Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır.
“Ey insan!” (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm’dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ ona kendi lütf-u kereminin bir nişanesi olarak “Yâsin! = Ey insan!” buyurdu.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin: 4)
Âyet-i kerime’sinde; “En güzel bir biçimde yaratıldığı” belirtilen ve beşeriyete duyurulan insan odur.
“Asluhu nûr cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ benî âdem.”
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime’sindeki; “Mükerrem insan” hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir, en keremlisidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Allah-u Teâlâ onun hakkında bir Hadis-i kudsî’de:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyurdu. (K. Hafâ. c. 2, sh: 164)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Sebeb-i mevcudat, yani mevcudatın yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcudatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür, her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebeple Sebeb-i mevcudat olmuş oluyor.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenâtı donattı. Onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı. Onun Sebeb-i mevcudat oluşu bu noktadandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzımdır, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Bu noktada gizli bir sır söyleyeyim:
Fakir: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah” dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.” diyorum.
“O Hakk’ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Allah-u Teâlâ nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı. O nur mükevvenâtın mayası oluyor. Yani mükevvenâtın aslı, Allah-u Teâlâ’nın nurudur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur: 35)
Bu Âyet-i kerime’nin en gizli sırrı, tarif ettiğim bu sözün içinde gizlidir.
“Nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.”
Halbuki nur da O’nun, yaratan da O, hep O... Hep Allah!..
Kendi nurundan yarattığı için, kendi nurundan mükevvenâtı donattığı için hiçbir katkı yok. Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.
Eğer bu noktayı kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünüzle görmeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nurundan “Nur”unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış. Yani bu mükevvenâtın malzemesi nurdur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan almıştır. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o “Nur”dan da mükevvenâtı donattığı için, o noktada “Rahmeten lil-âlemîn” olmuş, âlemlere hayat veren kaynak olmuş, aynı zamanda “Sebeb-i mevcudat” olmuştur.
O “Rahmeten lil-âlemin” olduğu için, âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Nereye baksan hep o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden gelir.
O ki, Allah-u Teâlâ’nın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir, o bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatın köprüsüdür.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar devam edecek, insanlar o nurla hidayete ereceklerdir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkatın en şereflisidir.
Allah-u Teâlâ onu dost edindi, adını adı ile andı, ona imanı Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine âittir. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
O hem peygamberler silsilesini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdır. Güneşin doğmasından önce insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nuru, gurur ve sürûrudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın habibi, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbaı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklerinin vasıtası, Livâ-i izzet’in sahibi, ezel sırlarının müşahidi, Kelâm-ı kadim’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir.” (Tevbe: 128)
Yaratan ona “Azîz” buyuruyor. O öyle bir “Azîz”dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir nurdur ki, nurları o nurdan yarattı.
O öyle bir ruhtur ki, ruhları o ruhtan yarattı.
O öyle bir kandil ki;
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Âyet-i kerime’si ile bütün âlemleri nurlandıran bir kandil olarak vasıflandırılıyor.
İşte nurundan nurunu yarattığı için:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif’in tecelliyâtı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mahsustur. Allah-u Teâlâ kendi suretini aynada aksettirdi. Aslı nur olduğu için nur nura aksetti.
“Âyinedir bu âlem her şey Hakk ile kâim,
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”
Allah-u Teâlâ o aynada aksetmiş, Yaratmak başka, aksetmek başka.
O öyle bir ahlâk sahibidir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ona;
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” buyurdu. (Kalem: 4)
O öyle bir rehberdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Doğru bir yol üzerindesin. Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği (Kur’an yolu üzerindesin).” (Yâsin: 4-5)
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile Nur-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’deki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
“Nur üstüne nurdur.” (Nûr: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’nın hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm, hayât-ı saâdetlerinde o nuru taşıdı, o nur ile iş gördü.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime’sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
Onlar o Nur’un vârisi oldukları için, o nur onlara o Nur’dan geliyor. Binaenaleyh onlarda bulunan nur, o Nur’dur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi Zât’ına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.