Peygamberî müjdeye erme lütfuyla şereflenen Fâtih Sultan Mehmed Hân ve "güzel askerleri"nin, beş yüz elli dört yıl önce gerçekleştirdikleri şanlı "Feth"e damgasını vuran en mühim hâdise, hiç şüphe yok ki gemilerin karadan yürütülmesi hâdisesidir. Mücâhid gâzîleri sürûr ve şevkete, murdar kâfirleri korku ve dehşete düşüren bu esrârengiz vak'a, o günden bugüne dek işitenlerin dâimâ aklını dondurmuş ve şanlı fethin âdetâ sembolü olmuştur.
Zamanın zorluğu ve imkânların dar oluşu göz önünde bulundurulduğunda, fetih erlerinin bu muhteşem işi o güç şartlar altında, sanki canlarını dişlerine takarak ve bütün engelleri zor belâ aşarak güçlükle gerçekleştirdikleri zannedilir. Hâlbuki, Osmanlı kaynakları dikkatle incelendiğinde görülür ki; bizim "olağanüstü bir hâdise" gözüyle baktığımız, zuhûrunu çözmekte bile zorlandığımız ve yalnızca fetihle sınırlı sandığımız bu vak'a; Fâtih ve yiğit askerleri tarafından yalnız "İstanbul'un fethi"nde değil, bizzat canlı şâhidlerin ifâdelerine göre "Belgrad" ve "Eğirboz" seferlerinde de aynen tekrâr edilmişti!..
İstanbul'un fethinde Fâtih'in gemileri karadan yürütülmesi ele alınırken, günümüz kaynaklarında çoğu zaman gemilerin kızaklar üstünde yürütülmesi dışında, naklin tekniğiyle ilgili ayrıntılı bir malûmât verilmez ve bu zor işi gerçekleştirmek için kurulan düzenekten söz edilmez. Hâliyle Türk târihine damgasını vuran bu meşhur hâdise, bu kadar şöhretine rağmen, çoğu zaman sürekli tekrarlanan basit bir bilgiyle sınırlı kalır. Oysaki Osmanlı kaynaklarında, Fâtih'in donanmayı nakle memur ettiği erlerin, gemileri kolaylıkla yürütebilmek için nasıl bir tertibât geliştirdiklerini, yetmiş pâre gemiyi bir gecede dik bir tepeden aşırarak, şehrin içine kadar nasıl indirdiklerini gözler önüne seren son derece mühim kayıtlara rastlanır.
Anonim bir "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" nüshasında yazdığına göre; İmparator Justinianus'un emriyle boğaza gerilen zincirin arkasında konuşlanan "küffâr gemileri, Hüdâvendigâr Hazretleri'nüñ gemilerine İstanbûl kal'ası üzerine varmaya yol vermeyicek" devlet erkânı büyük bir ümitsizliğe ve endişeye kapılmış; durumun vehâmeti pâdişâha arzedilip: 'İş-bu gemiler İstanbûl'la Galata mâbeynine (arasına) girmeyicek, bu kal'aya âsânlıkla (kolaylıkla) zafer bulınmaz!' denilmegin, hâtır-ı şerîf'leri perîşân olub ve ol gice tâ sabaha degin" uykuya "varmayup", gemileri zincirlerin arkasına aşıracak bir çâre aramaya başlamıştı.(1) Nihâyet genç pâdişâhın aklına, hiç kimsenin cesâret edemeyeceği ilginç bir taktik geldi. Tasarladığı plânı derhâl harekete geçirmek isteyen "Hüdâvendigâr Hazretleri, kendüler bi'z-zât ne-denlû neccâr (marangoz) tâ'ifesi ve hendese (mekanik) ilmin bilür kimesneler varsa" huzûruna getirtip, "bir nice pâre gemileri deryâdan karaya çekdirüb ve altlarına felenkler itdürüb ve rûzgâr dahî müsâ'id olmağın gemilerin yelkenlerin açdurub, Galata kal'asınuñ üsti yanından, bağlar içinden bir nice bin 'asker ile çekdirüb, Bârî'-i Te'âlâ'nuñ 'inâyeti ile yelkenlü gemileri deryâ yüzinden yürür gibi karadan yüridüb, Ebî Eyyûb-ı Ensârî tarafından yaña olan İstanbûl'uñ karşusında indürüb deryâya" salmalarını emretti.(2)
Peki bu iş nasıl gerçekleşecek; yetmiş pâre gemi bir gecede çekilip, sarp bir tepeden nasıl denize indirilecekti?
Osmanlı târihçileri'nin bu noktada verdikleri bilgilere bakıldığında; bu işi yapmaya memur edilen askerlerin oluk genişliğinde kızaklar çattıkları, gemilerin altına sürmek için tekerlekli arabalar yaptıkları ve bu oluk şeklindeki kızakların içini yağlayarak, tekerleklerin bunların içinde dönmesini sağladıkları açıkça anlatılır.
Zâ'im Mîr Mehmed Kâtib'in "Câmi'ut-Tevârîh"teki ifâdesine göre; boğazın içine girmek için "oluk misâl korkuluklar ile, oluklaruñ içinde gemilerüñ" yürütülerek denize "konulmasın emr" eden, Fâtih'in bizzat kendisiydi.(3) Pâdişâhın bu emrini yerine getirebilmek için önce gemilerin geçirileceği güzergâhın tesviye edilmesi gerekiyordu; bu nedenle her şeyden evvel "zemîne çöp ve haşeb (kereste)" doldurulup, "oluk misâl" iki tarafı "korkuluklar ile tertîb olundı."(4) Gemilerin ağırlıkları hesaplanarak, ince bir hesapla "oluk" genişliğinde kurulan bu "ray" sistemi tamamlanınca, bu defâ bu olukların içine gemileri kolaylıkla sürmek ve içinde kolaylıkla yürütebilmek için, o olukların içinde dönecek "tekerlekler peydâ olınub ve yelken açılub, Beşiktâşı'ndan Kâsımpaşa" tarafına doğru "ol tertîb olınan oluk içinde yürüdüb" denize indirilmesi tasarlandı.(5) Bu, donanmayı karadan nakletmek için kurulan düzeneğin ikinci safhasıydı. Kudret-i İlâhî ile o gece rüzgârın donanmanın yürütüleceği yönde estiğini gören zekî pâdişah, bu İlâhî lütuftan da gereği gibi yararlanacak; Âlî'nin "Künhü'l-Ahbâr"ında belirttiği üzere, askerlerine gemilerin "yetmiş pâresini kurı yirden 'araba gibi tekerlekler üstine alup, bâ-husûs muvâfık rûzgâr ile yelkenlerin açdurup, kurudan" yürütmelerini(6) emir buyuracaktı!..
Abdülgaffâr Kırîmî'nin "Umdetü'l-Ahbâr"daki ifâdelerine göre; "Ebu'l-feth (Fâtih Sultân Mehmed) tertîb eyledügi dört yüz aded" gemilerin "yetmiş 'adedini 'arabalara" yükletmeyi murâd edince; bu yetmiş pâre gemi "'âdetten hâriç" bir yöntemle, peşpeşe "'arabalara yüklenüb ve yelkenler açdırılub", erler tarafından halatlarla "çekdirilüb, Ebû Eyyûb-ı Ensârî" türbesi karşısındaki "'Kâsımpaşa' didükleri mahallin civârı"na başarıyla indirildi.(7)
Gemileri tekerlekli raylar üzerinde yürüten dâhiyâne fikrin mîmarları, önlerinde kısa bir zaman olmasını hesap ederek, "ray" sistemini güzergâha baştan başa döşemek gibi zaman kaybına neden olacak bir yöntemi tercih etmemişler; aksine zamânın daha da kısalmasını sağlayacak basit ama ilginç bir yöntem geliştirmişlerdi. Münnecimbaşı Ahmed Dede'nin "Sahâ'ifü'l-Ahbâr"ında yaptığı muhteşem tasvirden anlaşılacağı üzere, gemileri karadan yürütmek için dünyanın ilk "ray"lı sistemini geliştiren Osmanlı erleri, görev ânında "büyük yağlu kızaklar peydâ idüb, birini geminüñ altına korlar ve suhûletle sefîneyi (kolaylıkla gemiyi) ânuñ üstine çekerlerdi, dahî ilerü bir gayrı (başka) kızak koyub yine çeker ve geruda boş kalan kızağı yine ilerü koyub çekerlerdi."(8) Bu taktikle yetmiş pare gemi, bir gecede sür'atle İstanbul'un içine indirildi.
Yukarıdaki müverrihlerin ifâdelerinden açıkça anlaşılıyor ki, Fâtih'in ve askerlerinin gemileri yürütürken kullandıkları kızak, yere döşenmiş alelâde bir "kızak" değil; içinde tekerlekler dönen, dünyânın belki de o güne kadar tasarlanmış ilk "raylı sistem"iydi. Hâdiseyi ayrıntılı olarak anlatma yoluna gitmeyen tarihçiler, herkesçe bilinen "kızak" benzetmesiyle kaba bir târif yapmışlar; biraz ayrıntıya girenler ise bu sisteme bir ad koymakta zorlandıklarından, "araba" ve "tekerlekler"den sözederek düzeneği tasvire çalışmışlardı.
Böylelikle Osmanlı askerleri Rumlar'ın şaşkın bakışları arasında "kâdırgaları beru deñizden öte deñize, kuru yir üzerinde yürütdiler" ve küffârın Boğaz'a gerdikleri ve asırlardır "geçilemez" diye övündükleri meşhur "zincir"in arkasına ilettiler.(9)
Bu manzara kâfirlerin kalplerine öylesine büyük bir korku salmıştı ki, Kıvâmî'nin "Feth-nâme"sinde işâret ettiği üzere; İ'lâ-yı Kelîmetu'llâh uğrunda, "dîn-i Muhammed Resûli'llâh yolında" fethe çıkan "Sultân Mehemmed Gâzî"yi, mâiyyetindeki "İslâm 'askeriyle gemi donadur" ve Bizans halkının "karşusında kuru yir üzerinde yüridür" hâlde gören "küffâr" sürüsü resmen aklını kaçırmış, bu esrârengiz manzarayı görünce "İslâm nûrınuñ heybetinden dehşet"e kapılmıştı!..(10)
Osmanlı târihçilerinin en meşhuru olarak kabul edilen Kemâl Paşazâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinin "VII. Defter"inde Belgrad Seferi'nden sözederken, savaşa bizzat katılmış olan Özgüroğlu Îsâ Beg'in ağzından diğer Osmanlı kaynaklarında yer almayan çok önemli bir bilgi nakleder. Bu bilgiye göre; Osmanlı erleri yalnız İstanbul'un fethinde değil, "Belgrad Seferi"nde de donanmayı karadan nakletmiş ve kâfirleri bir kez daha şaşkınlığa sevketmişti!..
Müellifin ifâdesine göre Fâtih, İstanbul'un fethinden üç yıl sonra Belgrad kalesini fethe davranmış ve ordusuyla kalenin etrafını kuşatmıştı.(11) Fakat Belgrad öylesine kritik bir noktada bulunuyordu ki; "Sava ve Tuna hisâruñ dibinde kavuşduğı sebebden, ol su" kanalı tarafından "dâhî küffâra yardım gelmek ihtimâli vardı"; hâliyle bu ciddî tehlikeye meydan vermemek, o yolu da kapatıp mutlakâ kesmek lâzımdı.(12)Kaleyi tamâmen muhâsara altına almak için kâfirlere sızacakları en küçük bir delik dahî bırakmamak gerekirdi; "ammâ kal'anuñ öñünden gemi geçürmeğe mecâl yoğidi, ol yoldan varub", kalenin dibindeki o "şerr" dolu "mahall"in ağzını "tutmak" da mümkün değildi.(13)
Neticede Osmanlı erleri pâdişâhın emriyle, "İstanbul üzerinde itdükleri gibi gemileri" yine kara tarafına sevkettiler ve "kızaklar üstine bindürüb karadan yürütdiler."(14) Çektikleri gemileri Belgrad'ı kuşatan "hisâruñ eñsesinden aşub Sava suyına koydılar, burayla orayı da bağlayub" İstanbul'un fethinde uyguladıkları yöntemle "ol boğâzı da tutdılar."(15) Küffârın etrâfına İslâm askeriyle sağlam bir duvar örüldü, kuşatma ânında bir hayli kâfirin defteri dürüldü; ancak kışın şiddetle bastırması üzerine, fethe imkân ve mecâl kalmayıp geri dönüldü.
Fâtih Sultân Mehmed'in Osmanlı donanmasını tıpkı denizde yürütür gibi karadan yürütmesi vak'asına, üçüncü olarak 1470 yılı baharında çıkılan "Eğriboz Seferi"nde rastlanır. Bu hususta Fâtih'in târihçisi Tursun Beg'in "Târîh-i Ebû'l-Feth"inde ve Kemâl Paşa-zâde'nin "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ının "VII. Defter"inde, şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve kesin rivâyetler yer alır.
Kemâl Paşazâde'nin "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinin "VII. Defter"inde verdiği bilgiye göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân kudretli askerleriyle, çağlayıp akan bir sel gibi ilerleyerek ihtişamla "adaya geçüb", Eğriboz burnundaki "hisâruñ" kuzey tarafına yerleşti; Mahmud Paşa'nın emrinde adaya "beru karadan varan" sipâhîler "kal'anuñ kurıdan yanını kuşadub otırdılar ve öte deryâdan gelen" askerler de "gemilerle deñiz tarafını bekleyüb turdılar."(16) Böylece, Tursun Beg'in "Târîh-i Ebu'l-Feth"inde işâret ettiği üzere, cihân "Sultân"ı karadan, "Mahmûd Paşa" denizden kuşatmayı başlattı; ada "derhâl" karadan ve denizden "muhâsara olmağ içün", yeniçeriler denize "gemiler üzerinden köpriler çatdı."(17) Bu konuşlanma sâyesinde, "gemiler varduğı tarafdan hisâra yardım gelmek ihtimâli getdi; deryânuñ ol" tarafındaki "yolı, tonanma muhkem" biçimde "sedd itdi."(18) Denizde işi bitiren yiğit Türk "'asker"leri, artık bir an dahî beklemeden adanın "kurusına" yöneldi ve alınan bu tedbirle "gemiler geldügi taraf" tümüyle "düşmen gelmeginden" korunacak hâle geldi.(19)
Şu kadar var ki; bu mevzilerin dışında, hisâra çok yakın olan başka bir yönden küffâra yardım "gelmege mecâl vardı, kal'anuñ öñünden geçüb ânı da tutmak" imkânsızdı.(20) Kalenin bir tarafından yardım gelme tehlikesi bertarâf edilmişti, "ammâ bir tarafdan gelmesi ihtimâli olmağın" kuşatma tam olarak gerçekleşmemişti.(21) Nihâyet deniz yoluyla bu noktaya geçiş yapamayacaklarını gören gâzîler, pâdişâhın emriyle "İstanbûl üzerinde ve Belgrâd üzerinde itdükleri gibi kurudan gemiler yürütdiler, deñizüñ ol tarafın dahî muhkem bağlayub", o kritik noktadan "gelen yolı da tutdılar.";(22) İstanbul'u kuşatırken yaptıkları gibi "deniz üstinde gemiler çatub ol tarafı dahî" kapattılar.(23) Böylece kalenin her tarafı askerle çevrildi ve düşmanın yardımdan ümîdi kesildi; "ol ki, mühim olan kaydlardı, geregi gibi görüldi."(24) Bu dâhiyâne yöntem sâyesinde Fâtih, askerleriyle üçüncü kez, aynı yöntemle muhâsaraya yol buldu, hemen "metris yerleri düzüldi ve yer yer toplar kuruldı";(25) başlayan şiddetli savaşın sonunda zafer "Osmanlı ordusu"nun oldu!..
İşte kendisine bahşedilen İlâhî nusretle gemileri karadan yürüten, asırlar boyunca azametiyle küffârı korkudan tir tir titreten "Osmanlı"nın erişilmez gücü ve kudreti budur. Osmanlı tarihçilerinin en meşhurlarından olan bu iki büyük müverrihin, Fâtih'in yalnız "İstanbul'un fethi"nde değil, "Belgrad" ve "Eğriboz" seferlerinde de gemileri karadan yürttüğünü îlân eden bu beyanlarının; Fâtih'in şahsında, Osmanlı askerî dehâsının büyüklüğünü ortaya koyan mühim birer "vesîka" olarak okunması ve üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğinde şüphe yoktur.
(1-2) "Anonim Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Revan, nr.: 1099, vr. 63b.
(3-5) Zâ'im Mîr Mehmed Kâtib, "Câmi'u't-Tevârîh", Nûruosmâniye Ktp, nr.: 3270, vr. 222a-222b.
(6) Gelibolu'lu Mustafa Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", İ.Ü. Ktp., TY, nr.: 5959, vr. 70b.
(7) Abdülgaffâr Kırîmî, "Umdetü'l-Ahbâr", Süleymâniye Ktp., Es'ad Efendi, nr.: 2331, vr. 207a.
(8) Münneccimbaşı Ahmed Dede, "Sahâ'ifü'l-Ahbâr", Nûruosmâniye Ktp., nr. 3129, vr. 51a.
(9-10) Kıvâmî, "Feth-nâme", Berlin Staatsbibliothek, MS, Or. Nr. 40 1975, vr. 31b.
(11-15) İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", VII. Defter (Tıpkıbasım), s. 128, nşr. Ş. Turan. TTK yayını, Ankara, 1954.
(16) İbn-i Kemâl, a.g.e., s. 305-306.
(17) Tursun Beg, "Târîh-i Ebu'l-Feth", s. 147, nşr. Mertol Tulum; bas.: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul, 1977.
(18) İbn-i Kemâl, a.g.e., s. 306.
(19) Tursun Beg, a.g.e., s. 147.
(20) İbn-i Kemâl, a.g.e., s. 306.
(21) Tursun Beg, a.g.e., s. 147.
(22) İbn-i Kemâl, a.g.e., s. 306.
(23) Tursun Beg, a.g.e., s. 147.
(24-25) İbn-i Kemâl, a.g.e., s. 306.