Allah-u Teâlâ münafığı tarif ediyor. Her ne kadar dost gibi görünüyorsa da aslında düşman olduğunu bize bildiriyor.
“ONLAR DÜŞMANDIR.” (Münâfikûn: 4)
Bu münafıklar hâinliklerini gizli yaparlar.
Onların düşman olduğunu bilmemiz lâzım.
Görünüşte vatan için çalışır, gerçekte hâindir.
Ama Cenâb-ı Hakk onların hepsini en iyi biliyor.
“Bilmezler mi ki Allah, onların sırlarını da gizli konuşmalarını da bilir.
Ve Allah, gaybları çok iyi bilendir.” (Tevbe: 78)
“Bunlar münafıklıkta mâhir olmuşlardır.
Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz.” (Tevbe: 101)
Allah-u Teâlâ hükümlerini duyuruyor, bu münafıkların içyüzünü bize haber veriyor.
Biz de bu hükümleri arzediyoruz. Size münafığın alâmetlerini veriyoruz.
Bu aynada bu gibileri rahatça tanıyabilirsiniz.
Münafıklık, küfürden daha aşağılık, daha zelil bir durumdur. Münafıkları tanımak ve bilmek lâzımdır.
Niçin lâzımdır? Çünkü gerek imanda, gerek vatanda hiçbir kâfirin yapamadığı zararı yaparlar. Bu yüzden bunlara karşı uyanık olmak şarttır. İcraatına bak, sözüne bak, kararını ver.
“Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında (küfür üzere olduklarına ittifak etmeyip) iki fırkaya ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah onları kendi ettiklerinden dolayı başaşağı etmiştir. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimseye sen aslâ yol bulamazsın!
Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisâ: 88-89)
Münafık nedir, alâmetleri nedir? Bu aynada bu gibileri tanı!
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde inandıklarını dilleriyle söyledikleri halde kalpleriyle inkâr edenleri, düşmanla ve kâfirlerle işbirliği yapan iki yüzlü kimseleri münafık olarak vasıflandırmıştır.
Münafık dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimselere verilen isimdir. Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.
Münafık “İki yüzlü”dür.
Müslümanlara “Ben sizinleyim.”, kâfirlere “Sizinleyim” der.
Türkçesi; “İki yüzlü”.
Fakat iş sahasında “Kalleşlik” manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.
Münafığın tarifi budur. Aynı zamanda görünüşte vatan için çalışır gerçekte hâindirler. Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği küfür topluluklarını dost edinirler. Ancak Cenâb-ı Hakk bunların hepsini en iyi biliyor. Siz de bilmiş olun.
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Münafığın misali iki sürü arasında hayretle kalan koyun gibidir. Kimi o sürüye gider, kimi bu sürüye.” (Müslim: 2784)
İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri sürece, münafıkların İslâm’da yeri ve itibarı yoktur.
Münafıklar içten kâfir oldukları, dıştan da müslüman görünmeye çalıştıkları için Allah-u Teâlâ onları yahudilerle sapık müşriklerle kardeş diye vasıflandırmaktadır:
“Resulüm! Münafıkların ehl-i kitaptan küfre sapan kardeşlerine ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?
Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
Nitekim bugün küffar yeni bir haçlı seferi başlatmış olduğu halde, bütün gücü ile İslâm’a saldırmaya çalıştığı halde “Müslümanım” deyip de küffar ile dostluk kurmaya çalışanları, onlardan yardım görmeye gayret edenleri görürsünüz.
Bu münafıklar müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yaptıkları, müslümanlar arasında gizlice fitne, fesat ve fücurun yayılmasına çalıştıkları için çok tehlikelidirler. Müslüman maskesi altında kâfirin yapamayacağı tahribatı yaparlar. Sulh zamanında olsun, harp zamanında olsun fitne ve fesat ile, bölücülük ile meşguldürler. Müslümanların cihad azmini köreltmek en büyük gayretleridir.
“Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir.” (Bakara: 77)
Bunların bu halleri imanları olmadığındandır. Zira müslümanları aldatmaya çalışmak demek Allah-u Teâlâ’yı aldatmaya çalışmak demektir.
“Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.” (Nisâ: 142)
Allah-u Teâlâ bunların kalbine mühür vurmuştur. Sen de imanının icabını yap, bu münafıklara, bu kayanlara, bu dökülmüşlere meyletme. Zira münafıkta iman olmaz.
Münafıkların ekseriyeti iman ettikten sonra küfre kapılan, küfre ve küfür ehline meyleden kimselerdir. Bugün sahayı bunlar işgal etmiştir.
Allah-u Teâlâ Münâfikûn Sure-i şerif’inde münafıkları bizlere tanıtmakta onların düşman olduklarını duyurmakta ve bu sebeple onlara emniyet edilmemesi gerektiğini ihtar etmektedir.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Münafıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduklarını açıkça ortaya koydu. İnandıklarını söylemelerine rağmen sapıklık yoluda ısrar etmişlerdir.
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)
Artık onlardan iyilik ve güzellik beklenemez. Gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri bağlı, hidayetten mahrum bir şekilde ömür tüketecekler. O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir. Bunların Hakk’a vâsıl olmaları beklenemez.
“Onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
Bunun sebebi ise imandan küfre dönmeleri, sapıklığı hidayete tercih etmeleri, âdetâ küfürde alışkanlık kazanmalarıdır. Bunun içindir ki iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini inceden inceye ayıramazlar.
O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruyor. (Bakara: 118)
O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ münafıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle buyuruyor:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)
Cüsseleri gösterişli olduğu için dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu hâindirler. Hâinler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a ve müslümanlara düşmandırlar.
Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, ilâhî emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki bölücü münafıklar da böyledir.
Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.
Âyet-i kerime’ler tetkik edildiğinde münafık olarak vasıflandırılan güruh; esas itibarı ile inandıktan sonra inkâr edenlerdir.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Bugün olduğu gibi.
Nitekim müslüman olarak ortaya çıkıp hizmetler yaptıktan sonra harama ve dünya menfaatine dalan birçok grubun güruh güruh dinden çıktıklarını görürsünüz.
Bu nasıl olur?
Tâbi oldukları başlarındaki insan küfre kayar; haramları helâl, Allah-u Teâlâ’nın hasım olarak tanıttığı kâfirleri dost görmeye başlar. Arkasından gidenler de onu tasdik eder. Böylece hepsi birden dinden çıkar. Bu gibiler müslüman maskesini taşımaya devam ettikleri için münafık olarak isimlendirilmişlerdir. Peşlerinden gidenlerin helâkine de vesile olurlar. Müslüman toplumuna zararları çok büyüktür. Bu yüzden onlardan şiddetle uzak durmak lâzımdır. Onları tanımak ve tanıtmak lâzımdır.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde münafıkların belâ ve musibetlerden ders almadıkları, intibaha gelmedikleri, küfürlerinde ısrar ettikleri beyan buyurulmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?
Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler münafıklardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bu gibi münafıkların ahirette hiçbir özür beyan etme hakları olmayacaktır.
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Yoldan çıkmış bu münafıkların ahiretteki cezaları ve azapları çok şiddetlidir.
“Yoldan çıkanların barınacakları yer ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler. Onlara: ‘Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!’ denir.” (Secde: 20)
Adil-i mutlak olan Allah-u Teâlâ, bu suçluları ahiret azabından önce dünyada da azaba uğratacağını haber vermektedir:
“Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan öncede mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.”(Secde: 21)
Münafıkların dünyada da azaba müstehak olması hem suçlarının bir karşılığı hem de ahiretten önce son bir ikaz olması içindir. Hiçbir mazeretlerinin kalmaması içindir.
“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Yani bunun manası şu, Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tembihlerde bulundu. Bunlar o tembihleri dinlemediler, başlarına bu felâket geldi. Bunlar dinlemedi de bu felâkete maruz kaldılar. Biz hangi tembihi dinledik? Bu felâket bize gelmez mi?
Ama biz dinliyoruz, başımıza bu felâketler gelmeyecek inşaallah.
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Sen bu imtihanınla dilediğini dalâlete düşürür saptırırsın, dilediğini de hidayete götürür doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (A’râf: 155)
Bu neşriyat bir hatırlatmadır. Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmüne teslim olduk. Size de hatırlatıyoruz. Bu münafıklara kapılmayın, bu felâketler size de dokunmasın.
Gayemiz bu felâketli günlerde gönlü yegâne dost olan Hakk’a bağlamak, takdirine hükmüne râzı olmak ve mümkün olduğu kadar hazırlıklı olmak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah ve Resul’ünün beyanlarını münafıkların dinlemeyeceği aşikârdır.
Bu hatırlatmalar iman ehli içindir. Bir de bu münafıkların mazeretlerinin kalmaması için.
“Bu gürûha ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” (Nisâ: 78)
İşte Allah-u Teâlâ’nın münafıklar hakkındaki beyanları budur. Âkıbetlerini siz de görün, âlem de görsün!
“Resul’üm! Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr etmelerinden ötürüdür. Çünkü Allah, fâsıklar gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 80)
Fesat çıkartan, bölücülük yapan, müslümanları küffara peşkeş çekenlerin azapları kat kattır.
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Kendileri küfrü irtikap ettikleri gibi, başkalarını da küfre sevketmişlerdir.
Bunların durumu kâfirlerden de daha aşağıdır. Cehennemin en dibi bunlar için ayrılmıştır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyet’i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir.
Allah-u Teâlâ imansızların âkıbetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, âkıbetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
Azap deyince hâinlikten ötürü onlar büyük direklere bağlanır, böyle azap edilir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’lerinde bu azapları şöyle haber veriyor:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’âm: 70)
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hakka: 30)
“Sonra atın onu cehenneme!” (Hakka: 31)
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hakka: 32)
İşte münafıkların iç durumu, hâinlerin iç durumu budur.
•
Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için cüsselerini enine ve boyuna büyütür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kâfirin cehennemdeki azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı ise üç gecelik yol mesafesidir.” (Müslim: 2851)
“Cehennemde kâfirin iki omuzunun arası hızlı giden binekli kimsenin üç günlük yolu kadardır.” (Müslim: 2852)
Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.
Kur’an-ı kerim’in yetmiş kadar Âyet-i kerime’sinde cehennem kelimesine yer verilmekte; kâfirlerin, münafıkların, zâlimlerin, Hakk ve hakikate boyun eğmeyenlerin çeşitli şekillerde azap görecekleri yer olarak tasvir edilmektedir.
“Cehennem alevlendiği zaman!” (Tekvir: 12)
“Onların varacağı yer cehennemdir.” (İsrâ: 97)
“Cehennemi kâfirler için zindan kılmışızdır.” (İsrâ: 8)
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Veyl, cehennemde bir vâdidir. Kâfir orada kırk yıl batar da dibine ulaşamaz.” (Tirmizî: 3164)
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Cehennem sakinleri ateş deryası içinde boğulurlar. Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap kaynağı olarak her yerdedir.
“İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır.” (Fâtır: 36)
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
“O gün azap onları üstlerinden, ayaklarının altından saracak.” (Ankebut: 55)
Halbuki onlar üstten ve alttan kendilerini yakalayıp yakacak böyle bir ateş görmüş değildiler.
“Onlar hidayeti verip sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!” (Bakara: 175)
Ateşe hiç kimsenin dayanması mümkün olmadığı halde, Allah-u Teâlâ’nın onlara dayanıklılık isnad etmesi, onlarla alay etmek, rezil etmek içindir. Ateşe götürecek günahlar yapmakta ne kadar sabırlılık gösteriyorlardı, ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler yapıyorlardı.
“Kim de Allah’a Peygamber’ine isyân eder, O’nun koyduğu sınırları çiğneyip aşarsa, onu da içinde ebedî kalacağı ateşe koyar.
Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır.” (Nisâ: 14)
O’nun verdiği hükme muhalefet etmek, değiştirmeye kalkmak; O’na ve Peygamber’ine isyan etmek demektir. İşte bu gibi kimseleri Allah-u Teâlâ yakıcı ve devamlı olan azabı ile alçaltmak suretiyle cezalandıracaktır.
“Âyetlerimizi inkâr edip kâfir olanları yakında bir ateşe sokacağız.” (Nisâ: 56)
“Derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine yeni deriler vereceğiz.
Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Nisâ: 56)
“O cehennem alevlenen bir ateştir. Deriyi kavurup soyar.” (Meâric: 15-16)
“O gün hiç kimse Allah’ın azap ettiği gibi azap edemez.” (Fecr: 25)
“Bir de onlar için demirden kamçılar vardır.” buyuruluyor. (Hacc: 21)
İnsanı sıkacak, üzecek, bunaltacak ne varsa hepsi orada vardır.
“Bunlara benzer daha çeşit çeşit acılar da vardır.” (Sâd: 58)
Azapların her türlüsünü çekmek zorunda kalırlar.
“Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır.” buyuruluyor. (Nebe: 23)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
“Bilmiyorlar mı ki, Allah ve Resul’üne karşı koyan bir kimseye, elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
İşte bu büyük rüsvaylıktır.” (Tevbe: 63)
Onlar bütün insanların gözü önünde rezil edileceklerdir.
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme söz konusudur.
“Suçlular cehennem azabında ebedî kalacaklardır.” (Zuhruf: 74)
“Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler.” (Zuhruf: 76)
“İnkâr edenleri ve zâlimleri Allah bağışlamaz. Onları (doğru) bir yola da iletmez.” (Nisâ: 168)
“İnsanların bir takımları vardır ki, inanmadıkları halde: ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.” (Bakara: 8)
“Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah’ı ve Peygamber’i memnun etmeleri daha uygundur.” (Tevbe: 62)
“Onlar, kötü bir şey söylemediklerine dâir Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.” (Tevbe: 74)
“Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar.” (Âl-i imrân: 167)
“İnsanlardan kimi vardır ki: “Allah’a inandık.” derler. Fakat Allah uğrunda bir eziyete uğratıldığı zaman, insanların ezâsını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa, andolsun ki: “Biz de sizinle beraberdik!” derler. Allah herkesin kalbinde olanları daha iyi bilen değil midir?
Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.” (Ankebut: 10-11)
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
“Onlar, kötü bir şey söylemediklerine dâir Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.” (Bakara: 10)
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (o sûre) murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve kâfir olarak ölüp gittiler.” (Tevbe: 125)
“Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
“Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.
İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
“Onların (münafıkların) hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah onların nurlarını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır. Onlar artık hiçbir şeyi göremez olurlar.” (Bakara: 17)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
“Onlara: “Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!” denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)
“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisâ: 89)
“Münafıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de: ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
“Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)
“Münafıklara kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 138-139)
Allah-u Teâlâ “Kâfirleri dost edinmeyi” münafıkların vasfı olarak zikrettikten sonra mütebaki Âyet-i kerime’lerinde bunun ne büyük bir cürüm olduğunu ikaz ile müminleri ikaz etmektedir:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bu ilahi hükümler bu kadar aşikâr olduğu halde, “Hoşgörü” adı altında, “Medeniyetler ittifakı” adı altında dostluk kuranların, küffardan ödül alanların durumunu artık anlayın. Kararınızı verin. Dökülenlerden dost olmaz. Onlar kâfirlerin dostudur. Münafık olmuşlardır. Artık bir müslüman imanını muhafaza etmek için bu münafıklarla değil dostluk kurmak, elinden geldiği kadar uzak durmalıdır. Zira:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
“Onlar hep sizi gözetleyip duranlardır. Eğer Allah’tan size bir zafer gelirse: “Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler. Şayet kâfirlere bir pay çıkarsa, onlara: “Size üstünlük sağlayarak, sizi müminlerden korumadık mı?” derler. Allah kıyamet günü aranızda hüküm verir. Allah kâfirlere, müminler aleyhinde aslâ fırsat vermeyecektir.” (Nisâ: 141)
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar. ” (Tevbe: 67)
“Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar.” (Tevbe: 67)
“Onlardan kimi de: “Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.” diye O’na kesin söz verdiler.
Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.” (Tevbe: 75-76)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar.” (Münâfikûn: 2)
“Münafıklar sana geldikleri zaman: “Senin Allah’ın elçisi olduğuna şâhitlik ederiz.” derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)
“Resulüm! Münafıkların ehl-i kitaptan inkâr eden dostlarına: “Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye aslâ uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.” dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
“Müminlerle karşılaştıkları zaman ‘İnandık!’ derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise ‘Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz.’ derler.” (Bakara: 14)
“Sadaka vermek hususunda gönülden davranan müminleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 79)
“Onlara ‘Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!’ denilince de ‘Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler.” (Bakara: 13)
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar.
Bir sûre indirildiği zaman: “Sizi bir kimse görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 126-127)
“Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204)
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)
“Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, fakat münafıklar bunu anlamazlar.
Derler ki: ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.’ İzzet Allah’ındır, Allah’ın Peygamber’inindir ve bütün müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.” (Münâfikûn: 7-8)
“(Münafıklar) Allah adına en ağır yeminleri ile yemin ederek; eğer kendilerine emredersen mutlaka savaşa çıkacaklarını söylediler. De ki: “Yemin etmeyin! İtaatınız mâlumdur. Hiç şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nûr: 53)
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
•
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
“Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar.” (Nisâ: 142)
“İnsanlara gösteriş yaparlar.” (Nisâ: 142)
“Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
“Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın.” (Muhammed: 30)
Münafıkların iç durumları en iyi harp zamanında ortaya çıkar. Özellikle düşman kuvvetleri sayıca çok olduğu zaman.
Zira Allah’a imanları olmadığı için Allah yolunda ölmeyi göze almaları da kendilerinden beklenemez. Bunun gibi ölmeyi de istemezler.
Kur’an-ı kerim’de münafıklardan bahseden âyetlerin büyük kısmı münafıkların harpten kaçmaları, müslümanları harpten soğutmaya çalışmaları ve küffar ile işbirliği yapmaya çalışmaları hakkındadır.
Günümüzde de dikkat ederseniz birçokları suret-i haktan görünerek müslümanları cihaddan soğutmaya, düşmanı dost göstermeye çalışıyorlar. Amerika gibi küffar devletlerinin silah üstünlüklerini öne sürerek bu milleti vatanda tavize sevketmek istiyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in devrinde yaşayan münafıklar hakkında inen Âyet-i kerime’ler asırlar geçse de münafık güruhun aynen devam ettiğini bize göstermektedir.
Münafıkların İslâm ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onlara ‘Gelin! Allah yolunda çarpışın veya savunun!’ denildiği zaman ‘Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik.’ dediler.” (Âl-i imrân: 167)
Onların bu sözleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar müşriklerle aslâ savaşmak istemiyorlardı. Asıl istedikleri de müslümanların müşrikler karşısında yenik düşmeleri ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi. Müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ediyorlardı.
“Onlar o gün imandan daha çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı.” (Âl-i imrân: 167)
Bu onların her zamanki halleridir. Söyledikleri kalplerinden gelmez. İçlerinde gizlediklerinden başkasını açığa vururlar.
Aslında savaş olacağını biliyorlardı.
“Onların gizlediği şeyi Allah en iyi bilendir.” (Âl-i imrân: 167)
Ne küfürleri ne de nifakları kendilerine aslâ fayda vermeyecek, yaptıklarının cezasını dünyada da ahirette de mutlaka çekeceklerdir.
“Onlar (evlerinde) oturup da kardeşleri için: “Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi.” dediler. Resul’üm! De ki: “Eğer doğru sözlü iseniz ölümü kendinizden savın.” (Âl-i imrân: 168)
Yarı yoldan geri dönerek, böyle kritik bir zamanda müslümanları yalnız bırakan ve orduda moral bozukluğu husule getiren münafıklar hakkında Ashâb-ı kiram iki gruba ayrılmıştı.
Bazıları “Bunları öldürelim yâ Resulellah! Zira bunlar münafıklardır!” dediler. Diğer bazıları ise “Affet yâ Resulellah! Zira bunlar kelime-i İslâm’ı söylediler.” dediler.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ müminleri ikaz ederek şöyle buyurdu:
“Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında (küfür üzere olduklarına ittifak etmeyip) iki fırkaya ayrılıyorsunuz?” (Nisâ: 88)
Bu gibi kimseler hakkındaki hüküm ölümdür. Bu husustaki merci de Resulullah Aleyhisselâm’dır. Dilerse öldürür, dilerse zâhirlerine göre muamelede bulunarak onları öldürmez. Durum böyle olduğuna göre müminlerin onlar hakkında fırkalara ayrılmamaları gerekirdi.
Hendek Savaşı sırasında müslüman ordusunda bulunan münafıklar orduda bozgunculuk yapmaktan geri kalmıyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“İçlerinde bir takımı ‘Ey Yesribliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün’ demişti.” (Ahzâb: 13)
Bu sözleri ile “Medine’ye evlerinize dönün!” demek istedikleri gibi, “Eski müşrikliğinize dönün!” mânâsını da kastediyorlardı. Öyle kaypak sözler söylüyorlardı ki; karşılarındaki kişi gerçek mânâsını anlasın, sözlerinden dolayı sorguya çekildikleri zaman da bunu kastetmediklerini, yanlış anlaşıldığını iddia edebilsinler.
“İçlerinden bir topluluk da Peygamber’den ‘Evlerimiz emniyette değil.’ diyerek izin istiyorlardı.
Oysa evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı.” (Ahzâb: 13)
“Eğer Medine’nin her yanından üzerlerine saldırılsaydı, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi, hemen buna girişip derhal yapmaktan geri kalmazlardı.” (Ahzâb: 14)
Onlar aslında evlerinin korunmasız olduklarını söylerken bütün gayeleri Allah-u Teâlâ’nın Peygamber’ine ve müminlere yardım etmekten kaçmak, kalplerini dehşet ve korku ile dolduran düşman ordusu ile yüz yüze gelmekten kaçıp kurtulmaktı.
Münafıklar Uhud Savaşı’nda gösterdikleri cesaretsizlik ve gevşeklikten dolayı sözde pişman olmuşlar, bundan sonra ilk fırsatta bu hatalarını tamir edeceklerine dâir Allah’a söz vermişler, “Eğer Allah bize bir savaş gösterirse mutlaka savaşırız!” demişlerdi.
Allah-u Teâlâ Uhud Savaş’ından henüz iki yıl geçmeden onları daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmiş, verdikleri sözde samimi olup olmadıklarını meydana çıkarmıştır.
“Oysa bunlar andolsun ki daha önce, sırt çevirip kaçmayacaklarına dâir Allah’a kesin söz vermişlerdi.
Allah’a verilen kesin söz ise elbette sorulacaktır.” (Ahzâb: 15)
Allah-u Teâlâ’ya verdikleri bu sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekirdi. Fakat onlar döneklik yapmışlar, verdikleri sözü yerine getirmemek gibi ilâhi gazabı gerektiren ağır bir mesuliyet altına girmişlerdi.
•
Ölümden ve öldürülmekten korkarak savaşa katılmak istemeyen kimselere o korkunun hiçbir fayda vermeyeceğini belirtmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size aslâ fayda vermez.
Aksi takdirde (eceliniz gelmediği için ölümden kaçmış gözükseniz) bile (dünyada yaşatılarak) istifade ettirileceğiniz zaman çok azdır.” (Ahzâb: 16)
Çünkü her canlının sonu ölümdür. Kılıçla ölmeyen başka bir şeyle ölür.
“Resul’üm! De ki: Eğer Allah size bir kötülük dilemişse sizi O’ndan koruyacak veya size rahmet etmeyi dilemişse (ona engel olacak) kim vardır?” (Ahzâb: 17)
O’nun ilâhi takdirini hiç kimse değiştiremez, ezelden ebede hiç şaşmadan aksamadan yürümektedir.
“Onlar Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler!” (Ahzâb: 17)
•
Müşrik ordusu kuşatmayı artırıp öldürücü darbeyi indirmeyi tasarlayarak bunun hazırlıklarını sürdürürken, baş münafık Abdullah bin Ubeyy, ortalığa fitne atıyor, müslümanların büyük bir sıkıntı içinde olduklarından istifade ederek, hemen savaşı bırakıp evlerine dönmelerini telkine çalışıyordu. Münafıklar da fırsatı kaçırmadan onu tasdik ediyor, müminlerin morallerini bozmaya yönelik bir takım entrikalar çeviriyorlardı.
“Doğrusu Allah içinizden sizi alıkoyanları ve kardeşlerine ‘Bize gelin!’ diyenleri kesinlikle bilir.
Onlardan pek azı (o da gösteriş olarak) savaşa gelir. (Çoğunluğu ise savaşa gelmezler.)” (Ahzâb: 18)
Müminlere, onlarla beraber oldukları zannını vermek için birlikte çıkarlar, fakat savaştıkları görülmez. Mecbur kalırlarsa pek az savaşırlar.
•
Onlar, müminlerin canlarını, mallarını, her şeylerini fedâ ettikleri yolda, değil bir şey fedâ etmek; müminlerle hiçbir hususta işbirliği yapmak istemezler. Çünkü nifak içlerine işlemiştir.
“Size karşı oldukça kıskanç ve cimridirler. Korku geldiği zaman, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün.
Korku gidince de, iyiliğinizi çekemeyerek sivri dilleriyle sizi incitirler.
Onlar iman etmiş değillerdir. Bunun için de Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Ahzâb: 19)
Allah-u Teâlâ onların kıldıkları namazlarını, tuttukları oruçlarını, İslâm’a girdikten sonra yaptıkları bütün iyilikleri boşa çıkaracak, bu amelleri için onlara hiçbir mükâfat vermeyecektir. Onlar münafıklık yaptıkları, şahsi menfaatlerini dinin menfaatlerine tercih ettikleri, Allah için çalışmadıkları için böyle bir âkıbete müstehak olmuşlardır.
Bu noktada, Allah’a ve Resul’üne inandıklarını iddia eden, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren ve diğer hayırlı işlerde müslümanlarla işbirliği yapan kimselerin, gerçekte hiç iman etmemiş oldukları hususunda kesin bir hüküm verilmektedir. Eğer bir kimse Allah’a ve O’nun yoluna bağlı değilse, onun iman ettiğini söylemesinin, ibadet etmesinin ve diğer iyiliklerinin hiçbir mânâsı yoktur.
•
Allah-u Teâlâ münafıkların korkak olduklarını gösteren delilleri haber vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar Ahzab’ın (düşman birliklerinin) gitmediklerini sanıyorlardı. Düşman birlikleri tekrar gelmiş olsalardı, isterler ki çöllerde bedevilerin yanında bulunsunlar da sizin haberlerinizi sorsunlar.” (Ahzâb: 20)
Münafıklar korkaklıklarından dolayı Medine’den çıkıp çöle yerleşmek ve bedeviler arasında kalmak istiyorlardı. Böylelikle kendilerini emniyet altına almış ve savaş korkularından uzak kalmış olacaklardı.
“Zaten aranızda bulunsalar, pek az savaşırlardı.” (Ahzâb: 20)
Tebük seferi için bütün müslüman kabilelere ve Mekke’ye haberler gönderilip mücahid askerler istendi. Gönüllülerin toplanmasına başlandı.
Fakat ilk adımda münafıklar sefere katılmak istemediler. Mânâsız özürlerle Resulullah Aleyhisselâm’dan izin almaya kalktılar. Bir kısmı da havanın çok sıcak oluşunu ileri sürerek orduda bozgunculuk yapıyorlar, gitmek isteyen müslümanları da caydırmaya çalışıyorlardı.
Kur’an-ı kerim’de bu hususta şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın Resul’üne muhalefet etmek için (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de) ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler.
De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilseler!” (Tevbe: 81)
Münafıkların reisi Abdullah ise “Muhammed Roma devletini çocuk oyuncağı sanıyor. Onun ashâbı ile birlikte esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum!” sözleriyle halka korku veriyordu.
Münafıklardan bazıları Süleylim adındaki bir yahudinin evinde toplanarak halkın sefere katılmalarına mâni olacak tedbirler arıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm tarafından gönderilen Talha -radiyallahu anh- ve arkadaşları yahudinin evini tutuşturdular ve topluluklarını dağıttılar.
•
Sefer sırasında münafıklardan bir süvari bölüğü önde gidiyor ve kendi aralarında Kur’an’la, Peygamber’le alay ediyorlardı. “Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek istiyor. Heyhat, heyhat... Siz Rumlar’la çarpışmayı Araplar’ın birbirleri ile çarpışması gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi biz sizi bir sabah iplere ikişer ikişer bağlanmış olarak görür gibi oluyoruz.” diyerek, mücahidlerin mânevîyatlarını sarsmaya çalışıyorlardı.
Bununla beraber hem İslâm’la ve müslümanlarla alay etmelerinin açığa vurularak, hem de kendileri hakkında nâzil olacak vahiyler ile Allah-u Teâlâ’nın kendilerini rezil ve rüsvay edeceğinden korkuyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar.
De ki:Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Resulullah Aleyhisselâm Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh-e:
“Şunların yanına git, çünkü onlar ateşte yanmış bulunuyorlar. Ne söylediklerini kendilerine sor. Şayet inkâr edecek olurlarsa ‘Hayır! Şöyle şöyle söylediniz.’ de.” buyurdu.
Ammar -radiyallahu anh- yanlarına vardı ve onlara bu sözü söyledi. Onlar da huzura gelerek özür dilemeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm devesinin üzerinde idi. Vedîa bin Sâbit, devenin yularına yapışarak “Yâ Resulellah! Biz ancak lâfa dalmıştık, yol yorgunluğumuzu unutturmak için şakalaşıyor ve eğleniyorduk.” dedi.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Eğer onlara soracak olursan ‘Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk.’ derler.
De ki: Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Peygamber’i ile mi alay ediyorsunuz?” (Tevbe: 65)
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların durumlarını ortaya çıkarıp rezil ederek şöyle buyurdu:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.” (Tevbe: 66)
Çünkü onlar münafıklıkta ve cürüm işlemede ısrar ettiler.
Allah-u Teâlâ’nın münafıklıktan suçlarını bağışladığını bildirdiği kimselerden birisi Muhaşşi bin Humeyyir -radiyallahu anh- olmuştu. Daha sonra da Abdurrahman adını aldı, Allah-u Teâlâ’dan yeri bilinmemek üzere şehid edilerek öldürülmesini niyaz etti. Yemâme savaşı günü şehid düştü ve hiçbir izi bulunamadı.
•
Uzun ve zahmetli bir yürüyüşten sonra ordu Medine ile Şam arasındaki mesafenin tam ortasında Tebük denilen yere vardı. Gerek Bizans’tan ve gerek Arap kabilelerinden hiçbir hareket görülmedi. Mute’de üçbin müslümanın gösterdiği kahramanlık ile Tebük seferine iştirak eden İslâm kuvvetlerinin büyüklüğü, Arap kabilelerinin mâneviyatını kırmış, Bizans’ı da saldırı fikrinden vazgeçirmişti.
•
Münafıkların düşmanla işbirliği yapmaları, harptan ve Allah yolunda cihaddan kaçınmaları, hatta müslümanları da kâfirlerle cihaddan çevirmeye çalışmaları çok tehlikeli bir durumdur:
Günümüzde bu gibi kimseler pek çoktur. Dikkat ederseniz, küffarla işbirliği yaparlar. Küffara karşı gelmekten müslümanları sakındırmaya çalışırlar.
Bu gibi durumlar vatanda çok büyük kayıplara sebep olur.
Bunlara aldanmamak, zehirli fitne ve fesatlarından kaçınmak gerekir.
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe: 73)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tahrîm: 9)
“Andolsun ki münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine’de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.
Hepsi de lânetlenmiş olarak, nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar ve öldürülürler.
Allah’ın daha önce geçmiş olanlara uyguladığı sünneti (âdeti) budur. Sen Allah’ın sünnetinde aslâ bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb: 60-62)
Allah-u Teâlâ insanlık tarihi boyunca çeşitli topluluklara uyarıcılar, peygamberler göndermiştir. Azgınlık ve sapkınlıklarında ısrar eden, isyan eden kavimlerin, toplulukların âkıbetleri Kur’an-ı kerim’de uzun uzun anlatılmıştır.
Allah-u Teâlâ bu kavimlerin âkıbetlerini münâfıklara hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.
Siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce (batağa) dalanlar gibi (batağa) daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.
Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık deliller (mucizeler) getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe: 68-70)
Nuh Aleyhisselâm gemiyi hazırladıktan sonra, beraberinde taşımakla emrolunduğu kimselere şöyle dedi:
“Gemiye binin! Onun akması da durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabb’im çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Hûd: 41)
Çünkü gemi kurtuluş için bir sebep olmakla beraber tek sebep değildi. Gemiyi yürüten de durduran da O’dur. Bu bakımdan gönülleri Allah’a yöneltmek gerekiyordu. Onlar ise geminin hareket etmeye başlaması sırasında ve sonunda Allah-u Teâlâ’yı zikrettiler, kendilerini boğulmaktan kurtardığı için şükranlarını arzettiler, bu ilâhî lütufa hamdettiler.
Nihayet iman ve küfür mücadelesinde kâfirlerin safında yer alanları cezalandıracak olan azap Nuh kavminin üzerine indi. Allah-u Teâlâ semâdan öyle bir yağmur gönderdi ki, böyle bir yağmuru yeryüzü daha önce görmemişti, bundan sonra da görmeyecektir. Ayrıca yerden de sular fışkırıyordu.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanlayarak: ‘Delidir!’ demişlerdi ve (dâvetten vazgeçirmeye) zorlanmıştı.” (Kamer: 9)
Azarlandı, incitildi, birçok eziyetler gördü.
“Bunun üzerine Rabb’ine şöyle yalvarmıştı: ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’” (Kamer: 10)
Benim intikamımı onlardan sen al ve dinine yardım et.
“Biz de derhal göğün kapılarını sağnak halinde boşanan bir su ile açıverdik.” (Kamer: 11)
Allah-u Teâlâ’nın bu ifadesi, yağmurun çokluğunu ve şiddetle dökülmesini belirtmek için bir temsildir.
“Yeryüzünde de göz göz sular fışkırttık. Böylece sular, takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.” (Kamer: 12)
Bu iş ise Nuh kavminin tufan ile helâk edilmesi içindir.
“Biz Nuh’u da tahtalar ve çivilerle yapılı gemiye bindirdik.” (Kamer: 13)
•
Gökten boşanan su ile yeryüzünden kaynaklar halinde fışkıran sular, takdir edilen âkıbeti gerçekleştirmek üzere birleşti, önüne geçilmez bir tufan hâlini aldı. Toprak yavaş yavaş su altında kalıyor, şiddetle esen fırtınalı rüzgâr ise dağ gibi dalgalar meydana getiriyordu. Tufan başlar başlamaz, müşriklerin çoğu sular altında kalıp boğuldular. Sağ kalanlarsa yüksek yerlere çıkmaya çalışıyorlardı.
İlâhî nezaret aldtında yapılan geminin ise yerden irtibatı kesilmiş, tamamıyla su yüzünde bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında içindekileri götürüyordu.” buyuruyor. (Hûd: 42)
Tufan dalgaları dağları andırıyordu, en yüksek dağların üzerine yükselmişti.
Hûd Aleyhisselâm onların bu muhalefet ve yalanlamalarını, inatlaşmakta devam etmelerini Allah-u Teâlâ’ya havale etti.
“Dedi ki:
Rabb’im! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.” (Müminûn: 39)
Şirk ve inkârlarından sana sığınırım, onlardan intikamımı al.
Allah-u Teâlâ duâsını kabul ederek şöyle buyurdu:
“Az bir süre sonra şüphen olmasın ki pişman olacaklar.” (Müminûn: 40)
Yakın bir zamanda azabın başlarına geldiğini görünce pişmanlıklarına pişmanlık katacaklar, fakat iş işten geçmiş olacak.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu Rabb’inin söz verdiği azabı hak edenler, elem verici azabı görünceye kadar, kendilerine (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile inanmazlar.” (Yunus: 96-97)
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti.
Kuraklık ortalığı kasıp kavuruyordu. Belâ ve musibet dayanılmaz bir hâl alınca yağmur duâsına çıkarak yardım istediler. Allah-u Teâlâ onlara kesif bir bulut gönderdi. Bulutu gördüklerinde, bol rahmet yağacak zannıyla sevindiler ve birbirlerini müjdelediler. Aynı zamanda Allah’ın duâlarını kabul ederek imdatlarına yetiştiğini zannettiler. Âdeta bayram yapıyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nihayet o azabın, geniş bir bulut hâlinde vâdilerine doğru yayılarak geldiğini görünce: ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur.’ dediler.” (Ahkâf: 24)
Halbuki bu bulut helâk bulutu idi. Onlar sevinç içinde: “Yağmur yağacak!” diye bağırırlarken Hûd Aleyhisselâm onlara son ikazını yaptı:
“Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem verici azabı taşıyan bir rüzgârdır.” (Ahkâf: 24)
Size âlemlere ibret olarak kalacak bir ceza vermek için geliyor.
“Rabb’inin emriyle her şeyi yıkıp yerle bir eder.” (Ahkâf: 25)
O’nun izni olmadan bir yaprak dahi düşmez, emri geldiği zaman hiç kimse kimse duramaz. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi, mutlak hükümdârı O’dur. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
•
Allah-u Teâlâ o buluttan kasırga şeklinde şiddetli bir rüzgâr halketti.
Âyet-i kerime’de:
“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” buyuruluyor. (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgârla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi toza çeviriyordu.
“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.
•
Rüzgâr o güçlü kuvvetli, mağrur kâfirleri birer tüy gibi altından girip havaya kaldırıyor, sonra ters çevirip tepetaklak yere çarpıyor, boyunlarını kırıyor, kimisinin üzerine taşlar yağdırarak beyinlerini parçalıyor, kütük doğrarcasına biçiyordu.
Kavak ağacı devrilir gibi devrildiler, içi boş hurma kütükleri gibi yerlere uzandılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Âd kavmi de yalanlamıştı. Amma azabım ve uyarılarım nasıl oldu?” (Kamer: 18)
Âkıbetlerinin nice olduğunu düşünen var mı?
“Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde, dondurucu bir rüzgâr gönderdik.” (Kamer: 19)
Onların uğradıkları uğursuzluktan daha şiddetli bir uğursuzluğa hiçbir kavim uğramadı.
“O rüzgâr insanları, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imişler gibi koparıp yere seriyordu.” (Kamer: 20)
Alabildiğine soğuk ve çok gürültülü olan bu rüzgâr onları çekiyor, eziyor, parça parça yapıyordu. Hepsini de helâk edinceye kadar devam etti.
“Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?” (Kamer: 21)
Azaplar en şiddetli azap, uyarılar en doğru uyarı idi, fakat ne fayda?
“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde görürsün.” (Hâkka: 7)
Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!
“Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?” (Hâkka: 8)
O muhteşem saraylar, evler barklar, küçük ve büyük baş hayvanlar, bağlar ve bahçeler de sahipleri gibi şiddet ve dehşet karşısında mahvolup gittiler.
Kur’an-ı kerim’de bu azap günlerine “Uğursuz günler” mânâsına gelen “Eyyâm-ı nahisat” denilmiştir. Öyle bir uğursuzluk ki, içinde iyilik nâmına hiçbir şey bulunmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik.” (Fussilet: 16)
Bu soğuk rüzgâr öyle bir esis esmiş ki, ateşin insanı yakıp kavurduğu gibi, soğukluğunun şiddetinden onları helâk etmiştir.
Bir hafta süreyle onlara korkunun en beteri yaşatıldıktan ve yerle bir edildikten sonra canları cehenneme sevkedildi.
“Ahiret azabı ise elbette daha çok alçaltıcı, rüsvay edicidir.” (Fussilet: 16)
Bu azabın yanında dünya azabının ismi bile okunmaz.
“Onlara hiç yardım da edilmez.” (Fussilet: 16)
Bu azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da yoktur.
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik.” (Neml: 50)
Bu tuzaklarını helâk olmalarına sebep kıldık, farkedemedikleri bir anda yok olup gittiler.
“Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik.” (Neml: 51)
Dördüncü günün sabahına çıkmadan, gece yarısı ile sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpar gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi. Her şey bir anda olup bitti.
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine rahmet olarak gönderdiği bir peygamberi, âilesiyle birlikte öldürmeye teşebbüs edip, kim vurduya getirmeye kalkışmaları, bardağı taşıran son damla olmuştu.
Âyet-i kerime’de:
“Sabaha karşı o korkunç ses onları yakalayıverdi.” buyuruluyor. (Hicr: 83)
Her buyruğa ve tebliğe karşı geldiler, mucize ile de yola gelmediler, verdikleri sözde durmadılar. Nihayet ilâhî emir geldi, Allah-u Teâlâ celâl ve kahhâr sıfatlarıyla tecellî etti, inkâr ve sapıklıkları felâketle neticelendi:
“Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
Hidayeti bırakıp sapıklığa, imandan yüz çevirip küfre ve şirke yöneldiler.
“Böylece yapmakta oldukları fenalıkların karşılığı olarak alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.” (Fussilet: 17)
Allah-u Teâlâ’nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş bulunuyordu. Yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve iyiye dâvet edenlere baş düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati gelmişti.
Âyet-i kerime’de:
“Rabb’leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi ve yerle bir etti.” buyuruluyor. (Şems: 14)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
“Semud’u da O helâk etti ve geriye hiçbir şey bırakmadı.” (Necm: 51)
Azgınlık ve taşkınlıklarının cezasını yanlarına koymadı.
“Semud ve Âd kavimleri, başlarına çarpacak felâketi yalanlamışlardı.” (Hâkka: 4)
Yalanladılar da ne oldu?
“Bu yüzden Semud kavmi pek azgın bir (sarsıntı) ile helâk edildiler.” (Hâkka: 5)
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu.
“Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı ve yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (A’râf: 78)
Bâtılı Hakk’a, nârı nura tercih eden, dünyayı ahiretten üstün tutan, maddeyi mânâya değişen, Yaratan’ı unutup yaratılanlara meyleden, küstahlaştıkça küstahlaşan, nankörleştikçe nankörleşen, kibirlendikçe kibirlenen, inatlaştıkça inatlaşan... bir millet; işledikleri cürümlerle, günah, isyan ve tuğyanlarla birlikte, yaptıkları yanlarına kâr kalmamak üzere kahrolup gittiler.
“Kazanmakta oldukları şeyler, kendilerinden hiçbir zararı savamadı.” (Hicr: 84)
Allah-u Teâlâ onları bir seher vakti kökünden kazıyıp düzleyiverdi, bir varmış bir yokmuş oldular.
“Âd’ı Semud’u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri de helâk ettik.” (Furkân: 38)
Onların sayılarını ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Onların her birine misaller getirdik. (Amma öğüt almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik.” (Furkân: 39)
Göklerin bütün gürlemelerini, yeryüzünün bütün çığlıklarını içinde taşıyan öyle müthiş bir ses zuhur etti ki; bir anda kalplerini yerinden oynattı, kulaklarının zarı patladı, solukları kesiliverdi, canları bedenlerinden uçtu, oldukları yere yığılıverdiler.
“Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (Hûd: 67)
O sesle yürekleri paramparça oldu, hiçbirinde canlılık eseri ve emaresi kalmadı.
“Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz ki Semud kavmi Rabb’lerini inkâr etmişti, biliniz ki Semud kavmi Allah’ın rahmetinden uzak düşmüştü.” (Hûd: 68)
Âyet-i kerime’ler onların bu durumlarını bir manzara hâlinde gözler önüne seriyor. Sanki o memlekette hiç ikamet etmemiş, sanki evlerinde hiç sakin olmamış, sanki dünyaya hiç gelmemiş gibi, hayatlarından bir eser görülmedi. İçlerinden bir tek fert bile kalmamacasına, bir ses tufanıyla kahrolup gittiler.
“Bu azgınlara azabım ve uyarmalarım nasıl oldu?” (Kamer: 30)
Çok korkunç olmadı mı?
“Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler.” (Kamer: 31)
Ne taştan mermerden köşkleri, ne de kayalar içinde oyulmuş barınakları, başlarına gelen bu acı felâketten kendilerini koruyamadı; hayvanlar tarafından çiğnenmiş kuru otlar gibi oldular; diğer taraftan bir benzetme ile, çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar.
Allah-u Teâlâ’nın bu teşbihinde düşünülecek, ders ve öğüt alınacak ibretler vardır.
Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki biz Kur’an’ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?” buyuruluyor. (Kamer: 32)
Hani ibret ve öğüt alan?
Tanınmaz hâle gelen cesetleri oraya buraya saçılmış, ruhsuz olarak her biri bir yere serilmişti. Hem de rezil ve rüsvay olarak çer-çöp olup gittiler.
“Âd ve Semud’u da helâk ettik. Bu, oturdukları yerlerden size belli olmaktadır.
Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı.
Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler, bakıp ibret alabilirlerdi.” (Ankebût: 38)
Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya mâloldu. Sâlih Aleyhisselâm’ı öldürüp ortadan kaldırmayı düşünen zorbalar, düşüncelerini gerçekleştiremeden yerle bir edildiler.
Lût Aleyhisselâm İbrahim Aleyhisselâm’a inen hükümlerin üzerinde gönderilmiş bir peygamber olduğu için, hadise henüz hayatta bulunan İbrahim Aleyhisselâm’ı da ilgilendiriyordu. Bu sebepledir ki Lût kavmini helâk etmekle görevli melekler, insan suretine bürünerek önce İbrahim Aleyhisselâm’a geldiler. Bir oğlu olacağını müjdeledikten sonra azap haberini bildirdiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Vaktaki elçilerimiz İbrahim’e (oğlu olacağına dâir) müjde ile geldiklerinde: ‘Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz, çünkü oranın halkı zâlim oldular.’ dediler.” (Ankebût: 31)
Bütün güçleri ile bozgunculuğa devam etmektedirler.
İbrahim Aleyhisselâm, belki kendilerine mühlet verilir de Allah-u Teâlâ onlara hidayet bahşeder diye, Lût kavmi için merhamet istemeye başladı:
“İbrahim: ‘Amma orada Lût var!’ dedi.” (Ankebût: 32)
O içlerinde bulunurken orasını nasıl helâk edeceksiniz?
“Şöyle cevap verdiler:
‘Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette kurtaracağız.
Yalnız karısı müstesnâ. O, azapta kalacaklar arasındadır.’” (Ankebût: 32)
Orada Lût’un da başka inananların da bulunduğunu çok iyi biliyoruz.
Melekler bu sözleriyle Lût Aleyhisselâm’ın kurtulacağını ve onun için endişe edilecek bir şey olmadığını beyan ederek İbrahim Aleyhisselâm’a teminat verdiler.
İbrahim Aleyhisselâm’ın yanından ayrılan elçi melekler dört fersah uzaklıkta bulunan ve o bölgenin en büyük şehri olan Sedum’a gelerek Lût Aleyhisselâm’a misafir oldular:
“Vaktaki elçiler Lût âilesine geldiler.” (Hicr: 61)
Lût Aleyhisselâm’ın ilticası üzerine Allah-u Teâlâ bu kavme azap göndermeyi dileyince; Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil Aleyhisselâm’ı yüzlerinde gençliğin ve güzelliğin parıltıları bulunan gençler suretinde misafir olarak göndermişti.
Melekler önce kendilerini tanıtmadılar. Lût Aleyhisselâm, kavminin ne denli sapık, ne derece arsız, fıtratlarının nasıl bozuk olduğunu bildiği için endişeye düştü. Genç delikanlı şeklinde geldiklerinden, onları koruma hususunda sıkıntı duymaya başladı. Bu güzel gençler halkın dikkatini çekeceklerdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Elçilerimiz Lût’a gelince, onlar yüzünden üzüldü ve göğsü daraldı: ‘Bu çetin bir gündür.’ dedi.” (Hûd: 77)
Onlarla her ne kadar ilgilendiyse de, onları koruyamama korkusu ile mahzun oldu. Misafir etmemiş olsa, kavminden birinin misafir etmek bahanesi ile bir kötülük yapacağından korktu.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onlar hakkında tasalandı, tâkatten düştü.” (Ankebût: 33)
Elinden gelebilecek hiçbir şey yoktu, olacak olan olacaktı.
Elçi melekler Lût Aleyhisselâm’a âilesini ve inananları alarak derhal şehri terketmesinin gerektiğini söylediler. Artık dünyevî cezalarının zamanı gelmişti,
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından git. Hiçbiriniz sakın dönüp de ardına bakmasın, emrolunduğunuz yere doğru gidin.” (Hicr: 65)
Tâ ki kavminin başlarına gelecek büyük felâketi görüp de korkuya kapılmasınlar, onlarla hiçbir alâkaları kalmasın.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sen gecenin bir kısmında âilenle beraber yola çık. Karından başka hiç kimse geri kalmasın. Çünkü onların başına gelecek olan, şüphesiz ona da isâbet edecektir.” (Hûd: 81)
Peygamber evinin bir mensubu olma şerefine ermesine rağmen, sapıklarla ilgisinden dolayı o da helâk olacaktır.
“Onlara vâdolunan zaman, gün doğana kadardır. Sabah yakın değil mi?” (Hûd: 81)
Lût kavmi isyanda çok ileri gidip, peygamberlerine de çok ezâ cefâ ettikleri için, Lût Aleyhisselâm onların bir an önce azaplarını istiyordu. Bunun içindir ki sabahın uzak olduğundan bahsetmiş, onlar da: “Sabah yakın değil mi?” demişlerdi.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ona kesin olarak şu emri hükmettiğimizi bildirdik:
Sabaha çıkarlarken mutlaka bunların sonları kesilmiş olacak.” (Hicr: 66)
Sabah olduğunda kökleri kesilmiş olacak, içlerinden bir teki dahi kalmayacak!
Lût Aleyhisselâm’ın karısına gelince; bütün ömrünü onunla beraber geçirdiği halde inanmamış, her an yanında bulunan ilâhî ışıktan yararlanmamış, imandan mahrum bulunmakla da Lût Aleyhisselâm’ın ehl-i beytinden olmak şerefini kaybetmişti.
Nuh Aleyhisselâm’ın karısı gibi o da hakkında hüküm geçmiş olan nasipsizlerdendi. Her ikisi de sâlih kocalarının safında değildiler, kâfirler tarafını tutmuşlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah inkâr edenlere Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal gösterir.
Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları da Allah’tan gelen azabı onlardan savamadı.
O iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (Tahrîm: 10)
Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ’nın iki sevgili kulu ve peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu ihânetleri ile bu nimeti ellerinden kaçırmışlardı.
Gerçi karısı, kavmi gibi o fuhşiyâtı bizzat işlemiş değildi, fakat Lût Aleyhisselâm’a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihânet ettiği için, bağlı kaldığı cânilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü küfre rızâ küfür, masiyete rızâ masiyettir.
Sedum’da herkes fısk-u fücura yakalanmıştı. Tek bir ev vardı, o da Lût Aleyhisselâm’ın evi idi. Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ sadece o evin sâkinleri olan inananları kurtardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık.” (Zâriyât: 35)
Tâ ki helâk olmasınlar! Memleketlerinin üstü altına gelirken, üzerlerine taş yağmuru yağarken selâmette olsunlar!
“Zaten orada müslümanlardan, sadece bir ev halkından başka kimse bulamadık.” (Zâriyât: 36)
Demek oluyor ki Lût Aleyhisselâm’ın tebliğlerine daha başka iman edenler bulunsaydı, onlar da kurtulacaklardı. Allah-u Teâlâ onlara hiçbir zaman zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Onu çirkin işler yapan memleketten kurtardık.” (Enbiyâ: 74)
Onu kurtardığı gibi, her asırda yaşayan müminleri muhaliflerinin şerrinden kurtarmıştır. Allah-u Teâlâ’nın ezelî hükmü budur.
Vaktiyle peygamberleri tarafından kendilerine her türlü uyarılar yapılmış, büyük bir azaba uğratılmaktan da korkutulmuşlardı. Fakat onlar hiç aldırmadılar, iltifat edip kulak asmadılar. O halde iken azap onları yakaladı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Lût andolsun ki bizim yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları şüphe ile karşıladılar.” (Kamer: 36)
Kalplerindeki bu maraz, iman etmelerine engel oldu.
Nihayet vâdedilen ilâhî hükmün inme zamanı gelmiş bulunuyordu:
“Bir sabah erken kendilerine, önü alınmaz bir azap gelip çattı.” (Kamer: 38)
Yakalarını bir daha bırakmayacak olan azap başlarına gelmiş bulunuyordu.
Onlara denildi ki:
“Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin âkıbetini tadın!” (Kamer: 39)
Elem verici azabımı görün!
“Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idi.” (Enbiyâ: 74)
Hidayetten mahrum, bütün iyiliklerden ve güzelliklerden uzak, her türlü kötülüklerle içiçe idiler.
Allah-u Teâlâ onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin üstünü altına getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr: 73-74)
Güneş doğarken yok edici azabın gürültüsüne yakalandılar. Böylece onlar üç türlü azaba uğratılmış oluyorlardı.
Koca bir şehir dağıyla-taşıyla, canlısıyla-cansızıyla ve evleriyle barklarıyla gökyüzüne kaldırılmış, sonra ters çevirilerek üstü altına getirilmiş, üzerlerine sert taşlar yağdırılmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik. Ve tepelerine Rabb’inin katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.
Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd: 82-83)
Bu taşlar yeryüzü taşlarına benzemeyen hususi taşlardı. Her taşın üzerine o taş kime atılacaksa onun ismi yazılmıştı. Bu taşlar ilâhî kudret eliyle atılıyordu. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş, sonunculara varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse kalmamıştır. Memleketin altı üstüne geldikten sonra yağmur gibi taşlar yağdırılması, cezalandırmanın tam olması içindir. Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele olması gibi.
Bir milletin bütünüyle yok olup tarih sahnesinden silinmesi için, bundan daha büyük ve şiddetli bir felâket olamaz. Kısa bir süre içinde şehir belirsiz hâle geliverdi.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki! Ne kötü idi azapla korkutulanların yağmuru!” (Şuarâ: 173 - Neml: 58)
Bu yağmur yeryüzünü sulayan rahmet yağmuru değil, uyarıldıkları hâlde yola gelmeyenlerin başına yağdırılan taş yağmuru idi.
“Geride kalanların üzerine öyle bir taş yağmuru yağdırdık ki!
Bak işte! Suçluların sonu nasıl oldu?” (A’râf: 84)
Lût kavmi, kasırgaları beraberinde taşıyan bu öldürücü yağmura yakalandılar. Çünkü onlar sadece bu ahlâksızlıkları ile Allah’ın gazabını insanların üzerlerine çekmeye yetecek bir günahın içine düşmüşlerdi. İlâhî hüküm takdir doğrultusunda orada bulunanların tamamını kaplayacak şekilde indi, Allah-u Teâlâ onların yeryüzünden bütünüyle silinmesini ferman buyurdu.
Her taş belli bir tahrip görevini yerine getirmesi ve belli bir kişiyi helâk etmesi için, ezelde önceden belirlenmiş şekliyle tek tek işaretlenmişti. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş sonuncularına varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ onları hiçbir topluluğu helâk etmediği bir helâk ile yok etmiş, varlıklarını temelden silmiş atmıştır. Böylece inançsızlıklarının, ahlâksızlıklarının cezasını bulmuş oldular.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Lût kavmi de uyarıcı peygamberini yalanladı.
Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Yalnız Lût ailesini katımızdan bir rahmet olarak seher vakti kurtardık.
Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız.” (Kamer: 33-35)
İman edenleri kurtarmak üzerimize haktır.
•
Lût Aleyhisselâm ve beraberindekiler ilâhî emir gereğince gecenin sonuna doğru yurtlarından çıkıp başka bir sahaya varmış bulunuyorlardı. Kavmi seher vakti helâk olurken, onlar kurtuluşa eriştiler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Biz de onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ. Onun geride kalanlar arasında olmasını takdir ettik.” (Neml: 57)
Çünkü o Allah-u Teâlâ’yı inkâr etmişti ve onların dinleri üzere idi, onlara yardımcı oluyordu.
“Biz de onu ve âilesini kutardık. Yalnız karısı geride kalıp helâka uğrayanlardan oldu.” (A’râf: 83) (Bakınız: Sâffât: 134-135 - Şuarâ: 170-171)
Ahlâksız kavimle birlikte yok olup gitti. Çünkü küfre rızâ küfür olduğu gibi, kötülüğü hoş gören de o kötülüğü işleyen gibidir.
“Sonra diğerlerini hep helâk ettik.” (Sâffât: 136 - Şuarâ: 172)
Memleketleri alt-üst getirilerek, üzerlerine taş yağdırılarak korkunç bir şekilde yok edildiler.
Bunca hayâsızlığı bunca kötülüğü işledikten sonra çöplüklerinde dünyalarını değiştirdiler. Ahiretlerine iyi bir şey götürmeleri ne mümkün! Yaptıklarının karşılığı olarak sonsuz bir azap çekecekler, kıyamete kadar da bu şekilde anılacaklardır.
Musa Aleyhisselâm’ın Mısır’da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkânına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu halde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler.
Nihayet onu yalanlamalarından sonra:
“‘Bunlar günahkâr bir topluluktur.’ diye Rabb’ine niyazda bulundu.” (Duhân: 22)
Lâyık olan muameleyi yapması için onları Hakk’a havale etti.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrâiloğulları’nı göndermekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun’un haberi olmadan, elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
“Kullarımı geceleyin götür, çünkü siz takip edileceksiniz.” (Duhân: 23)
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Musa’ya şöyle vahyettik: ‘Kullarımı geceleyin yürüt.’” (Tâhâ: 77)
Firavun sizi engellemesin.
“Musa’ya vahyettik ki: ‘Kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü siz takip edileceksiniz.’” (Şuarâ: 52)
Onlar size yetişmeden siz deniz kenarına varmış olun.
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar, gizlice Mısır’ı terk ettiler. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı.
Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi. İsrâiloğulları’nın Mısır’ı terk etmesi onun için kabul edilemez bir durumdu. Çünkü Mısır’da itibarını yitirmiş olacaktı.
“Firavun: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim! (O varsın) Rabb’ine yalvarsın! Çünkü ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.’ dedi.” (Mümin: 26)
Onun asıl korkusu iktidarının elinden gitmesi idi.
“Firavun da derhal şehirlere toplayıcılar gönderdi.” (Şuarâ: 53)
Bir an önce kendisine asker toplamaları için şehirlere adamlar saldı. İsrâiloğulları’nı tekrar eski köleliklerine geri çevirmek gayesiyle büyük bir ordu hazırlanmasını emretti.
Ve şöyle dedi:
“Doğrusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Biz ise tedbirli kimseleriz.” (Şuarâ: 54-55-56)
Kısa zamanda muhteşem bir ordu toplandı. Güneş doğarken peşlerine düştüler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Derken (Firavun ve askerleri) gün doğarken onların ardına düştüler.” (Şuarâ: 60)
İzlerini takip ederek Mısır’dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz onları bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık.” (Şuarâ: 57-58)
Mal ve mülklerinden, biriktirmiş oldukları altın ve gümüşlerden, köşk ve saraylarından uzaklaştırdık.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a emretti:
“Denizi açık bir halde bırak, çünkü onlar boğulacak bir ordudur.” (Duhân: 24)
Nitekim öyle olmuştur.
“İki topluluk karşı karşıya gelip birbirlerini gördükleri zaman Musa’nın ashâbı: ‘İşte yakalandık!’ dediler.” (Şuarâ: 61)
İsrâiloğulları o anda öyle bir sıkıntıya düştüler ki arkalarında Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı. Aynı zamanda çok zayıf ve güçsüz idiler.
Musa Aleyhisselâm ise, büyük bir tevekkülle, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mutlaka kurtaracağına inanıyor, onları tesellî ediyordu:
“Hayır! Rabb’im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir.” buyurdu. (Şuarâ: 62)
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a kurtuluş çaresini gösterdi.
“Biz de Musa’ya: ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme!” (Tâhâ: 77)
İsrâiloğulları da hiç endişeye kapılmadan bu yolda yürüyüp gittiler.
“İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik.” (A’râf: 138 - Yunus: 90)
Firavun ve ordusu, akıllara durgunluk veren bu sahne karşısında şaşırıp kaldılar. Arkalarından onlar da yürüdüler.
“Arkalarından diğerlerini de oraya yaklaştırdık.” (Şuarâ: 64)
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, onlar iki taraflı suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda:
“Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi.” (Nâziât: 25)
Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrâiloğulları’nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
“Firavun ve askerleri de zulmetmek ve mahvetmek üzere arkalarına düştü. Nihayet Firavun boğulacağı anda: ‘İsrâiloğulları’nın inandığı Allah’dan başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben de müslümanlardanım!’ dedi.” (Yunus: 90)
Ona:
“Şimdi mi inandın? Oysa daha önce başkaldırmış, bozgunculuk etmiştin.” denildi. (Yunus: 91)
Allah-u Teâlâ bu ölüm anındaki imanını kabul etmedi.
Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruluyor:
“Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin cesedini sahilde bir tepeye atacağız. “ (Yunus: 92)
Böylece Hakk ve hakikati yalanlayanların ne kadar acıklı bir sonunun olduğu bilinmiş olacak.
“Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden habersizdirler.” (Yunus: 92)
İbret almazlar, sapık yollarından ayrılıp gerçeğe yönelmezler.
Görüldüğü üzere zâlimlerin korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
“Muzill” İsm-i şerifi tecellî ederek Allah-u Teâlâ onları zelil ve İsrâiloğulları hakkında da “Muizz” ism-i şerifinin sırrı zuhur ederek onları azîz kıldı.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!” (Tâhâ: 78)
Hârikulâde bir mucize gerçekleşti, hiç akıllarına hayâllerine gelmeyen bir intikamla karşılaştılar.
“Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu gösterme-di.” (Tâhâ: 79)
Doğru yolu göstermediği gibi, onları sapıklığa düşürdü, sonunda da hepsinin suda boğulurak helâk olmalarına sebep oldu.
“Biz de bu yüzden onlardan intikam aldık, âyetlerimizi yalanlayıp umursamadıkları için hepsini denizde boğduk.” (A’râf: 136)
Çünkü onlar uyanma kabiliyetlerini tamamen yitirmişler, en acı azaba müstehak olmuşlardı.
“Böylece Firavun onları o yerden (Mısır’dan) çıkarmak istedi.” (İsrâ: 103)
Yetiştiği zaman hepsini öldürmeyi plânlıyordu.
“Biz de onu ve maiyyetindekilerin hepsini suda boğduk.” (İsrâ: 103)
Hilesini aleyhine çevirdik, onları denizde boğmakla Mısır’dan onları biz çıkarttık.
“Firavun o peygambere karşı gelmişti de, onu çok ağır bir yakalayışla yakalayıp cezalandırmıştık.” (Müzzemmil: 16)
Denizin dalgaları arasında kahrolup gittiler.
“Ne zaman ki bizi öfkelendirdiler, onlardan intikam aldık, hepsini suda boğduk.” (Zuhruf: 55)
Hiçbirini bırakmadık.
“Ve onları sonradan gelecek inkârcılara bir ibret kıldık.” (Zuhruf: 56)
Kıyamete kadar gelecek olan inkârcılar bu ilâhî intikamdan ders almalıdırlar.
“Musa’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık.” (Şuarâ: 65)
Böylece İsrâiloğulları Firavun’un ve adamlarının zulüm ve esaretinden kurtulmuş oldular.
“Sonra ötekileri suda boğduk.” (Şuarâ: 66)
Onlardan esamesi silinmedik, helâk edilmedik hiç kimse kalmadı. Yola gelmedikleri için;
“Sonunda onları tam bir helâk ile helâk ettik.” (Furkân 36)
Israrlı ve inatçı yalanlamalarının ardından, şaşılacak bir helâk ile cezalandırdık.
“Böylece onları yalanladılar ve helâk edilenlerden oldular.” (Müminûn: 48)
Onlar bu cezaya tam mânâsı ile müstehak olmuşlardı.
“Şüphesiz bunda ders vardır, amma çokları inanmazlar. Muhakkak ki Rabb’in Azîz’dir, Rahîm’dir.” (Şuarâ: 67-68)
Düşmanları kahretmesi “Azîz” oluşunun, dostlarına yardımcı olup zafer vermesi ise “Rahîm” oluşunun bir tecellîsidir.
Biz bu beyanları müminleri uyandırmak için yapıyoruz. Münafıklar bu ikazları dinleyecek değiller. Onların işi Allah iledir.
Bize Allah yeter!
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allah bana yeter! O’ndan başka ilâh yoktur, O’na tevekkül ederim. O, büyük Arş’ın sahibidir.’” (Tevbe: 129)
“De ki: ‘İstediğinizi yapın! Allah da, Resul’ü de, müminler de işlediğinizi görecektir. Daha sonra gizli ve açık olanı bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size yapmış olduklarınızı haber verecektir.’” (Tevbe: 105)
“(Münâfıklar) Allah adına en ağır yeminleri ile yemin ederek; eğer kendilerine emredersen mutlaka savaşa çıkacaklarını söylediler. De ki: “Yemin etmeyin! İtaatınız mâlumdur. Hiç şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
De ki: ‘Allah’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Ona itaat ederseniz, hidayete erer doğru yolu bulursunuz. Peygamber’e düşen sadece apaçık tebliğdir.’” (Nûr: 53-54)
“Onlar Allah’ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle.” (Nisâ: 63)
“Resulüm! Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr etmelerinden ötürüdür. Çünkü Allah, fâsıklar gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 80)