gibi ahlâk-ı zemimelerin hepsi silinip yerini muhabbet ve meveddet alır. Birbirlerini seven dostlar olarak yüz yüze koltuklar üzerinde otururlar. Hiçbirisi diğerine sırtını dönmeksizin yaslanırlar. Birbirlerine sadakatle bağlı birer kardeş olarak sohbet ederler.
•
Cennetlerde yüksek binalar, bahçelerle çevrili köşkler vardır. Bu köşklerin bazıları altın ve gümüşten, bazıları da inci ve yakuttandır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
Müminler istedikleri odalarda istirahat ederler.
Kadın ve erkek arasındaki temayülün insan hayatında mühim bir yeri olduğu şüphesizdir.
Karşılıklı sevgi ve merhamet evlilik dolayısıyla bahis mevzuudur.
Karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı hayatın ahiret hayatında devam etmesi tabiidir.
Kur'an-ı kerim'e ve Hadis-i şerif'lere göre cennette hem dünya kadınları hem de huriler bulunacaktır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar için orada tertemiz eşler vardır." (Bakara: 25)
Bu nezih hanımların hayız nifas gibi halleri yoktur. Çocuk doğurmazlar. Sümkürme, tükürme, ağız kokusu gibi her türlü rahatsız edici şeylerden arınmışlardır. Kıskançlık, geçimsizlik gibi şeyler olmadığı gibi, erkekler de öyle tertemizdirler. Bu temizliğin derecesini gerçek manada dünya ölçüleri ile kaleme dökmek elbette ki imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz cennete giren kadınları yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır." (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir.
"Ve onları hep bakire kızlar yaptık." (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekâretle vasıflandırmıştır.
"Bu kocalarından önce kendilerine ne insan ne de cin dokunmamıştır." (Rahman: 56)
Bu açık beyandan cennette cinlerden saliha hanımların da olacağı anlaşılmaktadır. Onlar da cinlerden erkeklere eş olacaklardır.
"Oralarda bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır." (Rahman: 56)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayâsı ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.
"Eşlerine düşkündürler ve hepsi bir yaşta nâzeninlerdir." (Vâkıa: 37)
Aynı yaşta aynı gençliktedirler. Büyük küçük bütün cennet halkı otuz üç yaşında olacaktır. Kadınların ise on altı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
"Sanki onlar yakutturlar, mercandırlar." (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
"Göğüsleri tomurcuklanmış ve hepsi bir yaşta nâzeninler vardır." (Nebe: 33)
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ'nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
Cennetlik kadınlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Ahlâk-ı hamidenin üstün sıfatları ile sıfatlanmışlar, aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simâlara sahip olacaklardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu. Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Tirmizî: 2525)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
Cennette tezevvüc etmemiş bekâr hiç kimse kalmayacaktır.
Herkese ameldeki derecesine göre en az iki kadın ve birçok huriler verilecektir. Çoğu için hudut yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her birine iki hanım verilecektir ki, güzellikten baldırlarının iliği etin arkasından görülecektir. Aralarında anlaşamamazlık ve küsüşme olmayacaktır. Kalpleri bir kalp olacak, sabah-akşam Allah'a tesbihte bulunacaklardır." (Müslim: 2834)
Dünyada iman edip sâlih amel işleyen ve cennete girmeyi hak eden eşler, cennette de yine beraber olurlar. Hiç evlenmeden ölen mümine hanımlarla, kocası mümin olmayan mümine hanımları Allah-u Teâlâ cennete girmeyi hak etmiş diğer müminlerle evlendirecektir.
Cennette her mümine ameldeki derecesine göre en az iki kadın verileceği gibi birçok da huriler verilecektir. Çoğu için sınır yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir." buyuruyor. (Tûr: 20)
Ebu Said-i Hudri -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksen bin hizmetçisi, yetmiş iki zevcesi vardır." (Tirmizî: 2565)
"İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar." mânâsına gelen huriler, cennet erkekleri için farklı bir yapıda yaratılmışlardır.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır." (Rahman: 74)
Kendilerine ait çardak ve benzeri güzel manzaralı yerlerde tülden perdeler arkasında otururlar.
"Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta gibidirler." (Saffât: 49)
Korunmuşluk bakımından muhafaza içindeki bembeyaz yumurtaya benzerler. Pek lâtiftirler. Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez.
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır. Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın." (İnsan: 19)
Bunlar düzenli çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler. Hizmetlerinde asla kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
"Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler." (Tûr: 24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
•
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Orada altın bilezikler takınırlar ve incilerle süslenirler." (Fâtır: 33 )
Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat olarak zâhirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.
Kur'an-ı kerim'de cennetlerden sözedilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir:
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphesiz ki Rabb'leri onları imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine erdirir." (Yunus: 9)
Muhammed sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde cennetin dört ırmağı olduğu beyan buyurulmaktadır.
Cennette müminlerin yalnız lezzet almak için içtikleri sular, ballar, sütler, şaraplar karşılığında cehennemde kâfirler hararetin şiddetinden ciğerleri yandığı bir zamanda kaynar su içerler, barsakları parça parça dökülür.
Cennette ırmaklardan başka ayrıca pınarlar ve çeşmeler de fışkırır. Her ferdin kendi pınarı olduğu gibi herkesin faydalandığı umumi pınarlar da vardır. Bu hususta aralarında çekişme ve sürtüşme olmaz.
Dünyada iken küfürden ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Muttakiler Rabb'lerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı." (Zâriyat: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışlarını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
•
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz onları koyu bir gölgeye koyacağız." buyuruyor. (Nisa: 57)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen muttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
"Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar." (Mürselât: 41)
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
•
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Birçok Âyet-i kerime'lerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi; hususi olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden söz edilir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Orada onlar için her çeşit meyveler vardır." (Yâsin: 57)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir." (Sâd: 54)
Cennet sakinleri yiyip içtikleri halde tabii ihtiyaçlarını gidermezler. Yedikleri şeyler hafif misk kokulu bir geğirme ve terleme ile dışarı atılır.
Cennet nimetleri duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Her şey cennet sakinlerinin arzusuna ve gönlüne göre olur. Orada bir misafir gibi bulunmazlar. Ki, gönlünden geçeni istemekten utansın. Onların her türlü rahatları temin olunmuştur.
Kur'an-ı kerim'de cennet nimetleri sayılıp açıklanırken meyve ve etten ismen anılarak dikkatler bu iki maddeye çekilmektedir:
"Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz." (Tûr: 22)
Bu iki nimet dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
Cennette gece ve gündüz olmayıp müminler nur içinde bulunacaklarsa da, dünyadaki adetleri üzere muayyen vakitlerde yemekleri hazır olacaktır.
Orada insanın iştahını açan kuş etleri de vardır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder." buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin'in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Çünkü ipek elbisenin hem göz kamaştırıcı bir hususiyeti vardır, hem de bir ziynettir. Fakat o ipek dünyadakinden çok çok üstün ve değerlidir.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Allah-u Teâlâ'ya ve ahiret gününe iman eden müminler cennete girince, anlatılmayacak derecede sevinçli ve mutludurlar, ilâhi nimetlere garkolurlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar." (Vâkıa: 15-16)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
"Koltuklar üzerinde etrafı seyrederler." (Mutaffifîn: 23)
Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhiden kendilerine ikram ve ihsan olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek, sevinçlerini daha da artırır.
Bu nefis tahtların ve koltukların yanısıra ayrıca kişilerin üzerine oturup koltuğunda dayanacakları döşekler, yastıklar ve halılar da mevcuttur.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
•
Cennette her nefsin iştiha duyduğu nimetler ve gözlerin lezzet aldığı manzaralar mevcuttur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır." (Zuhruf: 71)
Her nimet orada en güzeliyle mevcuttur. Hepsi de ayrı ayrı lezzetlerde, türlü türlü güzelliklerdedir.
Hiç kimse iyilikleri sebebiyle cennete giremez. Oraya Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve ihsanı ile girilir. Şu kadar var ki derecelere sâlih amellere göre nâil olunur.