Muhterem Okuyucularımız;
Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. Peşine düşüp gittiği liderini orada nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!” (Hûd: 98)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü hatırlatıldığı zaman bir müslümanın tüyleri ürperir. Oysa birçoklarının kılları kıpırdamadı.
Allah-u Teâlâ’nın emirlerini çiğneyen, hükm-ü ilâhi’yi hükümsüz kılmaya, küffarın hükmünü yürütmeye çalışanlara destek vermekle sen de hükm-ü ilâhi’yi kabul etmemiş oluyorsun. Bu küfür önderlerine tâbi olmakla kendi “iman”ını “imam”ına peşkeş çekmiş oluyorsun.
Dünyada onunla beraberdin, onu desteklemiştin, ahirette de onunla berabersin. İlâhi hüküm budur. Buna göre herkes kendi durumunu kontrol etsin.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Şunu çok iyi bilin ki buradaki gaye nerede olduğunuzu ve nereye gideceğinizi göstermek.
Biz işi sıkı ciddi tuttuk. Büyük bir azim ve gayretle, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, hiçbir zalimden korkmadan bu neşriyatı, bu cihadı yaptık.
Ama ilân etmeseydik, bildirmeseydik, mesul olurduk. Çünkü herkes imtihanını verecek.
Allah-u Teâlâ bu dünyayı bir imtihan sahnesi olarak yaratmıştır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Bu bir imtihan sahnesidir. Sahneye koyuyor. İmtihanını veren göçüyor; ama iyi, ama kötü... Ne alimler, ne zâlimler...Nemrudlar, firavunlar hepsi geldi geçti...
Hiçbirisine kalmadı, ama bugünkülere de kalacak değil.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, kıyametin yaklaştığı her türlü fitnenin zuhur ettiği bir devir. Çok tehlikeli bir devir. Bir kimse silah dayayıp imanını ver dese imanını vermeyecek nice kimseler, farkına varmadan imandan soyuluyor. Bu kadar büyük fitneler var. Allah’ım korusun! Delil mi arıyorsunuz? İşte Hadis-i şerif:
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
İşte devir o devir. Çok tehlikeli bir devir. İmansız iken son nefesi vermek ne kadar büyük tehlike! Ebedi hayat mevzu bahis. Allah’ım korusun!
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Fitnelerden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 3968)
Görüldüğü üzere ahir zamanda, çok büyük fitnelerin arasında yaşıyoruz. Öyle bir zaman ki...
“Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Allah-u Teâlâ’nın ilmi ile ihyâ ettiği kimselerin dışındakiler çok büyük bir tehlike üzerindedir. Çünkü ilim olmayınca “söz” imanları götürüyor.
Fitnelerin dışındaki bu zümre sayıları az bir topluluktur. Bunlar Hadis-i şerif’lerde “Garipler” olarak tarif edilmişlerdir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.” (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah Aleyhisselâm göre göre tarif ediyor.
İşte fazilet buradan geliyor, bu zorluktan geliyor. Az ama çok kıymetli.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Kim kime tâbi olmuşsa onunla beraber haşrolunacak. Hangi yolda bulunursa bulunsun. Onlara uyan onlardandır. Ve hiçbir zaman kayanlardan mesul değiliz. Zira Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifler önüne konulduğu halde okumamış, idrak etmemiş, tesir etmemiş. Yani koklamış. Mesuliyeti ona aittir.
Halbuki “Müminler o kimselerdir ki; Allah zikredilince kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
O ise bu kadar Âyet-i kerime’yi okumuş, kılı kıpırdamamış, gitmiş münafıklarla beraber olmuş. Ahirette hiçbir dostu olmaz. Ama “Yapmayın, etmeyin!” demeyiz. Çünkü o da mukadderatına doğru gidecek. Yapmasaydı.
Ama ilân etmeseydik, bildirmeseydik, mesul olurduk. Çünkü herkes imtihanını verecek. Allah-u Teâlâ bu dünyayı bir imtihan sahnesi olarak yaratmıştır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Bu imtihan sahnesine koyuyor. İmtihanını veren göçüyor; ama iyi, ama kötü...
Ne âlimler, ne zâlimler... Nemrudlar, firavunlar hepsi geldi geçti...
Hiçbirisine kalmadı, ama bugünkülere de kalacak değil.
Her asrın insanı yaşadığı devirde kime tâbi olduysa, kimin peşinden gitmişse onunla mahşere çağırılacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
İşte mihenk budur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bu Âyet-i kerime hakkında “İmamdan murad, herkesin yaşadığı asrın önderidir.” buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabb’imiz ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların (kodamanların) peşine düşüp gider.” (Buhârî. Rikak: 52)
Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. Peşine düşüp gittiği lideri orada nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!” (Hûd: 98)
Herkes tâbi olduğu kimse ile beraberdir.
“Resul’üm! De ki: “İşte benim yolum budur. Ben Allah’a dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (Yusuf: 108)
Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olanlar içindir. Küfre davet eden, küffarın hükmünü yürütmeye çalışanlara tâbi olan, bu gibi önderleri destekleyen bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu gibi iddia sahiplerinin sözlerinin Allah katında hiçbir geçerliliği yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)
Dikkat ederseniz bugün ortalığı kâfirler ile dostluk peydah edenler işgal etmiştir. Kendileri saptıkları gibi kendilerine tâbi olanları da güruh güruh cehenneme sürüklemektedirler. Çok acı bir durum. O kadar ikaz ve irşada rağmen birçokları yine gidip; bu Allah ile dostluğu bırakıp küffar ile dostluğu tercih edenlerle beraber oldu. Böylece kendisi de onlardan oldu. Allah’ım bize acısın.
Küfür ve nifak önderlerine tâbi olanların bu durumu nereden başlıyor? İlâhi emirlerden.
İlâhi emir şöyle:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
İlâhi emir böyle. Bugünkü türemelerin ise en büyük dostları kâfir.
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
İlâhi emir böyle. Bugünkü münafıklar ise hiçbir ferman dinlemiyor.
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
İlâhi hüküm bu. Bunlar ise yahudi ve hıristiyanlara karışmaktan memnunlar hatta şeref duyuyorlar.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
İşte ilâhi hüküm, işte bu küfür ve nifak önderlerinin durumu.
Bu ilâhi hükümleri her fırsatta hatırlatıyoruz. Bunların durumlarını defaatle ortaya koyuyoruz.
Allah-u Teâlâ’nın hükmü hatırlatıldığı zaman bir müslümanın tüyleri ürperir. Oysa birçoklarının kılları kıpırdamadı.
Allah-u Teâlâ’nın emirlerini çiğneyen, hükm-ü ilâhi’yi hükümsüz kılmaya, küffarın hükmünü yürütmeye çalışanlara destek vermekle sen de hükm-ü ilâhi’yi kabul etmemiş oluyorsun. Bu küfür önderlerine tâbi olmakla kendi “iman”ını “imam”ına peşkeş çekmiş oluyorsun.
Dünyada onunla beraberdin, onu desteklemiştin, ahirette de onunla berabersin. İlâhi hüküm budur. Buna göre herkes kendi durumunu kontrol etsin.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Şunu çok iyi bilin ki buradaki gaye nerede olduğunuzu ve nereye gideceğinizi göstermek.
Âyet-i kerime’lere bakın kendi kararınızı kendiniz verin. Sizi size duyuruyorum, kendi ipinizi kendiniz çekin.
Ben size âyetlerle konuşuyorum. Bana saçma sapan şeylerle değil, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le delil getirin. Lafa lüzum yok.
Kim ki onları desteklediyse onları destekleyenin âkıbeti de şudur; şu Âyet-i kerime’ye baksınlar görsünler:
“İçlerinde zayıf sayılanlar (tâbi olanlar, peşlerine takıldıkları o) büyüklük taslayanlara ‘Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık.’ derler.” (Sebe: 31)
Binaenaleyh bu büyüklük taslayanlarla beraber imansız olarak huzur-u ilâhî’ye çıkacaklar. Hiçbir pişmanlık fayda vermeyecek. Tâbi oldukları bu kodamanlarla çekişmeleri kendilerine bir fayda sağlayacağından değil, pişmanlıklarından ötürüdür. Ancak tâbi oldukları kodamanlar da kendilerine uyanlar gibi büyük bir azapla karşı karşıya, hepsi de aynı girdabın içindeler:
“Büyüklük taslayanlar ise zayıf sayılanlara (kendilerine tâbi olanlara) ‘Size hidayet geldi de, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, kendiniz suçlu idiniz’ derler.” (Sebe: 32)
Yani dinden çıktıklarına dair şu Âyet-i kerime kâfidir. İster kabul etsin, ister etmesin.
Kim ki peşlerinden giderse onun bayrağının altına gireceğinden şüphe etmesin. Kim? Kim olursa olsun. “Küllühüm finnar...”
Bunu Resulullah Aleyhisselâm buyuruyor, “Küllühüm finnar = Hepsi ateştedir.”:
“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.”
– Onlar kimlerdir ya Resulellah!
“Benim ve ashabımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Resulullah ve ashab yolunda olanlar imana, cennete, Cemalullah’a davet ediyor, imansız imamlar, önderler, dünya kodamanları ise ateşe, cehenneme davet ediyor.
“Onları ateşe çağıran imamlar (önderler) kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
İşte bu ateşe çağıranların dâvetine icabet etmek ne büyük bedbahtlıktır.
Nitekim Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerin kapıları başında cehennem ateşine çağırıcı kimseler olacaktır. Bir ağacın kökünü ısırır halde ölmen onlardan birisine tâbi olmandan senin için daha iyidir.” (İbn-i Mâce: 3981)
Bu cehennem davetçilerine tâbi olmanın ne kadar dehşet verici olduğunu görüyorsunuz.
Resulullah –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Benimle ümmetimin misali şu adama benzer: Adam ateş yaktı, pervaneler ve bazı böcekler ateşin etrafına üşüştüler. Onlar süratle kendilerini ateşe atıyorlar, o da onların ateşe düşmelerine engel olmaya çalışıyor. İşte ben de size karşı böyleyim. Siz cehenneme doğru süratle gidiyorsunuz, ben de eteğinizden tutmuşum, size mâni olmaya çalışıyorum.” (Müslim)
İşte Âyet-i kerime işte Hadis-i şerif.
Bu ümmetin ferdiyim demekle kurtulucağınızı zannetmeyin.
Biz de ateşten kurtulmanız için bunca hakikati her fırsatta neşrediyoruz. Dinleyen, idrak eden kurtuluyor. Birçokları ise kendi heva ve hevesine uyup ateşe çağıranların peşinden gidiyor.
Bütün peygamber efendilerimiz ümmetini Deccal’in fitnesinden korkutmuşlardır. Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Bu önderlere tâbi olanlar kaydılar. Büyük bir imtihandı. Çok kötü bir imtihan verildi. Bakalım ne çıkacak bu hallerden. Allah’ım sonumuzu hayırlı etsin.
Biz işi sıkı ciddi tuttuk. Büyük bir azim ve gayretle, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, hiçbir zalimden korkmadan bu neşriyatı, bu cihadı yaptık. Bu cihattan memnun olmuşlar ki Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- bu cihad önderine olan iştiyakını, hizmet edenleri görmekle iktifa etmek istemesini izhar etmişler. Bize Allah gerek. Kim nereye giderse gitsin.
“Küffara, münafıklara, kodamanlara uymayın, doğru yoldan ayrılmayın!” dedik. Dinleyen dinledi, dinlemeyen kendi nefis arzusuna göre hareket etti; bu münafıklara destek verdi.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Benimle, Allah’ın beni kendilerine peygamber olarak gönderdiği kimselerin hâli şuna benzer: Bir adam bir topluluğa gelerek: “Gözümle gördüm, üzerinize bir ordu geliyor. Ben hiç bir maksadı olmayan bir haberciyim. Hemen kaçıp kurtulun.” der. Onlardan bir kısmı sözünü tutarak gizlice kaçıp kurtulmuştur. Bir kısmı da haberciye inanmadığından ordu sabahleyin ansızın gelip onları tamamen yok etmiştir.” (Buhârî)
Bu hakikati şöyle bir temsille biraz daha açalım. Balıkçı ağını denize atmış, yavaş yavaş ağını topluyor. İçindeki balıkların hiçbir şeyden haberi yok. Ancak biraz sonra sudan çıkacak, hayat bitecek. İnsan da böyle. Resulullah Aleyhisselâm hayat deryasına dalanlar kurtuldu. Saptırıcı önderlerin ateş deryasına dalanlar helâk oldu.
Onlara uyan onlarla beraber haşrolunacak. Hangi yolda bulunursa bulunsun. Onlara uyan onlardandır. Çünkü bakıyorum bazı kardeş dahi meylediyor. Biz katiyyen “Hayır yapmayın!” demiyoruz. “Ben size söylemiştim; dinleseydiniz kurtulsaydınız.”
Hiçbir ihvanı kurtarma arzusunda azminde değiliz. Biz hakikatleri Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle bildirdik. Kâfir, münafık, kodamanların peşinden giden gitti. Yani kanaatim, kararım bu.
Ve hiçbir zaman kayanlardan mesul değiliz. Zira önüne Âyet-i kerime, Hadis-i şerif’i koyduğum halde okumamış, idrak etmemiş, tesir etmemiş. Yani koklamış. Mesuliyeti ona aittir.
Halbuki “Müminler o kimselerdir ki;
Allah zikredilince kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
O ise bu kadar Âyet-i kerime’yi okumuş, kılı kıpırdamamış, gitmiş münafıklara destek vermiş.
Ahirette hiçbir dostu olmaz.
Ama “Yapmayın, etmeyin!” demem. Çünkü o da mukadderatına doğru gidecek. Yapmasaydı. Yazımızı görüyor, beyanlarımızı görüyor. Ahmetin hatırı, mehmetin hatırı Hakk yanında geçmez; emir geçer. Onun için bu hususta lafımız olmuyor, kimseyi zorlamıyoruz.
Ama ilân etmeseydik, bildirmeseydik, mesul olurduk. Çünkü herkes imtihanını verecek.
Allah-u Teâlâ bu dünyayı bir imtihan sahnesi olarak yaratmıştır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Bu bir imtihan sahnesidir. Sahneye koyuyor. İmtihanını veren göçüyor; ama iyi, ama kötü... Ne alimler, ne zâlimler...Nemrudlar, firavunlar hepsi geldi geçti...
Hiçbirisine kalmadı, ama bugünkülere de kalacak değil.
Binaenaleyh herkes imtihanını verecek.
Dünya saltanatının bir cazibesi var. Nefis şu önderin, bu önderin adamı olayım diye meylediyor. Ancak Hazret-i Allah’a hasım kesilmiş münafıkların, küffarın, dünya kodamanlarının avanesi olanların vay haline!
İşte bu âkıbetten kurtulmaları için Allah-u Teâlâ şu emri veriyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!” (Tevbe: 119)
Bulmuş, ama dinlememiş. Gidiyor yine kodamanlara meylediyor. İsmi onun defterinde çıktığı zaman “Eyvah!” diyecek, ama iş işten geçmiş olacak.
“Selâm hidayete tâbi olanlara olsun.” (Tâ-hâ: 47)
Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine tamamen zıt iş ve icraatları İslâm adına yapanların içyüzlerini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle önünüze seriyoruz. Daha önce de defaatle bu hakikatleri neşrettik.
Bu açık ilâhî hükümlere rağmen Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini hiçe sayan bu münafıklara “Müslümanım diyor!” diye arka çıkmak, desteklemek; bu sahte kahramanların arkasından sürüklenen kalabalıkları göstererek “Bu kadar kalabalık yanlış yolda mı?” demek, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini hafife almak demektir, iman zaafiyetini gösterir.
Herkes kendi imanını kontrol etsin. İlâhi hükümlerden, Hakk’tan yana mısınız, kendi hükmünü beğenen münâfıklardan yana mısınız?
Zerre imanı olan imanını kurtarmak için arzedeceğimiz Hadis-i şerif’lere tutunsun, ihbâr-ı nebi’ye itibar etsin, kendisini kurtarsın. Zira ahmetin, mehmetin sözlerinin Allah ve Resul’ünün beyanları yanında hiçbir hükmü yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği
Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî)
İşte bu zaman! Resulullah Aleyhisselâm’ın haber verdiği âlametlerin hepsi bu devirde mevcut. Herkes bu aynada kendisine baksın.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, kıyametin yaklaştığı her türlü fitnenin zuhur ettiği bir devir. Çok tehlikeli bir devir. Bir kimse silah dayayıp imanını ver dese imanını vermeyecek nice kimseler, farkına varmadan imandan soyuluyor. Bu kadar büyük fitneler var. Allah’ım korusun! Delil mi arıyorsunuz? İşte Hadis-i şerif:
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
İşte devir o devir. Çok tehlikeli bir devir. İmansız iken son nefesi vermek ne kadar büyük tehlike! Ebedi hayat mevzu bahis. Allah’ım korusun!
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçiriyor, günü gününe saati saatine uymuyor, kalpler bozulmuş, iman sâfiyeti kalmamış.
Bir sahte kahraman çıkıyor Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı icraatlar yapıyor, küffarla dostluk kurmakla iftihar ediyor. O da: “Bu doğru yapıyor!” deyip tasdik ediyor, destek veriyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Halkın bu anki hâli.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Fitnelerden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 3968)
Kişi öldüğü zaman imanlı ise cennete gider. Ancak imanlar öldüğü zaman ebedî cehennemdedir. Nitekim bakıyorsunuz çıkıyor, en etkili sözleri söylüyor, küfrünü ise gizlice ortaya koyuyor. İslâm dininden konuşuyormuş gibi görünüyor. “Doğru söylüyor!” diye peşinden giden niceleri “dil kılıcı” altında imanını veriyor, ruhu ölüyor, ebedî hayatı gidiyor. Canlı cenaze.
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Vallahi, bilemiyorum arkadaşlarım gerçekten unuttular mı, yoksa unutmuş mu gözüküyorlar? Vallahi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- dünyanın sonuna kadar çıkacak fitne başılardan üç yüz ve daha fazla tâbisi bulunan herkesi, hiçbirini bırakmadan bize ismiyle, babasının ismiyle, haber verdi.” (Ebu Dâvud: 4243)
Sanmayın ki bilinmiyordu. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle nasıl ki hepsini teker teker saydı ise, bugün de Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle göre göre arzediliyor. Allah-u Teâlâ dilediği kuluna sıfatlarını da, cehennemdeki durumlarını da gösterir. Binaenaleyh bu ilim zan ilmi değildir.
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir. Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut: 49)
Büyük bir azimle Allah-u Teâlâ’nın hükümleri hatırlatılıyor ancak halk balık otu yutmuş gibi. Bu hatırlatmalara rağmen iman etmeyen zâlimlerin peşinden gidiyor.
Bu durum çok tehlikelidir.
Nitekim Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Size çullanmak üzere yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirini çağıracakları zaman yakındır.” buyurdu.
Orada bulunanlardan biri:
“O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu.
“Hayır! Bilâkis siz o gün çoksunuz. Fakat sizler bir selin getirdiği çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöp durumunda olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” cevabını verdi.
“Zaaf nedir yâ Resulellah?” denildiğinde:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdu. (Ebu Dâvud: 4297)
Aynı bugünkü durum. Dünya ve sevgisi, ölüm korkusu o kadar yayılmış ki, hakikati kokluyor, kokluyor, sonra rahatım bozulmasın, istirahatim bozulmasın diye zâlimlere destek veriyor. Allah’ım bize acısın!
•
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.
Âmirleri Allah’ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah birbirine düşürür.” (İbn-i Mâce: 4019)
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanetin verilişini anlattıktan sonra bu emanetin (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdelerinin) nasıl yok olacağını şöyle haber vermişlerdir:
“Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039 - İbn-i Mâce: 4053)
Siz bunları dıştan dinde kahraman gibi görürsünüz. Oysa ki bunlar sahte kahramandır. Allah-u Teâlâ bunlara hidayet vermemiştir. İmansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yaparlar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek isterler.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek.”
Ashâb-ı kiram: ‘Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?’ diye sorunca şöyle devam etti;
“Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı.” (Irakî, Muğni lll. 204)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Her milletin başına münafıklar geçmedikçe kıyamet kopmaz.” (Mecmau’z-Zevâid)
Bu da sizin ameliniz ve cezanızdır.
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir.” (Deylemî)
•
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.” (Tirmizî: 2210)
Ayak takımının başa, baş takımının ayağa alınması ve bu ayak takımının her türlü kötülüğünü halkın alkışlaması, fakat o şerefli haysiyetli insanların nazar-ı itibara alınmaması.
Neden bu hâl husule geliyor? Halkın Hakk’tan kopmasından, harama irtikap etmesinden, sefalete düşmesinden, maddeye tapmasından ve şöhrete kapılmasından ileri gelir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“İnsanların üzerine yağmurun bolluğu, fakat verimin azlığıyla aldatıcı yıllar gelecektir. O dönemde yalancı adam doğrulanacak, doğru adam yalanlanacak; hâin adama güvenilecek, güvenilir adam hâinlikle itham edilecek ve kamu işinde rüveybıda (bilgisi kıt) adam söz sahibi olacaktır.” (İbn-i Mâce: 4036)
•
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur ki:
“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim: 2923)
Hadis-i şerif’i rivayet eden Câbir -radiyallahu anh-: “Onlardan korunuverin!” buyurmuştur.
Onların her şeyi yalan ve dolandır.
•
Abdurrahman bin Amr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Yağmurun çoğalıp bitkinin az olması, Kur’an okuyanların çok fakihlerin az olması, idarecilerin çok, güvenilir olanlarının ise az olması kıyametin yaklaştığının delillerindendir.” (Câmiu’s-sağîr: 8234)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim önceden geçenlerin yoluna karşı karış karış, arşın arşın takip edinceye kadar kıyamet kopmaz.”
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! (Yollarından gidilenler) Acem ve Rum gibi milletler midir?” diye sordular.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Onlardan başka insanlardan kim var?” buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2175)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif olduğu gibi tecellî etmiştir.
Bu iki milletin ahlâk ve yaşayışlarını adeta imrenircesine benimseyenler şimdiye kadar fazlasıyla türemişti. Şimdi de bu iki milletin küfürlerini hoş görenler, müslümanların imanlarını bu küffara peşkeş çekenler türedi. Kilise açmak moda oldu. Kâfiri dost edinmek dindenmiş gibi gösterilerek irtikap edilmeye başlandı. Bununla da iftihar ediyorlar. Bunların hangisi İslâm dininde mevcuttur?
Küffarın yaşantısına meyletmek büyük bir cürümdür. Küffarın küfrünü hoş görüp dostluk kurmak, bunu bir de İslâm maskesi altında yapmak ise çok daha büyük bir cürümdür. Gadab-ı ilâhi’yi mucib bir durumdur. Halkın bu gibilerin peşinden gitmesi bu yüzden çok tehlikelidir. Allah’ım bize acısın!
Herkesin haddini bilmesi ve nerede olduğunu görmesi için bu gerçekleri gözler önüne seriyoruz.
Görüldüğü üzere ahir zamanda, çok büyük fitnelerin arasında yaşıyoruz. Öyle bir zaman ki...
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Allah-u Teâlâ’nın ilmi ile ihyâ ettiği kimselerin dışındakiler çok büyük bir tehlike üzerindedir. Çünkü ilim olmayınca “söz” imanları götürüyor.
Fitnelerin dışındaki bu zümre sayıları az bir topluluktur. Bunlar Hadis-i şerif’lerde “Garipler” olarak tarif edilmişlerdir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!” (Müslim)
Ahir zamandaki, bugünkü duruma işaret ediliyor.
Nu mutlu bugünkü gariplere!
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.” (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah Aleyhisselâm göre göre tarif ediyor.
İşte fazilet buradan geliyor, bu zorluktan geliyor. Az ama çok kıymetli. Nitekim aşağıdaki Hadis-i şerif’ler bu kıymeti açıkça ortaya koyuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Garipler kimdir?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.” (Tirmizî)
Öyle bir devirdeyiz ki, değil sünnet-i seniyye, farzlar bozulmaya çalışılıyor. İslâm’ın şiddetle reddettiği icraatlar İslâm adına işleniyor. Küfür hoş gösterilmeye, küffarla dostluk peydah edilmeye çalışılıyor. Halk ise bu icraatları yapanların peşinden gidiyor.
İşte bu devir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Yüz şehit sevabını akıl havsala almaz. Bu Hadis-i şerif’tem hem fitne ve fesadın büyüklüğünü ve dehşetini hem de böyle bir zamanda Sünnet-i seniyye’ye sarılmanın az bir zümreye nasip olacağı anlaşılmış oluyor.
Ahir zamandaki bu faziletli zümreye ve Allah katındaki değerlerine dair birçok rivayet mevcuttur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Ebu Sâlebetü’l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden’ kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Ashabdan elli kişinin sevabı...
Tâlib olan buna talib olsun. Ancak öyle bir devir ki, hakiki iman ehli garip kalmış, halkın çoğu fesada düşmüş. Bu fazilet de bu yüzden geliyor.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif’lerinde buyururular ki:
“İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid’atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid’atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir.”
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ın bu beyanı üzerine: “Yâ Resulallah! Allah’ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?” diye sorduklarında:
“Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!” buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: “Seni onlar görürler mi?” diye sorduklarında:
“Hayır!” cevabını verdi.
“Peki onlara vahiy mi iner?” dediklerinde:
“Hayır!” buyurdu.
“Onlar o zamanda nasıl olurlar?” dediler.
Buyurdu ki: “Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir.”
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: “Onlar o devirde nasıl yaşarlar?” diye sorduklarında:
“Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!” buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak: “Dinlerini nasıl muhafaza ederler?” dediklerinde:
“Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar.” cevabını verdi. (Abdüllâtif)
Şimdi bu Hadis-i şerif’in açıklamasını arzedelim:
“İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler. Ve bid’atları tazeleyecekler.”
Yani ilâhî hükmü atacaklar, küfrü, küfür âdetlerini yeniden sahneye koyacaklar, şimdi olduğu gibi!
“O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır.”
Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a gerçekten gönül veren kimse bugün garip hâle düşmüştür. Bu gariplik zâhirî görünüş itibariyledir, mânen ise onlar Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın katında çok muteberdirler.
“Ve yalnız kalır.”
Bu yalnız kalışı; halkın küfre, bid’atlara, günahlara meyletmesinden ötürüdür. O ise onlardan değildir.
“Bid’atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir.”
Bu hususu şöyle arzedelim: “Setefteriku ümmetî...” Hadis-i şerif’i mucibince yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi yoldan çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber verererek Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar.” (En’âm: 116)
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanı üzerine: “Yâ Resulallah! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?” diye sorduklarında: “Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!” buyurdu.
Bunun sebeb-i hikmeti; halk küfre meyletmiş, kâfirler cirit oynuyor. İnsanlar dünyanın şâşâsına, zevk ve sefâsına dalmış, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü bırakmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’sini unutmuşlar. Bunlar ise bütün güçleri ile Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a bağlı kalmışlar.
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’inin sırrı burada toplanıyor.
Yüz şehit sevabı şimdiye kadar yoktu ve şimdiye kadar yüz şehit sevabı kimseye verilmemişti.
Böyle bir mükâfatın verilmesi, bu güçlük sebebiyledir. İşte bu en güç olandır.
Hadis-i şerif’te:
“Amellerin efdali en güç olanıdır.” buyuruluyor. (Münâvî)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: “Seni onlar görürler mi?” diye sorduklarında: “Hayır!” cevabını verdi. “Peki onlara vahiy mi iner?” dediklerinde: “Hayır!” buyurdu.
“Onlar o zamanda nasıl olurlar?” diye sordular.
Buyurdu ki: “Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir.”
Bunun sebeb-i hikmetine gelince;
İslâm diyarında küfür hâkim olmuş. Vicdansızlık, adaletsizlik, hırsızlık, vatan hâinliğini sürdürüyorlar. İmanlı ve vatanperver bir kimse bu hâli görür. Müdahale etse gücü yetmiyor, sabretse gönlü yetmiyor. Bu haksızlık karşısında eriyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: “Onlar o devirde nasıl yaşarlar?” diye sorduklarında: “Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!”buyurdu.
Ortalığın bozukluğunun iç durumu bildiriliyor. İfsat edilmiş, bozulmuş, fakat Allah-u Teâlâ onlara ayrı bir hayat vermiş, onlar o hayatla hemhâl oluyorlar ve Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’la yaşıyorlar. Çünkü gönüllerinde onlar var.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak: “Dinlerini nasıl muhafaza ederler?” dediklerinde: “Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar.” cevabını verdi.
Tasavvur buyurun ki; imanını açığa vursa işinden olacak, küfrü yaşasa imanı râzı değil! Bu kadar sıkıntılar içinde imanını muhafaza etmeye çalışacak. Onlara uysa küfre kayacak, imanını ilân etse düşman kazanacak. Çünkü küfür hâkim olmuş.
Dikkat ederseniz, elhamdülillâh hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden gerçekleri söylüyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikati tebliğ etmektir.” (Ebu Dâvud)
İslâm’ın esaslarından birisi de cihaddır.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyle cihad edin.” buyurmuştur. (Hacc: 78)
İşte hakkıyla cihad budur!
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm’ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.
Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âdiyât sûre-i şerif’inde şöyle buyurmuştur:
“Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!”
Bu Âyet-i kerime’ler hem o gariplere âittir ve hem de bu gariplere âittir.
İşte Resulullah Aleyhisselâm’ın Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’ne katılmasını emir buyurduğu topluluk bu topluluktur.
Bu cihad küfre baskındır.
Mâlumunuz olduğu üzere öyle bir zaman geldi ki, nice türemeler üredi, allahlık dâvâsında bulunan firavunlar yine türedi. Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamlar evvelâ sûret-i haktan göründüler. İslâm adına çıkarak inananları gayet rahat avladılar, dinlerini kurdular ve ilân ettiler. Bu güzel dinimizi parça parça yaptılar, hudutları aştılar, bu güzel vatanımızı parçaladılar.
•
Allah-u Teâlâ bu fitne ve fesat zamanında dinini ayakta tutmak üzere Hatmü’l evliya ve bayraklılar ashabını göndermiştir. Onların sayıları azdır. Ancak mükâfatları çok büyüktür. “Yüz şehit sevabı”, “Ashabtan elli kişinin sevabı” bunlar içindir. Zira bunlar hiçbir kimseden çekinmeden ilâhi hükümleri yaymak için çalışırlar. Kimseden de bir yardım görmezler.
Onların bu cihadını ve vazifesini evliyaullah asırlar önce haber vermişlerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemü’l-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.” (“Hatmü’l-velâye”; Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Bu zât-ı muhterem’lerin beyanlarına bakın, bir de bu ortadaki icraatlara bakın. Allah-u Teâlâ bu zâtlara asırlarca evvel bu durumu göstermiş, size açıklıyoruz. Siz bunu gördünüz mü?
Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri de “en-Nâberât fî Beyânu Hatmü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye” adlı risâlesinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın âhir zamanda şer’î hudutları yeniden yerine oturtacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtem’ül evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer’i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemür-resul’ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hatem’ül evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır.” (“Risaletü fî’l-Beyânu Hatm’ül-Velâye”; Düğümlü Baba, no: 283’de mahfuz. 26b yaprağı)
Demek ki o saat yaklaşmış. Çünkü Hâtem deniliyor, artık iş bitiyor. Bundan sonra artık her an her şey beklenebilir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resul” adlı eserinin “Yüz Yirmi Sekizinci Aslı”nda Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid’at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlattıktan sonra, Hâtem-i veli’nin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sâyesinde de artık onu giderir. O’nunla düşündüğü, O’nunla konuştuğu için O’nunla defeder. İşte o Allah’ın halk üzerindeki hücceti, O’nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. O’nu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur.” (c. 2, s. 225)
Niçin helâk olur? Onu Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona karşı gelen Allah-u Teâlâ’ya karşı gelmiş ve helâk olmuş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ’nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf bilen için gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır. O Allah adına iş görmüştür.
Onun vârisi de O’nun adına iş görür. Kâmil vârisi olan Hatm’ül evliyâ da onun gibi beşeriyet için bir lütuftur, “Lütfullah”tır.
Binaenaleyh, O’nun namına iş görene biat eden Hazret-i Allah’a biat etmiş, inkâr eden de Hazret-i Allah’ı inkâr etmiştir. Niçin Hazret-i Allah namına çıktığı için. Daha doğrusu O çıkardığı için. Doğrusu budur. Allah-u Teâlâ çıkardığı için, bütün insanların mesul olduğu yer de burası. “Ben gönderdim!” diyor. Ama biz “İnanmadık!” “Ben gönderiyorum, benim âyetlerimi beyan ediyor.” diyor, “İnanmadık!”
İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için çeşitli yerlere zaman zaman dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârîler’inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Bu üç zât Antakya halkına:
“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah “Biz gönderdik.” buyuruyor.
“Dediler ki:Rabb’imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz.” (Yâsin: 16)
Bu gönderilenler Hazret-i Allah’ın emrini tebliğ ettiği için onlara itaat şarttır. Onların isyan etmeleri, gönderene isyan demektir. Bugün de böyledir.
Çünkü her zaman peygamber gelecek değil. O’nun ahkâmını bildiren, O’nun namına çalışan o zamanın vekilidir. Her yüz senede, hususiyetle her bin senede gönderilenler bunlardır.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü’l-azm peygamberlerin işini görür.” (“Mektûbât”; 234. Mektûb)
Bunu aklınız, havsalanız almaz.
Binaenaleyh! Allah-u Teâlâ her an peygamber gönderecek değil. Ama dilediği zaman O hükmünü yürütür. İşte hüküm. Ben kendimden konuşmuyorum, ben şudur da demiyorum. “İlâhi hüküm budur!” diyorum. Bu resmen mânevi davettir.
Bir kardeşin mânasında geçen gizli bir söz var. Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Efendimiz: “O Lütfullah’tır.” buyurmuş.
Bu isim ona çok önceden beri verilmiş, amma bugün meydana çıktı. Allah-u Teâlâ merhameti, ihsanı, ikramı ve lütfu olarak bu Lütfullah’ı beşeriyete gönderdi. Bu gönderilmenin mânâsı:
Bu O’nun lütfudur, ilâhî emirlere ve hükümlere râm olmanız, saâdet-i ebediyeye ulaşmanız için sizi Hakk’a hakikate dâvet ediyor, bu Lütfullah’ı vesile kılıyor. Kendisini bu lütfa mazhar etmiş, mazhar ettiği lütfu size de ulaştırmaya çalışıyor.
Dünya bozulmaya yüz tutmuş, fitne ve fesat ayyuka çıkmış, bölücülük ateşi ortalığı sarmış; dinsizliğin, ahlâksızlığın her türlüsü son haddine varmış, Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamlar türemiş. Bu en büyük fitne zamanında hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için, o bir fırkayı kurtarmak için Allah-u Teâlâ Lütfullah’ı göndermiş.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki: “Yeryüzü, ilâhî hükümleri ayakta tutan kimseden de hâlî kalmaz. ... Allah-u Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. ... İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın kulları içinden seçtiği dostları, yeryüzünde dinine dâvet ve irşad için vazifelendirdiği kullarıdır.” (Ebu Tâlib el-Mekkî, “Kûtu’l-Kulûb”, c. 1, s. 134’den naklen)
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın Zâtî tecellîsine kavuşurlar. Allah-u Teâlâ merhameti, ihsanı, ikramı olarak bu “Lütfullah”ı gönderdi.
Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“İzzet ve Celâl’ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi’ler ve Resul’ler dahi ona gıpta edecekler!” (“el-Muhabbe li’l-Muhâsibî”; s. 22-23)
“Bu benim lütfumdur, sizi ebedi saadete davet ediyor. Hükümlerime, emirlerime râm olmanız ve saadet-i ebediyeye ulaşmanız için bu lütfullahı vesile kılıyorum.” diyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saadete erenlerdir.” (A’râf: 157)
Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini tekrar tekrar hatırlatıyoruz. Ki, bugünkü sahte kahramanların, küffarla dostluk kuran, “Medeniyetler İttifakı”, “Küffar Birliği” adı altında dinde ve vatanda büyük zararlara sebep olanların Allah katındaki durumunu göresiniz.
Şu kadar var ki bu Âyet-i kerime’ler iman edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.
Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu. “Yâ Rabb’i! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!” diye münâcaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:
“Ey Nuh! O senin ehlin değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.” buyurdu. (Hûd: 46)
Bir başka Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir gaflettir!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı olduğunu beyan buyurmakta, kâfirleri düşman bellemeyi emretmekte ve onları dost edinmeyi yasaklamaktadır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Allah düşmanlarını dost edinmemek imanın tabi bir neticesidir. Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Bu durumlarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.
“Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselerle dostluk yapanlar Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücadele: 14)
Bunlar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücadele: 15)
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir. Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.” dir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhi hükümleri dinlemeyenler kâfir olmuşlardır:
“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 217)
Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb’inizden bir hayır inmesini istemezler.” (Bakara: 105)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i imrân: 120)
Allah-u Teâlâ kâfir ya da münafıklardan herhangi bir kimseyi dost edinmeyi açık olarak yasaklamaktadır:
“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenâlık etmekten aslâ geri kalmazlar.” (Âl-i imrân: 118)
“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imrân: 118)
“Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların müminleri hiçbir zaman sevmediklerini ve sevmeyeceklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz.” (Âl-i imrân: 119)
Allah’ın düşmanlarına sevgi beslemenin ne derece yanlış ve çirkin olduğu bu Âyet-i kerime’den de anlaşılmaktadır. Onlar hiçbir zaman dost tutulmaya lâyık değillerdir.
Allah-u Teâlâ İslâmiyet’in ulviyetini ihlâle çalışan küfür ve şirk erbabını müslümanların dost ittihaz edemeyeceklerini ferman buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide: 57)
Hakiki iman, bu gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.
Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 100-101-102)
Allah-u Teâlâ küfrün vasıflarını da Âyet-i kerime’lerinde beyan buyuruyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi ışıktır, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Allah-u Teâlâ Kâfirun sûre-i şerif’inde kıyamete kadar gelecek müslümanlara, onların dinlerinden bütünüyle uzak durmalarını emir buyurmuştur:
“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler!
Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
Benim taptığıma da siz tapmazsınız.
Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.
Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.
Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirûn: 1-6)
Kimisi bu hakikatleri okudu iman etti, kimisi kokladı kokladı olduğu yerde bıraktı. Kimisi yüz şehit sevabına nail oldu, kimisi imansız imamların defterine dahil oldu. Kim? Kim olursa olsun! O yolda imiş, bu yolda imiş, mevzu değil! Kimi desteklemişse onun defterinde ismi çıkacak!
Herkes imtihanını veriyor. Burası imtihan dünyası.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Buna mümasil Âyet-i kerime’leri olsun, cehennemdeki korkunç durumu ortaya koyan Âyet-i kerime’leri olsun defaatle hatırlatıyoruz. İmanlı bir kimsenin dehşete düşmesi, cehennem çağırıcılarından korunmak için Hazret-i Allah’a yönelmeye çalışması lâzım. Ancak bakıyorsunuz birçokları okuyup geçiyor. Okumuyor da, kokluyor!
Allah-u Teâlâ tesirini halk ederse okuduğunu anlarsın ve mucibince amel edersin. Okuduğun şey hidayetine vesile olur. Okudukların seni hak ve hakikate götürür.
“Müminler o kimselerdir, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
Bir de okuduğu halde hiçbir tesir etmeyenler var. Bunlar hakkında “Koklamak” tabirini kullanıyoruz. Ne kadar okursa okusun kokladığı için hiçbir tesir etmez, duymaz. Bu gibiler sıfat-ı hayvaniyededir. Zaten bugün aslında sıfat-ı insaniyede insan yok denilecek kadar azdır.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
“Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” (Furkan: 44)
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
“Onlar hayvan gibidirler, hatta daha da sapık ve şaşkındırlar.” (A’raf: 179)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)
Herkes kendisini bu aynada görsün...
Bu sözlerimiz kimsenin ağırına gitmesin. Gadab-ı ilâhi’yi celbeden öyle büyük kabahatler işleniyor ki... Kimse farkında değil!...
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün:
“Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?” buyurdu.
(Yanındakiler hayretle):
“Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdu ve devam etti:
“Emr-i bil-ma’rufta bulunmadığınız, nehy-i anil-münker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?” diye sordu.
(Yanındakiler hayretle):
“Yani bu olacak mı?” dediler.
“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve sormaya devam ettiler:
“Münkeri emredip, ma’rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?”
(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):
“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” dediler.
“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve devam ettiler:
“Ma’rufu münker, münkeri de ma’ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?”
(Yanındakiler):
“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” diye sordular.
“Evet olacak!” buyurdular. (Mecma’uz-zevâid)
İslâm’ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in apaçık bir mucizesidir.
Bugün artık bu kötülüklerin son raddesine gelinmiştir. Yani “Ma’ruf münker, münker ise ma’ruf” sayılmaya başlandı. Şöyle ki; artık harama helâl, helâle haram deniliyor, küfür ve kâfirler hoş görülüyor, böylece iman ile küfür karıştırılmaya, kâfirin küfrü iman gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Hıristiyan ve yahudilerin küfrü hoş görülüyor, “Üç semavi din”, “Üç büyük din”, “Medeniyetler arası ittifak”, “Dinlerarası diyalog” gibi isimler altında küfür hoş gösteriliyor. Üstelik bu icraatlar İslâm adına yapılıyor.
Buna mümasil faizin ismini değiştirdiler, “Kâr payı” diyerek halkı fâize alıştırdılar. Banka kurup adına başka isim taktılar. Artık gizleme gereği kalmadı, hepsi “Banka” ismini aldı. Bugün “Müslümanım” diye ortaya çıkan hemen her grubun bir bankası var.
Buna mümasil icraatlar karşısında kimsenin kılı kıpırdamıyor. “Ne olmuş!”, “Ne var bunda!” deniliyor! İmanlar sönmüş. Kabre girdiğin zaman gözün açılır ancak iş işten geçmiş olur.
“Ona: ‘Andolsun ki sen bundan gâfildin, işte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık gözün keskindir.’ denir.” (Kaf: 22)
Mahşerde herkes imamı ile, önderi ile beraberdir.
Ateşe çağıran imamların davetine icabet etmek ne kadar büyük bir bedbahtlıktır.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Oradaki büyük pişmanlık sebebiyle bu imamlarla çekişecekler, onlara lânetler yağdıracaklar, ancak iş işten geçmiş olacak.
Orada iyilerin arkasında gidenler, saâdet-i ebediyeyi kazanmaya vesile oldukları için liderlerini överek ve ona dualar ederek büyük bir mutluluk içinde Cennet-i alâ’ya doğru yürüyeceklerdir.
Saptırıcı liderlerin peşine takılanlar ise felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyacaklar, düşünmeden körü körüne ardına sürüklendikleri önderlerine lânetler yağdıracaklar, beddualar edeceklerdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için ‘Ey Rabb’imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ derler.
Allah da ‘Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz.’ buyurur.” (A’râf: 38)
“Öncekiler de sonrakilere derler ki:
Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yok. O halde siz de kazandıklarınıza karşılık tadın azabı!” (A’râf: 39)
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere azabını hatırlatarak kendi katına geldikleri zaman hor ve hakir kılınmış olarak birbirleri ile çekişip tartışacaklarını haber vermektedir:
“Sen o zâlimleri Rabb’lerinin huzurunda durduruldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen!” (Sebe: 31)
Hep birbirini suçlayacaklar, birbirlerini kınayacaklar... Hiç birisi suçu üzerine almak istemeyecek.
Başkalarının peşlerinden körü körüne giden, bu hususta kendilerini uyarmak isteyen münevver insanları dinlemeyen kimseler, o gün hakikati apaçık gördüklerinde; liderlerinin suret-i haktan görünerek her şeyi nasıl ters gösterdiklerini, o kodamanlara uydukları için nasıl bir felâkete düşürüldüklerini ve azabın hazır vaziyette kendilerini beklediğini müşahede ettiklerinde pek büyük bir hasret çekecekler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İçlerinde zayıf sayılanlar (tâbi olanlar, peşlerine takıldıkları o) büyüklük taslayanlara ‘Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık.’ derler.” (Sebe: 31)
Zehirli propagandalarının kendilerinin kâfir olmalarına sebep olduğunu söylemek isterler.
“Büyüklük taslayanlar ise zayıf sayılanlara (kendilerine tâbi olanlara) ‘Size hidayet geldi de, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, kendiniz suçlu idiniz’ derler.” (Sebe: 32)
Yani onlara şunu demek isterler:
Biz sizi sadece davet ettik. Siz ise hiç bir mesnet, hiç bir delil olmaksızın bize uydunuz. Allah’ın dinini, ahkâmını, emir ve yasaklarını arkanıza ittiniz.
Biz sizin gibi binlerce insanı peşimize takmaya zorlayacak bir kuvvete sahip değildik. Siz isteseydiniz bizi bu işten alıkoyardınız. Siz bize bağlılık göstermeseydiniz, bağışlarınızla, yardımlarınızla, hediyelerinizle desteklemeseydiniz, bizi kimse tanımazdı.
Allah’ın dinini arzu ve heveslerinize uydurmak için değiştirmek isteyenleri baştacı yapıyordunuz. Size her türlü suç ve günahı işleme ruhsatı verebilecek, haramı helâl yapacak kimselere yüksek payeler veriyordunuz. Şimdi ise suçsuz olduğunuzu iddiaya kalkışıyorsunuz. Halbuki bu günah ve isyanda hepimiz ortağız.
Onların verdiği cevabı da Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Zayıf sayılanlar (tâbi olanlar) da (peşlerinden gittikleri) o büyüklük taslayanlara ‘Hayır, gece gündüz bizi aldatıyordunuz. Bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.’ derler.” (Sebe: 33)
Gece gündüz kendilerine tuzak kurduklarını, yaldızlı ve parlak laflarla aldatarak hülyalara daldırdıklarını, doğru yolda olduklarını telkinle kandırdıklarını söyleyecekler.
Neticede uyanlar da uyulanlar da bu karşılıklı suçlamaların kendilerine bir fayda sağlayamayacağını anlayacaklar. Aslında her iki taraf da suçlu. Önderlerin hem kendi günahları var, hem de saptırıp yoldan çıkardıkları kimselerin günahları var. Diğerleri ise hem kendi günahlarının cezasını çekecekler, hem de onlara körü körüne uymalarından ötürü mesuldürler.
Kendileri için hazırlanan azabı gördüklerinde kelimelerle ifade edilemeyen elem ve nedamet duyarlar.
“Bunlar azabı gördüklerinde pişmanlıklarını içlerine atarlar, ettiklerine içleri yanar.” (Sebe: 33)
Hakk’ı, hakikati red ve inkâr eden bu nasipsiz mahluklar, işledikleri günahların cezasını çekecekler, ektiklerini biçip ettiklerini bulacaklar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Biz o kâfirlerin boyunlarına demir boyunduruklar takarız. Onlar ancak yapmış olduklarının cezasını çekerler.” (Sebe: 33)
“Onlar hesaba çekileceklerini hiç ummuyorlardı.” (Nebe: 27)
Avam güruhu, dünyada iken lider kabul ederek hayvan sürüsü gibi körü körüne peşlerinden sürüklendikleri kimselerin ahiretteki zillet ve meskenetlerini, ne kadar sefil bir duruma düştüklerini gördüklerinde onlara şöyle derler:
“Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık şimdi siz Allah’ın azabından zerrece bir şey olsun savıp, bizi koruyabilecek misiniz?” (İbrahim: 21)
Kendilerine ne emretmişlerse emirlerini tutmuşlar, onlara uydukları için zaten bu acı sonuca varmışlar.
Bütün yetkileri, makam ve mansıpları dünyada kalan, yaptıkları tahrip ve tahriklerin, sapma ve saptırmaların cezası ile karşı karşıya bulunan önderler bu sözler karşısında mahçup olurlar, acziyetlerini itiraf ederler ve derler ki:
“Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de size doğru yolu gösterirdik.” (İbrahim: 21)
Orada ister istemez Allah-u Teâlâ’nın yüce kudretini kabul ve itiraf ediyorlar. Halbuki bir imtihan sahnesi olan dünyada iken, hem kendileri kabul etmiyorlardı, hem de arkalarına taktıkları kimselere kabul etmemelerini telkin ederek şirke sürüklüyorlardı.
“Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur.” (İbrahim: 21)
Artık iş bitmiş, iş işten geçmiştir.
“O halde o gün hepsi azapta müşterektirler.” (Sâffât: 33)
•
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellallığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
“Allah ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber ateşe girin!’ der.” (A’râf: 38)
Allah-u Teâlâ şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıkları kimseleri cehenneme koyacağını vâdetmişti.
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
“Her ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder.” (A’râf: 38)
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
“Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için ‘Ey Rabb’imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!’ derler.” (A’râf: 38)
Hırlaşmalar ve ithamlar işte böyle başlar. Körükörüne peşlerinden sürüklendikleri ve felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları önderlerine Allah-u Teâlâ’dan “Ey Rabb’imiz!” diye başlayarak, kat kat cezalar vermesini isterler.
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerine şu şekilde mukabele eder:
“Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!” (A’râf: 38)
İstedikleri kat kat azap hem kendileri için hem de onlar içindir. İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Kitleleri bâtıl yollara sürükleyen küfür liderleri hem kendi kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; körü körüne bunların peşinden sürüklenenlere de hem kâfir olduklarından, hem de gönül rızası ile sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap edilecektir.
Allah-u Teâlâ’nın bu beyanı üzerine öncekiler sonrakilere şöyle derler:
“Sizin bizden üstünlüğünüz yoktur, kazandığınıza karşılık azabı tadın!” (A’râf: 39)
Orada buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gider. Hiç birisi suçu üzerine almak istemez. Ceza yapılan işin cinsinden olduğu için, dünyadaki mâlâyâni tartışma ve suçlamalar orada da devam eder.
•
Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip, ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar birbirlerini suçlayıp çekişirler.” buyuruluyor. (Sâffât: 27)
Öyle suçlayıcı iddiâlarda bulunurlar ki, maksatları suçu üzerlerinden atmak ve kurtulmak. Fakat ne mümkün! “Sen bizim buraya girmemize sebep oldun!” diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler. İleri gelenlerine:
“Siz bize sağdan gelir, suret-i haktan görünürdünüz!” derler. (Sâffât: 28)
Bâtılı süslerler hak diye gösterirlerdi. Günahları sevap diyerek onlara işlettirirlerdi. Kendilerini hayrat ve hasenâta sevketmek, doğru yolu göstermek istediklerini söyleyerek onları kandırıp Allah yolundan alıkoyarlardı. En güvendikleri noktalardan yanlarına sokulur, onları ayartmaya çalışırlardı.
Bu sefer kodamanlar ileri atılırlar, haklarındaki ithamları reddederek, mesuliyeti onlara yüklemek isterler. Ve derler ki:
“Hayır! Zaten siz inanan kimseler değildiniz.” (Sâffât: 29)
“Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu, siz kendiniz azgın bir topluluk idiniz.” (Sâffât: 30)
Serbest iradenizle sapıklığı tercih ettiniz. Sizi dâvet ettiğimiz yolun doğruluğuna dair elinizde kesin bir delil de bulunmuyordu. Tercihinizi kötülüğe kullandığınız için davetimizi kabul ettiniz ve bize uydunuz.
“Artık Rabb’imizin sözü bize hak oldu. Azabımızı muhakkak tadacağız.” (Sâffât: 31)
Hepimiz O’nun tehdit ettiği azaba mahkum olduk, hiç kurtuluş imkânımız yok.
“Evet biz sizi kışkırttık. Çünkü kendimiz azgındık.” (Sâffât: 32)
Dünyada yaptıklarının karşılığı olarak, Allah-u Teâlâ’nın kesin hükmü ahirette gerçekleşmiş olur:
“O halde o gün hepsi azapta müşterektirler. Biz suçlulara böyle yaparız.” (Sâffât: 33-34)
•
Tâbiler cehennemde lâyık oldukları cezalarını çekerlerken zebaniler önderlerine şöyle seslenirler:
“İşte şunlar peşinize düşüp sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir.” (Sâd: 59)
Onlar da son derece öfkeyle cevap verirler:
“Onlara merhaba yok, rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar da ateşe girmişlerdir.” (Sâd: 59)
Dünyada iken kendilerine uymalarından gurur duydukları kimseleri artık görmek istemiyorlar.
Buna mukabil uyruklar da onlara cevap vermekten geri kalmazlar:
“Asıl size merhaba yok! Siz rahat yüzü görmeyin! Bunu başımıza getiren sizsiniz.
Ne kötü bir durak!” (Sâd: 60)
Saptırıcı önderlere uymanın acı ızdırabını çok acı bir şekilde çeken uyruklar güruhu, kin ve intikam duyguları ile dolup taşarak Allah-u Teâlâ’ya yönelirler.
Derler ki:
“Ey Rabbimiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse, ateşte azabını kat kat artır.” (Sâd: 61)
Aslında burada onlara karşı duydukları kin ve nefreti dünyada iken duymaları gerekiyordu. Onlara uydukları takdirde başlarına böyle bir felaketin geleceği apaçık belli idi.
İş işten geçtikten sonra yalvarıp yakarıyorlar:
“Ey Rabb’imiz! Cinlerden ve insanlardan bizi yoldan çıkarıp saptıranları bize göster. Onları ayaklarımızın altına alalım da en alçaklardan olsunlar!” (Fussilet: 29)
İçleri intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Kahırlarından ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemezler. Bir netice vermeyeceğini bildikleri halde, değişik ifadelerle tekrar tekrar ilticâ ederler:
“Ey Rabb’imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uymuştuk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb: 67)
“Ey Rabb’imiz! Onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat!” (Ahzâb: 68)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için zaten bu hâle düşmüşlerdi. Şimdi ise pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlar, Allah’a ve Resul’üne itaat etmediklerine nedamet ediyorlar. Fakat hiç faydası yok.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu tartışmasının kesinlikle olacağını beyan buyuruyor:
“İşte cehennemliklerin birbirleriyle bu şekilde tartışmaları gerçektir, muhakkak olacaktır.” (Sâd: 64)
•
“O zaman küfür öncüleri azabı görünce kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşıp giderler ve aralarındaki bütün bağlar kopar.” (Bakara: 166)
Körü körüne uydukları sapık liderler onları yüzüstü bırakır giderler. Dünyadaki gibi baş olmak iddiasında bulunamazlar. Her şeyden vazgeçerler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar. İttifak etmek üzere yaptıkları yeminleri ve anlaşmaları bozulur.
“Onlara uyup arkalarından gidenler ‘Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!’ derler.” (Bakara: 167)
Fakat ne çare ki, o sözleri olmayacak bir şeyi temenni etmek kabilindendir.
“Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” (Bakara: 167)
İkaz edildikleri halde bu ikazlardan nefret duyanlar var ya, iman ettikleri saptırıcı imamlarla cehenneme girdikleri zaman ne kadar pişmanlık duyacaklar.
“Ah keşke dinleseydik! Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etseydik. Allah-u Teâlâ’nın dâvetçisi bize hep O’nun kelâmını önümüze çıkarıyordu. Fakat biz azgınlar bu âyetlerden ikrah ederdik. Çünkü sizin dininize girmiştik. Meğer o ne güzel bir dâvetçiymiş, keşke uysaydık! Şimdi ise sizden ikrah ediyoruz. Bu azgın ve alevli ateşler içerisine, size uymamız, yolunuzda bulunmamız ve çalışmamız sebebiyle girdik.” diyecekler.
Onların boyunlarına demir halkalar takılır, yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurulur. O bir lânet halkasıdır, o lânet halkası ile kaynar suya da atılırlar.
Aslında o lânet halkası onlara daha dünyada iken takılmıştır. Zira onlara Allah-u Teâlâ ve melekler, peygamberler ve salih kullar kıyamete kadar lânet etmişlerdir.
Cehennemdeki Korkunç Azap:
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlardan önce yoketmiş olduğumuz hiçbir memleket halkı iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler?” buyuruyor. (Enbiya: 6)
Onların Hazret-i Allah’a, dinine iman etmeye ihtiyaçları yokmuş gibi, hem dinine karşı gelir, hem de başka işlerle meşgul olurlar.
Nitekim ilâh edindikleri imansız imamların yüzünden de bu felâketler başımıza gelebilir.
Çünkü onlar ilâh edindikleri imansız imamlara inandılar, Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a lâyık-ı veçhile iman etmediler. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar. Deccal’den daha beter olan münafıkların peşine takıldılar, onları ilâh edindiler ve bu suretle gadab-ı ilâhiye uğradılar. Bu arada kurunun yanında yaşlar da gitti.
Fakat bunların da şeytanlarla beraber cehenneme atılacakları Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuârâ: 94-95)
Ve bunlar “Esfel-i safilin”e kadar giderler.
Asıl hayat ölümden sonra başlar. Ya saâdet-i ebediyye ya da felâket-i ebediyye.
İlk ziyafetleri kaynar suya atılmaktır. Sonra da ateştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’âm: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
“Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” (Nisâ: 169)
Artık dönüş de imkânsız.