"AB" olsun "Amerika" olsun; küffarın iç yüzü iyice ortaya çıktı. Ancak bunlar hâlâ "Küffarla dost olacağım, küffar birliğine gireceğim!" diye vatanı büyük bir girdaba sürüklediler. Vatanda taviz verdiler, dinde taviz verdiler, ahlâkta taviz verdiler. Her türlü fesat, fitne, terör çoğaldı.
Amerika Türkiye'yi bölmek istiyor, terör belasını tepemizde tutmak istiyor. Bunlar ise, Amerika ne isterse onu yapıyor. Amerika "Kuzey Irak'a operasyon istemiyoruz" diyor; bunlar da Amerika'nın sözünü dinlemek için her türlü tavizi göze alıyorlar.
Vatanı, dini tehlikeye atmaya ne hakkınız var. Bunu yapana hain denmez mi? Bir de müslüman maskesi altında ortaya çıkıyorlar. Dışı müslüman icraatı kâfir olana münafık denmez mi?
Tutturmuşlar bir "Medeniyetler ittifakı"... Hem dinde taviz veriyorlar, hem de küffar ile dostluktan medet umuyorlar.
Halbuki Hazret-i Allah küffarı bize tanıtmıştır:
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar asla senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Küffara kucak açtılar, küffar da hem dinimizi hem vatanımızı sinsi sinsi istilaya kalktı.
Onlara bu kapıyı açtılar. Bunlar kimin dostluğunu arıyorlar. Küffara teslim olanların Hazret-i Allah ile ne ilgisi olabilir?
Dış görünüşü ile vatanperver ancak hakikatte vatan hainliği yapan; dış görünüşü ile müslüman ancak küffarla kucak kucağa hareket eden münafıkların iç durumunu izah edeceğiz.
Bunların günahı ve kabahati iki kattır. Zira hem küfür icraatı yaparlar, hem de bu icraatı İslâm maskesi, bayrak resmi altında yaparlar.
Bunların dönmeyeceğini çok iyi bildiğimiz halde defaatle bu hakikatleri duyuruyoruz. Bilindiklerini bilsinler diye. Bir de saf müslümanları uyandırmak, imanları kurtarmak için.
Bu kadar ikazlar yapılıyor, bu kadar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler beyan ediliyor, ancak bir bakıyorsunuz kayan yine kaymış.
Daha evvel şöyle bir beyanımız vardı:
"Bu küfrü hoşgören münafıklar kaleyi içten yıkmaya çalışırlar, kâfirler ise dıştan yıkmaya çalışırlar. Hazret-i Allah ise hepsini yıkacağını beyan buyuruyor:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Bu kâfirleri, bu münâfıkları, hepsini yıkacak. Bu dünyada yıktığı gibi ahirette de suale çekecek. Hesabını soracak.
Memleket için asıl tehlike şu üç husustur:
Düşmanı dost bilmek. Düşmanı bağrında barındırmak. Düşmana zemin hazırlamak. Bunları göz önüne sunuyoruz ki; kâfirler saklansa dahi göründüğünü bilsin, müslümanlar da tehlikeyi görsün. Ama uyanır ama uyanmaz." demiştik. Ama halk uyandı.
En büyük düşmanı dost bilmek İslâm'a, imana, vatana ihanettir. Defaatle beyan ettik. Bu "Küfrü hoşgörü", bu "Kâfirle dostluk", bu "Düşmana zemin hazırlama", bu icraatlar tamamen İslâm'a zıttır. Bunları yapanlar münâfıktır, kâfirdir, hâindir.
Küffar mütemadiyen düşmanlığının icabını yapıyor; bölücüleri besliyor destekliyor, etrafımızda kin ve ihanet tohumları ekiyor, sinsi sinsi memlekete nüfuz etmeye çalışıyor. Siyasetini, diplomasisini, iktisadını düşmanlığının icabını icra için araç olarak kullanıyor.
Bunlar da "Dostum!" diyor. Ama vatan gidiyor!..
Hepimiz huzur-u ilâhi'ye gideceğiz, herkes hesabını verecek.
"O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 6-8)
Onlara: "Sizin bu küfrü hoş görmeniz asaletinizden mi geliyor?"denmişti. (Bakınız; Hakikat Dergisi 151. sayı, Nisan 2006)
Diyeceksiniz ki: "Bunu nerden buldun?" Şimdi Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Birbirine hasım iki zümre!" (Hacc: 19)
Bu iki zıt zümre -iman ile küfür-birbirine zıttır. Şimdi bu zıddiyet bunlarda görülmedi de "küfür" görüldü. "Küfrü hoş görme ve hoş gösterme" görüldü. Yani bunlarda imanın icabı yerine "Küfrü hoş görme ve hoş gösterme" görüldü. Anlaşıldı ki; iman yok ki zıddiyet olsun.
Dikkat ederseniz ilâhî hükümler bu kadar açık olduğu halde, küfre koşanların en önünde "Ben müslümanım" diyenleri görürsünüz.
Bu gibileri Allah-u Teâlâ bize tanıttığı gibi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de göre göre haber vermişlerdi.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
İşte o zaman bu zaman. Resulullah Aleyhisselâm bugünü tarif ediyor.
Dış görünüşüne bakarsan "Müslüman", ismine bakarsan "İslâm", bayrağına bakarsan "Türk bayrağı".
Ancak icraatına bak "Küfür", sığındıklarına bak "Kâfir", altına girmeye çalıştıkları bayrak AB bayrağı!
Bunun içindir ki bunlar münafıktır. Dış görünüşü başka, icraatı başka olduğu için.
Münafık demek kâfirden de aşağı demektir. İki yüzlülükleri ve sahtekârlıkları sebebiyle ayrı bir isim almışlardır. Azapları kâfirden daha şiddetlidir.
"Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 145)
"Bu, kendi ellerinizle yapmış olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Allah kullarına aslâ zulmedici değildir." (Âl-i imrân: 182)
Dikkat ederseniz bu münafıkların en büyük dostu, yahudilerdir, hıristiyanlardır.
Küfür topluluğu ile "Katolik nikâhı kıymak istediklerini" söylerler. "Türkiye'yi geri dönülemez bir şekilde Avrupa'ya bağlamamız çok önemli" derler. Bu uğurda Amerika'nın desteğini almak için çırpınırlar. Amerika'lara gidip gizli toplantılara katılırlar. Yahudilerden ödül alırlar. "Medeniyetler İttifakı" adı altında toplanırlar.
Bu yüzden bunlardan kâfire karşı bir hareket, küffarın düşmanlığına karşı bir tepki beklemek beyhudedir.
"Allah sizinle, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)
Küffar, atalarının yaptığını yapıyor. Müslümanları yurdundan çıkarmaya çalışıyor. Avrupa'sı olsun, Amerika'sı olsun hâlâ Anadolu'dan Türk'ü çıkarma sevdasından vazgeçmiş değildir. Bugün Irak'ta yaşananları görüyorsunuz. Sırada İran var, Mısır var, Suud-i Arabistan var. Çünkü kâfir kâfirliğini yapacak. Neden? Düşmanı İslâm'dır, müslümanlardır.
Bu kâfirleri dost edinen zâlimler de kendi icraatını yapıyor. Bu kâfirleri dost ediniyorlar. Irak'ta ölen kâfir askerleri için dua ettiklerini, üzüntü duyduklarını söylüyorlar. Halbuki yüzyıldır nerede bir zulüm, nerede bir karışıklık varsa, altından Amerikan parmağı çıktığını görürsünüz.
Bu kâfirleri bu zâlimleri dost edinenler, bunlar münâfıktır. İmandan sonra küfür ne acı bir durumdur:
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular." (Münâfikûn: 3)
Artık geri dönmeleri mümkün değildir.
"Onlara: 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." (Nisâ: 61)
Binaenaleyh o zaman sormuştuk: "Bu küfrü hoş görmek asaletinden mi geliyor?" diye. Biz size çok önceden duyurduk. Zira icraatına bak, aslını görürsün. Bunların içlerinde öyleleri var ki "Senin aslın yahudi imiş!" dediğinde gizliden gizliye memnuniyet duyar.
Bunlar yüzünden dinde çok büyük zararlar olduğu gibi vatanda da çok büyük zararlar oluyor. Zira küfre, küfür ehline kucak açılıyor. Üstelik bütün bunlar bayrak resmi altında yapılıyor.
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Bu Âyet-i kerime'lere bakıldığı zaman iman ile küfür ayrıdır, hasımdır, zıttır.
"İşte birbirine hasım iki zümre. Bunlar Rableri hakkında çekiştiler. Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden de kaynar su dökülür." (Hac: 19)
Bunda o zıddiyet görülmediğine göre, bilhassa küfrü hoş görme toplantıları tertip edip methettiğine göre bu adamın kâfir olduğu meydana çıkıyor.
Ey hoşgörücüler!
Müslümanlara her türlü zulmü yapan, vatanımızda ve imanımızda gözü olan Haçlı sürülerini, bu alçakları kabul ettirebilmek, hoş gösterebilmek için her türlü küfrü icat ettiniz, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri inkâr ettiniz, kendinizi onlardan kabul ettiniz. Şimdi anlaşılmış oldu ki siz de bu alçaklığa ortaksınız.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır." (Mücâdele: 5)
Bunların kalleşliğinin zararını yine kendileri görecek. Bu millet aptal değil!
Bu millet uyanacak dedik, uyandı işte.
Görüyorsunuz "Avrupa Birliği" olsun "Amerika" olsun; küffarın iç yüzü iyice ortaya çıktı. Ancak bunlar hâlâ "Küffarla dost olacağım, küffar birliğine gireceğim!" diye vatanı büyük bir girdaba sürüklüyorlar.
Vatanda taviz verdiler, dinde taviz verdiler, ahlâkta taviz verdiler. Her türlü fesat, fitne, terör çoğaldı.
"Kendilerine: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler.
İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Bunlara sorsan "Bir bildiğimiz var." derler. Birçokları da "Bunlar müslüman, bir bildikleri vardır!" diye kuru bir zanla peşlerinden gidiyor. Ama memleket gidiyor, vatan gidiyor yahu. Dinde taviz, vatanda taviz... Bundan büyük ifsat olur mu?
Ey müslüman! Ne işin var bunların arkasında! Yıllar yılı "Avrupa şöyle düşman, Amerika şöyle düşman!" diye anlatırlardı. Şimdi en büyük dost edindiler. Hangi sözleri yalan, eski söyledikleri mi, yeni söyledikleri mi?
Uyan artık! Bunlar dönmezler! Kendini kurtar! Bütün gayeleri bu İslâm milletini kâfire peşkeş çekmektir.
"Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar, Allah'ın yolunu eğriltmeye çalışırlar. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler." (İbrâhim: 3)
Amerika Türkiye'yi bölmek istiyor, terör belasını tepemizde tutmak istiyor. Bunlar ise, Amerika ne isterse onu yapıyor. Amerika "Kuzey Irak'a operasyon istemiyoruz" diyor; bunlar da Amerika'nın sözünü dinlemek için her türlü tavizi göze alıyorlar.
Vatanı, dini tehlikeye atmaya ne hakkınız var. Bunu yapana hain denmez mi?
"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyân eder, O'nun koyduğu sınırları çiğneyip aşarsa, onu da içinde ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır." (Nisâ: 14)
Bir de müslüman maskesi altında ortaya çıkıyorlar. Dışı müslüman, icraatı kâfir olana münafık denmez mi?
"İnkâr edenler ve Peygamber'e baş kaldırmış olanlar, kıyamet günü hak ile yeksan olup yerin dibine geçirilmeyi ne kadar isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler." (Nisâ: 42)
Tutturmuşlar bir "Küfrü hoşgörü", "Medeniyetler ittifakı"... Hem dinde taviz veriyorlar, hem de küffar ile dostluktan medet umuyorlar. Halbuki Hazret-i Allah küffarı bize tanıtmıştır:
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar asla senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Küffara kucak açtılar, küffar da hem dinimizi hem vatanımızı sinsi sinsi istilaya kalktı. Onlara bu kapıyı açtılar. Bunlar kimin dostluğunu arıyorlar. Küffara teslim olanların Hazret-i Allah ile ne ilgisi olabilir?
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler, onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a aittir." (Nisâ: 139)
Misyonerlerin rahat çalışmasını isterler, kilise açarlar. Üstelik bunu bir de şeref vesilesi sayarlar.
Bu necip milletin ataları İslâm dininin müdafii idi, İslâm dinini yaymak için çalışırlardı. Bunlar ise küffarın müdafiliğini yapıyorlar ve yayılmaları için zemin hazırlıyorlar.
"Size geldikleri zaman: 'İnandık!' derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.
Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün.
Yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mâide: 61-62)
Bunların durumu budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu gibileri şöyle tarif buyuruyor:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
O 1400 sene evvel gördü ve buyurdu, şimdi de biz görüyoruz. Zira bir müslüman deccal dahi gelse canını verir, imanını vermez.
Ancak bu münafıklar müslümanları, imanları ile beraber güruh güruh küffara peşkeş çekiyorlar.
Nitekim dikkat ederseniz, küfrü hoş görme toplantıları yaparlar. "Medeniyetler ittifakı" adı altında Amerika destekli projelerin candan savunucusudurlar. Öyle ki; değil Türkiye'de bütün İslâm ülkelerinde küfrü hoş göstermek için, müslüman devletlerin toplantılarında küfrün propagandasını yaparlar. "Batı dünyası ile İslam dünyası arasında Türkiye gayet güzel bir köprü görevini oynayabilir. Bu gerçekleşirse 1.5 milyarlık İslam dünyası ile Avrupa`yı birleştirme imkânını yakalayabiliriz." diye de bir taraftan iftihar ederler.
Türkiye'yi küffara bağlamak en büyük arzularıdır. "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı kıymak istiyoruz" derler. "Türkiye'yi geri dönülemez bir halde Avrupa'ya sokmamız çok önemli." derler.
Allah katında hiçbir hükmü olmayan yahudilik ve hıristiyanlık gibi dinleri Allah katındaki din olan İslâm dini ile bir tutarlar. "Hoşgörü Toplantısı" adı altında yahudi ve hıristiyanların küfrünü hoş gören toplantılar tertip ederler. Toplantılarında "Hilâl"in yanına "Haç"ı ve "Yahudi yıldızı"nı koyarlar. "Dinler buluşması" gibi tabirler kullanarak "Hıristiyanlık ve yahudiliğin İslâm'dan bir farkı yok!" demek isterler. "Hıristiyanlar ve yahudiler de cennete girecek." derler. Böylece hükm-ü ilahiyi inkâr edip, hak ve hakikati küfür ile bir tutarlar.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır." (Âl-i imran: 85)
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
"Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)
İşgalci küfür ordusuna, haçlılara methiye düzerler:
"Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum."
"Dünya barışı için son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir."
Zâlimi metheden zâlimdir.
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir." (Mâide: 45)
Bu zâlimlere bu kadar tebliğ yapıyoruz. Ancak kılları kıpırdamıyor, yüz çevirdikçe çeviriyorlar.
"Resulüm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imran: 32)
Bunlar böylece kâfir oluyorlar. Zaten en büyük dostları kâfir. Onlardan küfür tahsil edip duruyorlar:
"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar." (Âl-i imran: 100)
Bu kadar hatırlatma yapılıyor. Ancak hiçbir hakikati duymuyorlar. Bu durum onların kâfir olduklarının başka bir delilidir:
"Kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmaktan başkasını işitmeyerek haykıranın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, onlar düşünmezler." (Bakara: 171)
Kâfir olarak ölmek ne kötü bir akibettir.
"Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!
Onlar ebedi olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez." (Bakara: 161-162)
Bugüne kadar birçokları gelip geçti. İmanlısı geldi, imansızı geldi. Ancak şimdiye kadar imanlı görünüp de "zorlukları aşacağım" diye küffarla işbirliği yapanı, küffardan destek bulmaya çalışanı çıkmamıştı. İşte bunun için bunlar münafıktır.
Mümin, Allah'a ve Resulullah'a iman etmiş kimse demektir. İmanının gereği olarak emniyeti Allah-u Teâlâ'dan bekler ve Allah-u Teâlâ'ya sığınır.
"O öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O; mülkün sahibidir, her türlü eksiklikten yücedir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, emrinde galip olandır, istediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır. Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Haşr: 23)
Münafık ise emniyeti kâfirle dostluk peydah etmekte, kâfirin desteğinde arar.
Nitekim bu münafıklar içinde bulundukları zorlukları aşmak için küffardan destek almaya çalışıyorlar, imandan ve vatandan taviz vermekten çekinmiyorlar. Gaye ve emellerine ulaşmak için her şeyi feda etmeye, her türlü işbirliğine hazırlar.
Ve fakat onlar; neyin zorluğunu çekiyor?
"Din bölücülerinin önünü açmanın zorluğu"nu çekiyor!
Neyin zorluğunu çekiyor? "Vatanı, hain ve sinsi bir-iki aşiret reisine peşkeş çekmenin zorluğu"nu çekiyor!
Neyin zorluğunu çekiyor? "Amerikan ajanı akıl hocalarını Türkiye'ye getirmenin zorluğu"nu çekiyor!
Neyin zorluğunu çekiyor? "Küfür birliğine girmek için Kıbrıs'ı Rum'a peşkeş çekmenin zorluğu"nu çekiyor!
Neyin zorluğunu çekiyor? "Amerika'nın rahat nüfuz etmesinin önünü açmanın zorluğu"nu çekiyor.
Neyin zorluğunu çekiyor? "Avrupa Birliği'ne taviz vermenin zorluğu"nu çekiyor!
Neyin zorluğunu çekiyor? "Şehit kanlarıyla alınan vatan topraklarının ecnebilere satılmasının zorluğu"nu çekiyor.
Üstelik bütün bu çektiği zorlukları müslümanlara "Biz müslümanız, bizi istemiyorlar, onun için bunları yapıyoruz, onun için zorluk çekiyoruz" diye yutturmaya çalışıyorlar. Bunlardan daha büyük münafık olur mu?
Bu çektiğiniz zorluklar başınıza yıkılsın! Zira vatan gittikten sonra, din-iman gittikten sonra sen olsan ne olur, olmasan ne olur? Olmasan daha iyi olur!
Ey müslüman!
Sakın kâfirleri dost edinme!
Kâfirleri dost edinen bu münâfıkları da dost edinme! Bunlara destek verme. Bunlara destek vermek demek, Amerika'ya, Avrupa'ya destek vermek demektir.
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imrân: 28)
Biz bu ilâhi hükümlere iman ettik. Bunlardan uzak duruyoruz. Size de hatırlatıyoruz.
Bu zâlimlerin yaptıklarına rızâ göstermemek ve onlara meyletmemek hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." (Hûd: 113)
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz, hevâ ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme." (Kehf: 28)
Bu gibi kimselere meyletmenin, peşlerine takılmanın dünyadaki zararı ahirettekinden öncedir. Ümit ettikleri dünyevî menfaatler ya hiç ele geçmez veya geçse de serîüzzeval olur, mesuliyeti üzerinde kalır. Ahiretteki zararı ise hiç şüphesizdir ve muhakkaktır.
Kaleyi içten yıkmaya çalışan kimselerdir. Amerikadan ödül alanlardır.
Artık anlayın! Bunlar küffarın ajanıdır. "Medeniyetler ittifakı" adı altında cihad ruhunu söndürmeye çalışırlar. Zira kendilerinde bu ruh yok. Çünkü iman yok. Olmadığı için küffar milletlerine diş göstermekten ödleri patlıyor, koskoca memleketi durdurtuyorlar.
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
Küffar ise kendi memleketinde İslâm'ı kötü göstermek için her türlü çirkefliği, her türlü hakareti, her türlü iftirayı yapar. Bazen karikatür yayınlar, bazen müslümanlara terörist damgası yapıştıran filimler yayınlarlar. Medya mütemadiyen bu tür yorumlarla çıkar. Nitekim kâfir memleketlerindeki müslümanların durumu her geçen gün çok daha kötüye gitmektedir. Çok büyük zulümlerin ve kıyımların yaşanması an meselesi.
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Küffar kendi memleketinde böyle yaptığı halde İslâm memleketlerinde de küfrünü hoş göstermek için her türlü yolu kullanmaya çalışır, her türlü fırsatı değerlendirmek ister. Çünkü cihad azminin ortaya çıkmasından çekinir. Maksadını -düşmanlığını- rahat rahat yapmak ister.
Hangi hıristiyan ülkesinde bu "Hoşgörü", "İttifak" teranelerinin halka reklamının yapıldığını gördünüz? Yapmazlar. Ancak burada yapılması için her türlü teşvik ve baskıyı yaparlar. Zira bütün maksat, bu memleketi söndürmektir. En büyük yardımı da bu münafıklardan görürler.
"Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 4)
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)
"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler." (Bakara: 18)
Halbuki, ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalacaklardır." (Bakara: 217)
•
Öyle büyük zararlar, öyle büyük tavizler verdiler ki bu gibilerin yaptığı işler yutulacak lokma değil, susulacak bir durum da değil. Ancak ortalık karışık, sükûnet zamanı. Bu yüzden kapalı geçiliyor.
Bu memleketi bitirmek için uğraşıyorlar. Çünkü iç düşman. Duvarları yıkıyorlar; yavaş yavaş, yavaş yavaş, taş taş yıkıyorlar. Küffardan ödül aldılar, küffar namına çalışıyorlar. Fakat içimizde bulunuyorlar. Çok tehlikeli insanlar.
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücâdele: 14)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuş, müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilân etmiştir.
"İki hasım zümre." (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hâl böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi kesinlikle yasaklanmıştır.
Onlar ise bu berzahı kaldırıyor, "Medeniyetler ittifakı" adı altında, kâfirlerle beraber oluyorlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dünyada ayırdığı gibi, ahirette de inananların saâdete, inanmayanların felâkete uğrayacaklarını haber vermiştir.
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
Onlar ise iman ile küfrü karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışıyor ve kendileri küfre daldıkları gibi inananları da küfrün içine daldırmaya çabalıyor, "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı kıymak istediklerini" söylüyorlar.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, hak ile bâtılı, hakikat ile dalaleti kesin olarak ayırdığı halde bilerek karıştırmaya çalışanlara hitap etmektedir:
"Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin!" (Bakara: 42)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde böyle buyuruyorken bunlar hak ile bâtılı, hakikat ile dalâleti birbirine karıştırıyorlar ve bilerek hakkı gizliyorlar, bu fermân-ı ilâhîyi bütünüyle inkâr ediyorlar, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü çiğniyorlar.
Avrupa Birliği küffar birliğidir. Bunu en üst kurumlarda görev yapan birçok AB yetkilisi açıkça ifade ettiği halde onlar şöyle söylüyorlar: "AB, bir Hıristiyan kulübü değildir, olamaz."
Küfür, İslâm'a göre tek bir millettir. Tarih boyunca İslâm ülkelerine ve müslümanlara karşı küfür dâima birlikte hareket etmiştir. Hep düşmanlık beslemiş hiç dost olmamışlardır.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır. İman ehli emr-i ilâhi'yi her şeyin üzerinde tutar. Ahkâm-ı ilâhî'ye tâbi olur.
Onlar ise: "Avrupalı dostlarımız..." diyorlar.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime'sinde müslümanlara yahudi ve hıristiyanları tanıtmış, onların fitne ve fesadına karşı emir ve nehiyler koymuştur.
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Nitekim Avrupa 50 yıldır Türkiye'yi oyalamaktadır. Avrupa dinî dayatmalarda bulunuyor. Tarihten gelen haçlı kini ile hareket ediyor, intikam almaya çalışıyor. Küffarın bize olan kini ve düşmanlığı asla kaybolmamıştır. Hususiyetle Türk milletine karşı ayrı bir düşmanlıkları vardır. Nasıl ki Hıristiyan Vatikan Papa'sı "Dinlerarası diyalog"tan kastının "Hıristiyanlığı yaymak" olduğunu ilân etmişse, Avrupa olsun, Amerika olsun, onların maksadı da bizi uyutarak taviz koparmaktır. Nitekim açık açık söylüyorlar. "Türkiye'nin üye olmasından ziyade AB perspektifinin devam etmesi önemli" derler. Demek isterler ki kapıda tutalım, uyutmaya devam edelim.
Bunlar ise bunca tavizi veriyorlar. Üstelik bu tavizlerine İslâm'ı alet etmeye çalışıyorlar. Aslında bunlar da biliyor, bizi almayacaklarını. Ancak onlar da başka bir cihetten memleketi uyutmaya çalışıyorlar. Alan memnun satan memnun...
Olan bu millete oluyor, olan bu vatana oluyor. Yazıklar olsun!
"Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Oysa bütün tuzaklar Allah'a âittir. Herkesin ne kazandığını O bilir. Kâfirler de bu yurdun sonunun kime âit olduğunu yakında bilecekler!" (Ra'd: 42)
"Kötü tuzak ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
İslâm bütün peygamberlerin dinidir. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru dâima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Onlar ise Allah katında makbul olmayan, hakiki dinden sapmış, asliyetini kaybetmiş yahudilik ve hıristiyanlık gibi dinleri Allah katındaki din olan İslâm dini ile bir tutuyorlar, "İbrahimi dinler", "Medeniyetler ittifakı", "Üç büyük din" gibi tabirler kullanarak "O da dindir, bu da dindir" demek istiyorlar.
Halbuki:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
İman ile küfür arasında orta bir yol olmadığı gibi; iman ile küfür, hak ile bâtıl arasında başka bir mertebe de yoktur. "Bâtıl"a ve "Küfür"e meyleden imanla küfrü değiştirmiş, dosdoğru yoldan çıkıp sapıklığa düşmüş olur.
"Kim imanı küfürle değişirse, şüphesiz ki dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara: 108)
Allah-u Teâlâ bir başka Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar." (Bakara: 217)
Müslümanlardan herhangi biri, hangi sebepten olursa olsun dininden döner ve kâfir olarak ölürse, artık onun daha önce müslüman olarak işlediği bütün iyi ameller bâtıl olur. Tıpkı bütün ömürlerini küfür içinde geçiren öteki kâfirler gibi olurlar.
Dininden dönenlerin ve hak yoldan yüz çevirenlerin âkıbeti budur.
Küffar "Siz müslümansınız" diyor, bunlar ise "Bize müslüman demeyin." diyor.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklık, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır.
"İşte böyle, inkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb'lerinden gelen Hakk'a uydular." (Muhammed: 3)
Onlarsa küffar Batı'ya uydular. Batı'nın küfrünü hoş göstermeye çalışıyorlar, kiliseler açıyorlar, Avrupa ve Amerika ne derse ve ne isterse onu yapıyorlar. Bunlar büyük yanlıştır. Allah-u Teâlâ'nın kelâmı Âyet-i kerime'leri önlerine sürüyoruz. Biz bu beyanları bir öğüt bir ikaz olmak üzere arzediyoruz ki, kendilerine gelsinler, İslâm'a dönsünler.
Hıristiyan haçlılar, -tarih sahnesine baktığımızda- her zaman İslâm dinini ve müslümanları -bilhassa Türk milletini- yok etmek için savaşmıştır. Öteden beri bu topraklarda gözleri var. Çanakkale harbi olsun, Kurtuluş Savaşı olsun, 30 bin insanımıza malolan terör olsun hepsi bu kin ve düşmanlığın devam eden tezahürleridir. Asla düşmanlıktan vazgeçmiş değillerdir.
Küffarın kuklası ve piyonu olan bu münafıklar, askerimize, emniyet güçlerimize kurşun sıkan hainlerin destekçisidir. Biz hâlâ bunlardan ne bekliyoruz? Dostluk mu? Ancak onlar düşmandır.
"Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın." (Münâfikun: 4)
Bu necip müslüman millete küfrü hoş göstermeye çalışan, küfür ehlini iftar sofralarında baş köşeye oturtan, küffar devletlerinin memleketimize nüfuz etmesine, vatanımızın paymal edilmesine seyirci kalanlar İslâm'a ve vatanımıza ihanet etmişlerdir.
İslâm ehli tarih boyunca küfre iltifat etmemiş, küfür ehlini hor ve hakir kılmıştır. Bu hâl iman ehlinin vasfı, Allah-u Teâlâ'ya imanın tezahürüdür:
"Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resul'ünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, boyunlarını büküp küçülmüşler olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe: 29)
Hazret-i Allah gerçek iman ehlinin, müminlerin bu vasfını Âyet-i kerime'sinde şöyle bildirmiştir:
"Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Ey müslüman! Bu Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür. Bir bu hükm-ü ilâhî'ye bak bir de bu münafıkların icraatlarına!.. Kendin kıyas et, kararını kendin ver.
Bu böyle olduğu gibi müslümanların emanetini üzerine alan umera da İslâm'ın âli ve galip olduğunu bilmek ve uygulamakla mükelleftir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür. Küfre kucak açanların, vatanın selâmetini tehlikeye düşürenlerin İslâm'la ne ilgisi olabilir?
İmanını yitirmiş, kalbi döndürülmüş, mühür vurulmuş, artık bunlar hiçbir şey duymazlar, duymak da istemezler.
"Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (Câsiye: 23)
Daha evvel de arzetmiştik:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in zaman-ı saâdetlerinde münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül idi. Bu zamanda münafıkların başı ise 'Küfrü hoş görenler'dir."
Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içeriden yapıyorlar. Bu verdikleri zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.
İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
Ve fakat:
"Onlara: 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." (Nisâ: 61)
Bunlar Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın indirdiğinden tiksindiler, yüz çevirdiler. Böylece küfür batağına battılar. Hiçbir müslümanın Allah'ın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. "İşittim, itaat ettim" demek zorundadır.
"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Bu hâinlik edenleri savunmayın, desteklemeyin. Yoksa ateş size de dokunur.
"Hâinlerden taraf olma!" (Nisâ: 105)
Dinini değiştirmezden evvel İslâm'ın lehine, küfrün aleyhine konuşur ve hareket ederlerdi.
Dinini değiştirdikten sonra sinsi sinsi müslümanları küfre dâvet ederler.
İsimlerini ne zaman değiştirecekler? Hakk biliyor, halk da bilsin!
Küffârın memleketimize ve bu millete nüfuz etmesine zemin hazırlayan bu münafıklar küffârın ajanıdır.
Küffârın yapamadığını İslâm maskesi altında yapmaktadırlar. Çünkü bunlar satılmış kimselerdir. Yahudi ve hıristiyanların namına çalışır, onların himayesi altındadır.
Bunlar onların dostudur. Amma ismi İslâm'dır. İsmi İslâm olduğu için münâfık oluyor, kâfirden de aşağı oluyor.
"Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar." (Nisâ: 145)
İslâmiyet'i de isimden ibarettir. Bunlar gerçekten Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a ve Resulullah'a inanmış değillerdir. Bunlar şöhret, nam ve menfaat peşindedir.
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir." (Bakara: 9)
Bunlar doğru yola dönecek de değillerdir:
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
Bunların hepsi biliniyor. Sizin iman etmediğinizi, etmeyeceğinizi biliyoruz. Şu kadar var ki, bilindiğinizi bilin diye yazıyoruz. Allah-u Teâlâ sizin kararınızı çoktan vermiş. Çünkü O surete, sirete değil de kalbe ve amele bakar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirleri pis ve murdar olarak bize tanıtıyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân: 179)
"O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir." (Yunus: 100)
"Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe yükseliyormuş gibi iyice daraltır.
Allah inanmayanların üzerine işte böyle murdarlık indirir." (En'âm: 125)
"Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler." (Enfâl: 55)
Gerçek mücadele kâfirlerle yapılır. Allah-u Teâlâ bize küfrü böyle tarif ediyor, "Küfrü hoş görenler" ise, sizi imandan çıkarıp küfre dâvet ediyor. Bu bize göre iman ile küfür çarpışmasıdır. Ve fakat dinini değiştirenlere göre değil. Onlar küfrü hoş görenlerdir.
Biz Kelâmullah'a iman etmişiz, onun hükümlerine bakarak hareket ediyoruz.
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde küfrü ve kâfirleri murdar, necis ve pis olarak tanıtıyor. Bu dinden dönenler de size bu necâseti, bu pisliği tarif ediyorlar. Çünkü onlar da onlar gibi murdar oldu. Pis pisi sever, amma temiz pisi sevmez.
İşte size hep delille konuşuyoruz, Âyet-i kerime ile konuşuyoruz. Bunların necis olduklarını, pis olduklarını, murdar olduklarını Âyet-i kerime ile izah ve ispat ediyoruz.
•
"De ki: Hak geldi bâtıl gitti. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81)
"Biz Hakk'ı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olmuş gitmiştir!" (Enbiyâ: 18)
Bu kesin bir hükümdür. Hakk'ın zuhuru bâtılın kalıntılarını ortadan kaldırır.
Küffar Birliği'nin kapısında her türlü alçaklığa razı olmanın İslâm'la hiçbir alakası yoktur. Bu durum İslâm'ın izzetine yakışmadığı gibi müslümanlara karşı söz ve andlaşmalarında durmayan küffarın hile ve desiselerine fırsat verilmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sen kendileriyle andlaşma yaptığın hâlde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
Nitekim öyle olmadı mı? Önünüze koymayacağız diye söz verdikleri her şeyi bir bir önümüze koymadılar mı? Hâlâ uyanmayacak mısınız? Bize yolunacak bir kaz, sömürülecek bir düşman gözüyle baktıklarını ne zaman anlayacaksınız? Yoksa bildiğiniz ve anladığınız halde mi devam ediyorsunuz? Bunları bile bile bu alçaklığa râzı olanların ismine ne denir?
Şu Âyet-i kerime'lere dikkat edin, Allah-u Teâlâ İslâm düşmanlarını ne kadar güzel tanıtıyor, iç durumlarını ortaya koyuyor:
"Onların nasıl andlaşmaları olabilir? Onlar size galip gelselerdi (sizin aleyhinize ellerine bir fırsat geçseydi), hakkınızda ne yemin ne de andlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla (dil ucuyla) sizi hoşnut etmeye çalışırlar, hâlbuki kalpleri istemez. Onların çokları yoldan çıkmış fâsıktırlar." (Tevbe: 8)
"Allah'ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!" (Tevbe: 9)
"Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler ne de bir andlaşma gözetirler. Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir." (Tevbe: 10)
"Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." (Tevbe: 11)
"Eğer andlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur ki vazgeçerler (küfre son verirler)." (Tevbe: 12)
Gerek tertip edilen "Küfrü Hoşgörü Toplantıları", gerekse AB adı altında yapılanlar, küffarın memleketimizde dilediği gibi at koşturmasına zemin hazırladığı gibi; halkımızın zihninde de kararsızlık husule getirmektedir. Verilen tavizler içeride huzursuzluğa, asayişsizliğe sebep oldu. Hırsızlık, arsızlık, gasp, soygun, cinayet, terör, fuhuş, kumar, uyuşturucu aldı başını gidiyor, önü alınamıyor. İnsanî ve ahlâkî bir çöküntü yaşanıyor.
Halkımıza küffarı hoş gösterenler, "Küffarı dinlemeyin, ayrılık yapmayın, biz birbirimizle birlik olalım." deme hakkına sahip değildir. Bilakis bu hareketleri bu bölücülüklere fırsat vermiş, küffarın zehirini akıtmasına zemin hazırlamıştır.
Defaatle dergilerimizde neşrettik. Birlik müslümanlar arasında olur. Küffar birliği diye tutturanlar, küffarın oyununa alet olup zokayı yutanlar bu yaşananların müsebbiblerindendir. Fitne ehli, bölücü terör bu rahatlıktan, bu basiretsizlikten fırsat bulmaktadır.
Düşmanlarımız boş durmuyor. Bu milletin kardeşlik, uhuvvet duygularını köreltmeye, bölüp, parçalayıp yutmaya gayret ediyor. Asla fırsat vermeyelim. Silah ile bu vatanı zaptedemeyenler, içeriden yıkmaya çalışıyor. Aman uyanık olalım!
Birlik içinde, dirlik içinde olalım. İslâm kardeşliğinin her şeyin fevkinde ve üstünde olduğunu asla unutmayalım. Dinimizin ve vatanımızın düşmanlarının oyununa gelmeyelim. Bu oyunu daha evvel tarihte oynayanlar yine sahneye koymaya çalışıyorlar.
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
"Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları!" (Münâfikun: 4)
"İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün." (Mâide: 13)
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
Daha evvel şöyle bir beyanımız vardı:
Arapça'da münâfık; nifak kökünden gelir ve ikiyüzlü demektir.
Müslümanlara "Ben sizdenim!" der. Kâfirlere de "Ben sizdenim!" der. Türkçe'de de münâfık; ikiyüzlü demektir, fakat iş sahasında "kalleşlik" mânâsına geliyor.
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular." (Münâfikun: 3)
Hazret-i Allah münâfıkları dost gibi, sizdenmiş gibi görünüyorsa da "ONLAR DÜŞMANDIR" diye tarif ediyor, vasıflandırıyor.
"Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 4)
İşte münâfık ve hainlerin iç durumu budur. Görünüşte vatan için çalışır, gerçekte hâindir. Bu münâfıkların dünyadaki cezaları ve ahiretteki azapları çok şiddetlidir.
"Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce de mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler. Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!" (Secde: 21-22)
Onlar bu tembihleri dinlemediler. Başlarına bu felâketler geldi. Ama biz hangi tembihi dinledik! Bu felâket başımıza gelmez mi?
•
Resulullah Efendimiz zamanında münafıklar vardı. Başı vardı; Abdullah bin Ubeyy bin Selül.
Bu zamanın baş münafığı kimdir?
Ebu Cehil vardı. Bu zamanın Ebu Cehil'i kimdir?
Bunu umuma söylüyoruz. Kararı siz verin, maskeyi indirin. Bunu size bırakıyorum.
Kanaatinizi yürütün, kararınızı verin, maskeyi indirin.
•
Ebu Cehil var. Ebu Cehil'in hocası bir baş münafık var. Bunların hepsi biliniyor, kapalı geçiliyor. Size bırakıyoruz, icraatına bak, kararını ver.
Kalıbına baksan hoşuna gider, yumuşak başlı dersin. Halbuki bilinmiyor, Ebu Cehil'in hocası. Bütün gizli toplantılarda, "Küfrü hoş görme" toplantılarında, Amerika'larda, Medeniyetler adı altındaki dostluk toplantılarında bunu görürsün. Ancak sahnede Ebu Cehil var. Bu pek bilinmiyor. En büyük hocasından ilhamını alıyor.
Bunlara bu münafıklığı öğreten en büyüklerini biz daha önce de duyurmaya çalıştık. Birçok neşriyat yaptık. Alâmetlerini yazdık. Bilinsin, imanlar kaymasın diye! Yine yazıyoruz.
Alameti nedir?
Alametleri bir bir bir gösteriyor. Bunun baş münafık olduğunu. Daha evvel İslâm gibi göründü. Geçmişte vaktâki etrafına birkaç kişiyi topladı, asıl hüviyetini ibraz etti ve küfrünü ilân etti.
Fakat o zaman biz size zamanında demiştik.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime'sini ileriye sürmüştük.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Ahir zamanda doğru ile eğrinin, sırat-ı müstakim ile raydan çıkmış olanların ayrımı bu âyete göre yapılır. Madde mihenktir. Maddenin, menfaatin, makamın olduğu yerde rıza olmaz. Rıza olmazsa istikamet de yoktur.
Sonra "Hadis-i şerif'te Resulullah Efendimiz buyururlar ki:
"Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvî)
Siz bunları dinlemediniz. İnanmadınız, iman etmediniz. Şimdi bunlarla beraber oldunuz. Farkında değilsiniz. Bunların çektiği mesuliyeti siz de çekeceksiniz, çünkü siz desteklediniz" diyoruz.
Fakat bu adam için de diyoruz ki; müslüman olarak o çıktı, fakat sonra sandalyeye oturunca asıl hüviyetini ilân etti. Kâfir olduğunu, kâfiri sevdiğini ve kâfiri hoşgördüğünü. Bu hoşgörü toplantılarını her fırsatta yaptılar. Hatay'da, Konya'da, İstanbul'da...
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Şöhret âfattır." buyuruyorlar.
Allah-u Teâlâ Mü'minun sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun." (Müminûn: 52)
Allah-u Teâlâ inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ'nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
"Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminûn: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için "Tuttuğu yoldan memnundur." diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime'nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Mü'minûn sûre-i şerif'inin 53. Âyet-i kerime'si bir berzahtır.
İslâm'dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm'da bir tek ümmet, bir tek din vardır. Bu Âyet-i kerime'ler ölçüdür. Uyanık bulunun! Kendi adına bir isimle bir din olarak ortaya çıkanlara, bu din bölücülerine meyletmeyin. Hükm-ü ilâhî'yi ortadan kaldırmaya çalışanlara "O da doğru yolda!" dediğin anda sen de onlardan olursun!
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ'nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur'an'dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
Bu Âyet-i kerime'lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.
Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ duyuruyor ve şöyle buyuruyor:
"Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak." (Müminûn: 54)
Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan ediyor.
"Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller." (Müminûn: 55-56)
Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, bol günah işlemelerini sağlamaktadır.
Şimdi bu münafıkların durumunu Allah-u Teâlâ bize şöyle tarif ediyor:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Müslüman gibi göründükleri için tahribatları dış düşmandan daha büyüktür.
"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü aslâ yardım görmezler." (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacaktır.
"Bu dünya hayatında arkalarına lâneti taktık (daima lânetle anılacaklardır). Kıyamet gününde de onlar çirkinleştirilmiş, iğrenç kimselerden olacaklardır." (Kasas: 42)
Zira onlar İslâm dininden çıktılar.
Yarın bir Amerika ile harbe tutuşsak Amerika taraftarı olurlar, sana silah çekerler.
Çok uyanık bulunmamız lazım, bunların düşman olduğunu bilmemiz lâzım. Vatan haini olduğunu bilmemiz lâzım. Çünkü yarın karşınızdaki iç düşman bunlardır. Bunlar asla Türk milleti taraftarı değiller. Amerikan taraftarı. Onun için onlar çok tehlikeli kimselerdir. Yani PKK dağ eşkiyası, bunlar bağ eşkiyası. Bunu böyle tanıyalım.
Çünkü en büyük şey; Hazret-i Allah'ı, Kitabullah'ı, Resulullah'ı bıraktılar, bir kâfire tabi oldular. Bundan daha büyük akılsızlık, bundan daha büyük kötülük olur mu?
Amma elbetteki onların çektiği azaba ortaktırlar.
Münâfıkların reisi durumunda olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül İslâmiyet'i içten yıkmaya, müslümanları birbirine düşürmeye çalışmış durmuştu. Fakat Resulullah Aleyhisselâm ona ve etrafındakilere karşı tedbiri hiç elden bırakmamış, her zaman için ihtiyatlı davranmıştı.
Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı. Müslümanlığın Medine'de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm'a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm'a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münafıklar zümresi türemiş oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirlerdi.
Yahudilerden bir kısmı da görünüşte müslüman gibi davranarak, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm'ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
•
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar." (Âl-i imrân: 167)
Münafıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm'a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikâyetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur İfk hadisesi bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
•
Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münafıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.
Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler." (Tevbe: 64)
Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kuran-ı kerim'de teşhir edecek bir sûrenin inmesinden endişe edip duruyorlardı.
"Resul'üm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır." (Tevbe: 64)
Nitekim açığa çıkarmış, kalplerinde sakladıkları nifakı ve şikakı teşhir etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm münafıkların toplanarak bir araya gelmelerine fırsat vermezdi. Süleylim adındaki bir yahudinin evinde toplanarak Tebük seferine katılmak isteyenlere mâni olmaya çalışan bir grup münafığın üzerine Talha -radiyallahu anh- başkanlığında bir ekip göndererek evi yakmalarını emir buyurmuş, emir derhal yerine getirilmiştir.
Keza Resulullah Aleyhisselâm Tebük seferinde iken, münafıklar tarafından inşâ edilmiş olan Dırar mescidinin yıktırılmasını da emir buyurmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm neticede münafıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu, teşkilâtlanmalarına mâni oldu.
Abdullah bin Ubeyy ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münafığın ölümü ile münafıklar da dağıldılar.
•
Abdullah bin Ubeyy hicretin dokuzuncu yılı Şevval ayının sonuna doğru hastalandı. Resulullah Aleyhisselâm hastalığı sırasında sık sık gidip kendisini yoklardı. Öleceği gün yine uğramıştı. Ölmek üzere olduğunu anlayınca: "Yahudilere karşı duyduğun sevgi en sonunda seni mahvetti." buyurdu. O ise cevap olarak: "Yahudileri sevmenin ne zararı olabilir ki? Es'ad bin Zürâre onlara kin besledi de ölümden kurtulabildi mi?" dedi.
Daha sonra tenine değen gömleğini öldüğünde kendisine kefen yapmasını, cenaze namazını kılmasını ve Allah-u Teâlâ'ya yarlığanması için duâ edivermesini rica etti. Hastalığı yirmi gün sürmüştü, Zilkade ayında öldü.
Babasının ölümü üzerine oğlu Abdullah Resulullah Aleyhisselâm'a cenazenin namaz için hazırlandığını haber verdi.
Resulullah Aleyhisselâm namaz kıldırmak üzere kalktığında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- elbisesinden tutarak: "Yâ Resulellah! Rabb'in seni onun üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?" dedi ve kötülük yaptığı günleri birer birer saydı. Resulullah Aleyhisselâm gülümseyerek:
"Allah beni muhayyer bırakmıştır. 'Onlar için ister mağfiret dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır.' (Tevbe: 80) buyurmaktadır. Eğer ben yetmişi arttırınca bunun yarlığanacağını bilseydim, muhakkak arttırır, yarlığanmasını sağlardım." buyurdu.
Sonra da onun cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.
Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Abdullah -radiyallahu anh-e başsağlığı dileyerek oradan ayrıldı.
Aradan çok geçmeden Allah-u Teâlâ inzâl buyurduğu Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma! Mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Peygamber'ini inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler." (Tevbe: 84)
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm'ın namazı rahmettir, onlar ise o rahmete lâyık değildirler. İman ettiklerini söylüyorlar, kâfirliklerini gizliyorlardı, neticede ikiyüzlü münâfık olarak öldüler.
Bundan sonra Resulullah Aleyhisselâm hiçbir münâfığın cenaze namazını kılmadı, kabrinin başında da durmadı. Bir cenaze namazı kıldırması teklif edildiği zaman, ölen kimsenin durumunu araştırmaya başladı.
•
Abdullah bin Ubeyy'in bu şekilde Resulullah Aleyhisselâm'ın mübarek gömleğinden ve üzerine kılacağı namazdan fayda beklediğini gören Hazreçliler'den bin kadar münâfık İslâmiyet'i ciddi şekilde kabul etmişlerdir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Sonra Resulullah Aleyhisselâm'a karşı izhar ettiğim cüretime hayret ettim.
Allah ve Resul'ü elbette daha iyi bilirler."
Hatay'da, Konya'da, Tarsus'ta ve daha pek çok yerde toplantılar yaptınız, küfrü methetmek için. Halkı küfre sevketmek için. Küfrü hoş görmeye teşvik için. Ebu Cehil de bunu böyle yapardı, halkı küfre sevkederdi.
Binaenaleyh Ebu Cehil'dir, halkı cehalete de sürüklediği için bu adı alıyor. Cahillerin babası. Yani bununla bunların iç yüzünü göstermek istiyorum. En büyük tehlikenin içte olduğunu haber vermek için.
•
Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil, Mekke'nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire'nin de yeğeni idi. Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah'a ve Peygamber'ine karşı küfründe her geçen gün biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine "Cehâletin babası" mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.
İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün komplolarda başrolü oynamıştı. Velid bin Muğire ile beraber, kendi kabilelerine mensup olmayan bir kimsenin peygamber olmasını hazmedemedikleri için Resulullah Aleyhisselâm'a inanmayacaklarını açıkça söylemişlerdir.
Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet'in yayılmasını engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti. İslâmiyet'i kabul eden kişi itibarlı biri ise, ona itibarını kaybedeceğini söyleyerek; ticaretle uğraşıyorsa, kendisini iflâs ettirmekle tehdit ederek; güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek dininden döndürmeye çalıştı. Ammar bin Yâsir -radiyallahu anhümâ- ile annesine, babasına ve daha birçok müslümana çok ağır işkenceler yaptı.
On bir müşrik arkadaşı ile halkın Hacc mevsiminde Resulullah Aleyhisselâm'la görüşmesini ve etkilenmesini engellemek, onları iman etmekten vazgeçirmek için aralarında iş bölümü yaparak, Mekke'nin girişini kontrol altına almışlardı.
Resulullah Aleyhisselâm, İslâmiyet'in yayılmasına yardımı olur düşüncesiyle bazı nüfuzlu kişilerin hidayete ermeleri için Allah-u Teâlâ'ya duâ ederdi. Hidayete ermesini arzu ettiklerinden biri de Ebu Cehil idi.
Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Resulullah Aleyhisselâm'a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu. Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'ye hicret etmesine mâni olmak için Dârünnedve'de yapılan toplantıda onun her kabileden seçilecek gençler tarafından öldürülmesini teklif eden ve hicret gecesi evini muhasara altına alarak öldürülmesini plânlayan da yine odur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın: "Bu ümmetin firavunu" olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.
Ezcümle Kıyâmet sûre-i şerif'inde şöyle buyurulmaktadır:
"İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı. Aksine yalanlamış ve arkasını dönmüştü. Sonra da salına salına yürüyerek taraftarlarının yanına gitmişti. Gerektir o belâ sana gerek! Evet! Gerektir o belâ sana gerek!" (Kıyâmet: 31-35)
Bu Âyet-i kerime'ler onun gibi İslâm düşmanlarını da kapsamaktadır.
Annesi Esma binti Muharribe -radiyallahu anhâ- müslümanlıkla şereflenmiş, Mekke'nin fethinden sonra müslüman olan oğlu İkrime -radiyallahu anh- ise meşhur bir vali ve kumandan olarak İslâm'a hizmet etmiştir.
Mahzum oğulları birçok kimselerin öldürüldüğünü görünce Ebu Cehil'in etrafını sararak koruma altına aldılar. O ise: "Anam beni bu gibi işler için doğurdu!" diyerek övünüp duruyordu. Yetmiş yaşlarında inatçı bir müşrikti.
Müslümanların en büyük düşmanı olduğu ve onu öldürmek bir şeref sayılacağı için, mücâhidlerin her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebu Cehil zannıyla bazı kimseleri öldürmüşlerdi.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- şöyle anlatır:
"Bedir günü harp dizisinde idim. Medine müslümanlarından sağımda ve solumda iki delikanlı vardı. Birinin adı Afra oğlu Muâz, diğerininki Âmir bin Cemuh oğlu Muâz idi. İçimden: 'Keşke bu toylar arasında değil, tecrübeli yiğitler arasında olsaydım!' diye düşündüğüm sırada, onlardan biri beni eli ile dürterek: 'Amca! Ebu Cehil'i tanır mısın?' dedi. 'Tanıyorum amma, niçin soruyorsun yeğenim?' dedim.
Genç 'O bizim peygamberimizle savaşmış, vallahi eğer eceli gelmişse canını almadan bırakmayacağım!' dedi.
Öteki genç de aynı şeyi söyledi. Hayret ettim. Az sonra düşmanlar içinde Ebu Cehil gözüme ilişti. Gençlere: 'İşte aradığınız şudur!' diye gösterdim. İkisi birden kartal gibi Ebu Cehil'in yanına süzüldüler ve kımıldayamayacak bir hâle getirinceye kadar ona kılıç vurdular."
Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm'a gelip hadiseyi anlattılar. "Onu hanginiz öldürdü?" buyurdu. İkisi birden: "Ben öldürdüm!" dediler. Resulullah Aleyhisselâm: "Kılıçlarınızı sildiniz mi?" buyurdu. "Silmedik." dediler. Kılıçlara baktı. "Evet ikiniz de öldürmüşsünüz, fakat onun üstünden çıkanlar Cemuh oğlu Muâz'ındır." buyurdu.
Savaş kazanıldıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm: "Ebu Cehil ne yaptı, kim bakıp gelecek?" buyurdu. Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- derhal yerinden kalkıp Ebu Cehil'in yanına gitti. Afra hatunun iki oğlunun vurduğu kılıç yaraları ile düşmüş can çekişiyordu. "Ebu Cehil sen misin?" diyerek sakalını tutup çekti. Ebu Cehil: "Öldürdükleriniz içinde benden daha büyük kimse var mı? Bu ölüm bana ar değildir." dedi. Abdullah -radiyallahu anh- onun göğsüne oturdu. Ebu Cehil: "En yüksek yere çıktın!" dedi. Sonra başını kesip sakalından sürükleyerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına getirdi. Resulullah Aleyhisselâm Ebu Cehil'in başını görünce: "Hamd olsun o Allah'a ki kuluna yardım etti, dinini üstün kıldı." buyurdu.
Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını bizzat karşıladığı Bedir savaşı'nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir'deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Bu hak ve hakikati yayma cihadı İbrahim Aleyhisselâm'ın cihadına ne kadar da benziyor. O nasıl ki çekinmeden hak ve hakikati tebliğ etmişse bugünkü bu müslümanlar da çekinmeden hak ve hakikati tebliğ ediyorlar. Buna kalemle cihad denir.
Diğer taraftan bu münafıklar eski münafıklara ne kadar da benziyor. Bu Ebu Cehiller, eski Ebu Cehillere ne kadar benziyor. Çünkü bunların torunlarıdır. Her ne kadar zaman geçmişse de torunluğunu yapacak.
•
Babası ve kavmi aşırı putperest oldukları halde İbrahim Aleyhisselâm putlara aslâ iltifat etmemiş, bâtıla hiçbir şekilde meyletmemiştir. Allah-u Teâlâ'ya sığınarak bütün gücü ve cesareti ile O'nun yüce dinini tebliğe ve neşre çalışmış, neticesinde de kıyamete kadar bâki kalacak bir iz bırakmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İbrahim babasına ve kavmine demişti ki:
Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir." (Zuhruf: 26-27)
İbrahim Aleyhisselâm sadece kendi çağındaki insanları değil, gelecek nesilleri de irşad edip yol göstermiş ve unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
"Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı. Artık belki doğru yola dönerler." (Zuhruf: 28)
İbrahim Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ'nın dinini yeryüzüne yerleştirmede ve gelecek nesillere aktarmada büyük bir payı vardır. Zürriyeti içinde bu sözü tasdik edenler, bu kelimeyi söyleyenler devamlı bulunacaktır.
Bizim atamız İbrahim Aleyhisselâm'dır. Herkes aslının icraatını yapıyor.
O İbrahim Aleyhisselâm ki;
"İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi." (Âl-i imran: 67)
•
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İbrahim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun! Eğer bilmiş olsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.'" (Ankebût: 16)
Bu dâvet, gönderilen bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın ortak dâvetidir. Her gelen peygamber ümmetini; Allah'a inanmaya, O'na kulluk etmeye, O'ndan hakkıyla korkmaya dâvet etmiştir.
İbrahim Aleyhisselâm kavmine şöyle söyledi:
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyorsunuz, asılsız sözler uyduruyorsunuz.
Bilmelisiniz ki Allah'ı bırakıp da taptıklarınız o şeyler size rızık veremezler.
O halde rızkı Allah katında arayın.
O'na kulluk edin, O'na şükredin.
Hepiniz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebût: 17)
Daha sonra onları tehdit ve ikaz ederek şöyle buyurdu:
"Eğer siz yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı. Peygambere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmektir." (Ankebût: 18)
Kendisinden önceki peygamberlerin de aynı tebliği getirdiklerini, halkı Hakk'a dâvet ettiklerini ve kavimleri tarafından aynı şekilde reddedildiklerini hatırlattı.
Babası başta olmak üzere yakınları ve kavmi ona kızdılar, öfkelendiler, risaletini yalanladılar, sert tartışmalara giriştiler.
Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?
Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam!
Ancak Rabb'im bir şeyi dilemiş ise, o başka. Rabb'imin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" (En'âm: 80)
Putlarının hışmı ile kendisini korkutmaya kalkışan kavmini uyarmaya, sağ duyularını kullanmaya çağırdı:
"Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na şirk koştuğunuz putlardan nasıl korkarım?
Eğer biliyorsanız (söyleyin)! Emniyette olmaya hangi taraf daha lâyıktır? (En'âm: 81)
Allah'ı birleyenler mi, yoksa şirk koşan müşrikler mi?
Allah-u Teâlâ bu hususta kesin hükmünü bildirerek şöyle buyurdu:
"İman edip de imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya! İşte güven onlarındır ve doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm: 82)
Emniyette olmaya en lâyık olan fırka; iman edip kendilerini Allah-u Teâlâ'ya adayanlar, imanlarına hiçbir surette şirk karıştırmayanlardır. Hidayete erdirilmiş olanlar, ahirette de güven içinde olanlar işte bunlardır.
"Doğrusu Rabb'in hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir." (En'âm: 83)
Dilediğini yükseltmekte hikmeti sonsuzdur, buna kimlerin lâyık olduğunu en iyi bilen O'dur.
Ulül-azm peygamberler başta olmak üzere bu zamanda bütün peygamberlerin işini o yapıyor.
İşte size delilini gösteriyorum:
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." buyuruyor. ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
O bir taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetini, bir taraftan vekâletini taşıdığı için; hem o vazifeyi, hem o vazifeyi görüyor.
Onun velâyeti ve vekâleti onda olduğu için, iki bedende bir ruh olduğu için, o o sayıldığı için bu haller husule gelir.
Âhir zamanda zuhur edecek olan "Hâtemü'l-evliyâ"nın vasıflarını açıkça gözler önüne seren Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında Hâtemü'l-evliyâ'nın vazîfesine işaret etmiş; onun Allah tarafından verilmiş iki kılıca sahip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri"ne gâlip getiren bu kılıçlardan birinin "Kalem" i, diğerinin ise, vâris olduğu "Yakîn" mertebesi olduğunu haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup, onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında, kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar.
Allah-u Teâlâ'nın kılıcı ikidir:
'Din kılıcı' ki, Muhammed Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktır. O kılıç, din ehlinin kendisiyle ayakta durduğu; şirk, şek (şüphe) ve tahmin ehlinin boyunlarının kendisiyle vurulduğu kılıçtır.
'Yakîn kılıcı' ise 'Kibriyâ kılıcı'dır ki; Kudsî ruh'tan sür'atle 'Hâtemü'l-evliyâ'ya ulaşır. Bu kılıç ise; 'Temkîn ehli'nin kendisiyle ayakta durduğu, alâkaların ve mel'un (şeytan)ın vesveselerinin kendisiyle kesilip koptuğu, din kâfirlerinin ruhlarının Zât'ıyla katlolunduğu bir kılıçtır.
Yakınlığın incelikleriyle onlardan sıyrılıp çıkarılan müminlerin ruhlarının cemaati içinde Allah, onları katlettiği din kılıcını Hâtemü'l-enbiyâ'ya has kılmış ve şeytanın nüfûzundan selâmete erişen Yakîn erbâbı'na mîras bırakmıştır." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanları şöyledir:
"O yeryüzünde Allah'ın; halkı kendisiyle terbiye ettiği ilâhî bir kırbaçtır. Ölmüş olan kalpleri onun ru'yetiyle diriltir ve halkı (onunla) kendi yoluna çevirir. Hukûk-u ilâhî'sini onunla ayakta tutar." (Nevâdirü'l-usûl, c. 1, s. 620)
•
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır.
•
Hâtem-i veli'nin yaptığı mücâhede ve mücâdeleyi Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri şöyle beyan buyuruyorlar:
"Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah'ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk'ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudut çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiçbir iş ona güç gelmez. Hiçbir kapı önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez." ("Fethu'r-Rabbânî"; 60. Meclis)
O, Hakk tarafından gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse mağlup edemez. Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayrağıdır. Onu o taşıyor.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin diğer bir beyanları da şöyledir:
"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vâsıl olmuş, O'nu görmüş ve mâsiva denen Hakk'ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir." (Fethu'r-Rabbânî"; 60. Meclis)
Hakk'a vâsıl olunca onun işi orada bitiyor, ondan sonra yeni bir irşad için tekrar ileriye sürüyor. Bunlar mânevi işlerdir.
•
Bu ifşaatlar yapılan işin ehemmiyetini ve Allah katındaki değerini gösteren en büyük delillerdir.
•
Ey müslüman!
Bu sahtekârları, bu münâfıkları terket, imanına sahip çık, şu Âyet-i kerime'nin tecelliyatına mazhar olmak için çalış:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. Onlar o kimselerdir ki Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mücadele: 22)
Bu iman edenlerin durumudur.
Bu inkârcı münâfıkların ve onlara arka çıkanların durumu ve akıbeti ise şudur:
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)
"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyân eder, O'nun koyduğu sınırları çiğneyip aşarsa, onu da içinde ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır." (Nisâ: 14)