Dinî ve millî değerlerin her zaman el üstünde tutulması gereken en önemli değerler olduğunun şüphesi yoktur. Hâl böyleyken, tasavvuf ehlinin en meşhur sîmâlarından olan Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî Hazretleri (1207-1273), bu gerçekle aslâ bağdaşmayacak bir sûrette; kimi zaman gelir getiren bir "marka"(!), kimi zaman da gayr-i müslimlere "pazarlanan"(!) bir "metâ'" olarak teşhir edilmektedir.
Hâlbuki mîrâsını üstlendiğimiz Osmanlı, Mevlânâ'yı "marka" görecek kadar edepsiz, onunla ilgili değerleri "pazarlayacak" kadar nasipsiz değildi!..
İlk Osmanlı târihçilerinden Oruç Beg "Tevârîh-i Nesl-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinde, Mevlânâ Hazretleri'nin Belh şehrinden gelip de Konya'ya nasıl yerleştiğine işâret ederek; "Cengîz Hân Belh şehrini harâb itdükde; Cengîz Hân gelmezden yidi yıl öñdin, Belh şehrinüñ içinde kim, Hurzem Şâh zamânında, Sultânü'l-'ârifîn Hazret-i Mevlânâ Celâlü'd-dîn doğmış idi. Mevlânâ Celâlü'd-dîn'üñ atası Sultânü'l-'ârifîn Bahâ'ü'd-dîn kim, Hârzem Şâh'uñ kızından olmışdı; ânuñ atası Belh şehrinüñ hatîbi 'Mevlânâ Hüseyn Hatîb' idi ve hem Ebû Bekr Sıddîk -radıya'llâhu 'anh- neslinden idi. Cengîz Hân gelmezden altı ay öñdîn Sultânü'l- 'ârifîn'i babası Bahâ'ü'd-dîn alub, altı ay mikdârı vatan terk idüb Belh şehrinden Bağdâd'a gelmişdi; henüz Mevlânâ mezbûr Bağdâd'da iken, Cengîz Hân gelüb Belh şehrini ve vilâyetini harâb itdükden soñra, Bağdâd tarafından Hicâz'a gidüb, Hicâz'dan gelüb Konya'da vatan tutmış idi, kudret ol yirde mekân göstermiş idi." demektedir.(1)
Bütün târihî kaynaklar onun hakkında aynı bilgiyi verirken, onun "Moğol ajanı"(!) olduğunu iddiâ eden kendini bilmezlerin, önce; "Mevlânâ Hazretleri yedi yaşında iken nasıl olmuş da Moğol'lara ajanlık etmiştir?" sorusunu cevaplandırmaları gerekir. Şâyet bu iddialarını ispatlayacak tek bir târihî kaynak dahî gösteremezlerse, bilin ki bu düpedüz "iftirâ"dan başka bir şey değildir!..
Osmanlı hânedânının Mevlânâ Hazretleri'ne ilgi ve muhabbeti, Osman Gâzî'nin babası Ertuğrul Gâzî zamânından başlar.
Münnecimbaşı Ahmed Dede'nin "Sahâifü'l-Ahbâr"ında rivâyet ettiği üzere;
"Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî Hazretleri'nüñ ba'zı menâkıblarında hikâye" edildiğine göre, Osmân Gâzî'nin babası "Ertuğrul Gâzî ânı varub ziyâret ider" ve Konya'ya, Selçuklu Sultânı'na her gidişinde hayır duâsını talep ederdi.(2) Hattâ "bir def'a" küçük oğlu "'Osmân Gâzî'yi dahî" berâberinde "Şeyh'e götürüb du'âların recâ buyurdılar."(3) Selçuklu'nun sınır noktasında bir uç beyi olan Ertuğrul Gâzî, oğlu Osman'ı ziyârete götürdüğü "esnâda, Selçûk'da pâdişâh"lık makâmında "bulunan kimsenüñ" Mevlânâ Hazretleri'ne değil de, "Kalenderî" meşreb başka bir "şahs"a "iltifât ve i'tikâd itdüği Mevlânâ Hazretleri'nüñ"kulağına gitmiş "olmağla"; Hazret-i Mevlânâ zamânın sultânına nisbet edercesine, Ertuğrul Bey'in oğlu küçük Osman'ı dikkatle süzüp; "'Hoş imdi pâdişâh kendüye peder (baba) buldı ise, biz dahî kendümüze bir ferzend (oğul) bulduk!' deyüb, 'Osmân Gâzî'nüñ elinden yapışdı" ve ona "hayr" duâlar edip, ileride büyük bir devlet kuracağını müjdeleyerek; 'Mâdâm ki bunuñ i'kâbı (nesli) benüm i'kâbıma (neslime) mu'tekid olalar, devletleri dâ'im olur!" buyurdu.(4)
Mevlânâ Hazretleri bu sözleriyle Selçuklu Sultânı'nın ölümünden sonra, Osman'ın neslinden büyük bir hânedânın geleceğini müjdeliyor ve onun kuracağı devletin asırlar boyunca ayakta kalacağına işâret ediyordu.
Osmanlı devlet ve hânedânının zuhûruna işâret eden Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî Hazretleri'nin mânevî şahsiyeti, kuruluş yıllarından yıkılış devrine kadar Osmanlı pâdişahlarının dâimâ dikkatini çekmiş, Konya'daki âsitâne ve türbesi bilhâssa sefere çıkan pâdişahların uğrak yeri hâline gelmiş; burada Kur'ân okumak, zikir halkası kurmak ve düzenlenen semâ' törenlerine katılmak, Osmanlı hükümdarlarınca zamanla âdetâ bir "töre" addedilmişti.
Bostan-zâde Yahyâ Efendi'nin "Târîh-i Sâf" adlı eserinde belirttiğine göre; Murâd Hüdâvendigâr Hân'ın "Monla Hünkâr" lâkabıyla anılan Mevlânâ "Celâlü'd-dîn-i Rûmî'ye" sevgi ve hürmetleri o kadar büyüktü ki, Hazret'e "kemâl-i muhabbetlerinden, kisvet (elbise)lerinüñ ağzına ve bâşına altun dikdirüb tâc idinmişler" ve "üstine sarık sarmışlar"dı.(5) Gâzî Hüdâvendigâr'ın Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretleri'nin elbisesinden diktirdiği bu değerli sarık, "Burûsa'da, mezârlarında hâlâ bâkî" idi.(6) Murâd Hüdâvendigâr'dan sonraki Osmanlı pâdişahları "bu üsküfi ba'zı seferlerde ve encümenlerde (önemli meclislerde) 'Tâc-ı Sultânî' iderler"di.(7) Tâ ki Allah-u Teâlâ onun bu hâtırâsı hürmetine Osmanlı ordusuna zafer ihsân etsin, onun himmet ve tasarrufuyla çözemedikleri işlerde onlara yol göstersin!..
Yavuz Sultân Selîm Hân Safevî hükümdârı Şah İsmail'in hakkından gelmek ve İran'daki fitne-fesâdı bertaraf etmek için ordusuyla adım adım ilerlerken, Konya şehrine geldiklerinde "Otâk-ı hümâyûn"un(8)büyük velî, "sâhibü'l-Mesnevî Mevlânâ Celâlü'd-dîn Rûmî -kuddise sırruhu'l-'azîz Hazretleri'nüñ mezâr-ı" şerîf'lerinin "olduğı sahrâda" kurulmasını istemişti.(9)
Celâl-zâde Mustafa Çelebi "Tabâkatü'l-Memâlik ve Derecâtü'l-Mesâlik" adlı eserinde Kânûnî Sultân Süleymân Hân'ın Irakeyn Seferi'nde (m. 1533) yol güzergâhındaki "Mevlânâ Celâlü'd-dîn Rûmî'nüñ -kuddise sırruhu'l-'azîz- mezâr-ı şerîf'lerini ziyâret idüb, tasadduk"ta bulunarak, dergâhtaki "fukarâ ve dervîşlerüñ" ihtiyaçlarını giderdiğini söyler.(10) Müellifin ifâdesine göre ordu Tebriz'e yönelmeden önce, pâdişâhın ve paşaların arzusuyla "Hazret-i Mevlânâ Celâlü'd-dîn-i Rûmî'nüñ -kuddise sırruh-" mübârek "türbe"lerine bir kez daha "varub", türbe-i şerîf'i "ziyâret eyleyüb", içinde önce "Kur'ân-ı kadîm"den sûreler "kırâ'at" edilmiş; ardından "Mesnevî okınub" dinlenmiş, "zikru'llâh" için halkalar ve "meclis"ler dizilmiş, Osmanlı paşaları ve erleri "Tevhîd" zikrinin ve Kâinâtın Efendisi'ne getirilen "salâvât"-ı şerîfe'lerin gür "sadâ"sını "'arş yirine irişdürüb", türbede "şevk-u zevk ile semâ'"lar ederek ziyâreti sona erdirmişti.(11)
Kânunî Sultân Süleymân Hân ziyâretin ardından Mevlânâ Hazretleri'nin "rûh-ı fütûh-bahşlarından (fetihler bahşedici rûhundan) istimdâd idüb, teveccüh-i 'âlîlerini" dilemiş ve fethin müyesser olması için rûhâniyetinden destek istemişti.(12)
Âlî'nin "Nusret-nâme"sinde nakledildiğine göre; Kıbrıs fâtihi Lâla Mustafa Paşa da Şirvan seferine çıkarken hem Mevlânâ Hazretleri'nin türbesini ziyâret etmiş, hem de Mevlevî dervişlerinin semâ'larına iştirâk etmişti.(13)
Üçüncü Murad dönemi devlet adamı ve serdârlarından Çerkez Yûsuf Paşa ise askerleriyle Bağdat üzerine yürürken, Konya'ya vardıklarında Mevlânâ Hazretleri'nin dergâhındaki mânevî iklim kendilerine "te'sîr idüb, Mevlevîler'le semâ'a girdi"kten sonra, Mevlânâ Hazretleri'nin türbesini büyük bir hürmetle ziyâret etmişler;(14) daha sonra Konya "hisârında" bulunan bâzı Selçuklu sultanlarının "türbet-i şerîf'leri"ne de "ziyâret olub",(15) her iki türbede de medfûn olanların "rûh-i pâklarına Fâtiha okıyub, türbedârlarına kemâl-i ihsân idüb" yollarına devâm etmişlerdi.(16)
Osmanlı Devleti'nin yıkılış döneminde bile Osmanlı pâdişâhlarının Mevlânâ Hazretleri'ne duydukları ilgi ve sevgi hâlâ devâm etmekteydi. Nitekim Sultan Abdülmecid'in, Sultan İkinci Abdülhamid'in ve Sultan Mehmed Reşâd Hân'ın Yenikapı Mevlevihânesi'ne gittiği ve burada düzenlenen semâ törenlerini yakından tâkip ettiği rivâyet edilir.(17) Bilhâssa Sultan Mehmed Reşâd, asrın Mevlevî asitânesi şeyhi Osmân Selâhaddîn Dede'ye büyük bir hürmet göstermiş, harap hâle gelen Yenikapı Mevlevîhânesi'ni yeniden tâmir ettirmişti. Hattâ 1911 (H. 1329) yılı Haziran ayında çıktığı Rumeli seyahatinde, huzûrunda gerçekleştirilen Mevlevî mukâbelesinden çok etkilenmiş ve kendisine mukâbeleyi nasıl bulduğu sorulduğunda: "Şeyh Osmân Efendi'nin mukâbelesi gibi ruhâniyyetli ve neş'eli oldu!" cevâbını vermişti.(18)
Osmanlı pâdişahlarının ve devlet adamlarının Mevlânâ Hazretleri'ne ve onun bıraktığı mânevî değerlere sevgi ve saygısı böyleydi. Onların gözünde "Mevlânâ" ve "semâ" gibi mânevî unsurlar, para kazandıran bir "marka"(!) ve küffârın önünde ulu-orta sahnelenecek, kolaylıkla serrişte edilecek bir "metâ" değildi!..
(1) Oruç bin 'Âdil el-Edrenevî, "Orûç Beg Târîhi / Tevârîh-i Nesl-i Âl-i 'Osmân", s. 11-12.
(2) Müneccimbaşı Ahmed Dede, "Sahâ'ifü'l-Ahbâr fî Vekâyi'ü'l-Âsâr", c. 3, s. 266. bas.: Matba'a-i 'Âmire, 1285.
(5-7) Bostân-zâde Yahyâ Efendi, "Târîh-i Sâf", s. 17; Hoca Sa'deddîn Efendi, "Tâcü't-Tevârîh", c. 1, s. 41. bas.: Matba'a'-i Âmire, H. 1279.
(8-9) Celâl-zâde Mustafâ Çelebî, "Me'âsır-ı Selîm-Hânî", British Museum, Add. nr.: 7848, vr. 130b-131a.
(10) Celâl-zâde Mustafâ Çelebî, "Tabâkatü'l-Memâlik ve Derecâtü'l-Mesâlik", Berlin - Bayerischen Staatsbibliothek, Ms. Or. Quart. nr.: 1961, vr. 244b.
(11-12) Celâl-zâde Mustafâ Çelebî, vr. 249b-250a.
(13) Gelibolu'lu Mustafâ 'Âlî, "Nusret-nâme", TSMK, Hazine, nr.: 1365, vr. 35b-36b.
(14-16) Sehâbî, "Sefer-nâme", Paris - Bibliotheque Nationale, Ancien F. Turc. nr.: 127, vr. 7b-8a.
(17) Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, "Saray ve Ötesi", s. 627-628, haz.: N. Özmel Akın, bas.: İstanbul, 2003.
(18) Mehmed Ziyâ, "Yenikapı Mevlevî-hânesi", s. 191, bas.: İstanbul, 1911 (H. 1329).
Sultan İkinci Abdülhamîd Hân, pâdişahlığı döneminde Amerika'da para karşılığı "Mevlevî semâ'ı" ve "Dervîş âyini" icrâ ettiğini söyleyerek, mânevî değerleri eğlenceye çeviren "derviş" kılıklı soytarıların iplerini çekmiş; "dinî" ve "millî" hassâsiyeti tahrik eden çirkin fiillerine derhâl son vermelerini istemişti!..
3 Eylül 1892 târihinde hazırlanan ve dönemin büyükelçisi tarafından Abdülhamîd Hân'a sunulan resmî rapora göre; kendisini "Molla" adıyla tanıtan Sûriyeli bir hıristiyan, "Çerkes Hacı Mustafa" ve "Kasımpaşa'lı Ali Hasan" adlı iki kişiyle ortaklaşa karar alıp, Amerikan halkına "derviş âyinleri" sergiletmek maksadıyla birkaçı derviş(!) ve ekserîsi ayak takımından otuz kadar kişiyle anlaşmış ve bunları büyük ücretler vaadedip New York'a götürmüşlerdi. Ancak işin elebaşıları, Amerika'ya gidince kendi aralarında para yüzünden kavgaya tutuşmuşlar; sözde dervişler de "Molla" lâkaplı hıristiyandan para istemişler, o ise onlardan "Bir de zikir gösterisi(!) yapmalarını" istemiş, bunun üzerine iki defâ "icrâ-yı âyîn" ederek paralarını alacaklarını zannetmişler, ancak "Molla" bunlara yine paralarını vermemişti. Bu derviş kılıklı soytarılar, çâreyi New York'ta bulunan Osmanlı Konsolosluğu'na mürâca'at etmekte aramışlar ve yapılan tahkîkât netîcesinde "Molla" lâkaplı hıristiyanı müslüman bir ana-babadan doğan, ancak daha sonra "Amerikan teba'aiyyetine" geçip hıristiyanlığı kabul ederek, misyonerlerin hizmetine girmiş olan "Ferhat İzzet" adlı bir "bedbaht"ın öğütlediği ortaya çıkmıştı. Bu "bedbaht" hem Amerikalılara yaltaklanıp, "Osmanlı memleketinde hamiyyetkâr olanların tehlikede olduğunu" söyleyerek onlardan menfaat umuyor; hem de müslümanlara "Amerika'da âdâb-ı İslâmiyye'ye saygı gösterilmediğini"söyleyerek, kendi "saygısız"lığını örtbas etmeye çalışıyordu!..(1)
Amerika'dan sonra Paris, Londra, Viyana ve Berlin'de de aynı gösteriyi yapma hazırlığında olan derviş kılıklı soytarılar, icraatları su yüzüne çıkınca bu defâ Abdülhamîd Hân'a telgraflar çekerek, geri dönebilmek için kendisinden para sızdırmaya çalıştılar.(2)
Sultan Abdülhamîd Hân'ın emriyle meseleyi yakından tâkip etmeye devâm eden büyükelçi, pâdişâh adına Amerikan yönetimine bir ihtar göndererek; "kendilerine 'İslâm dervîşi' nâmını veren ba'zı şahıslar"ın "New York beldesinde, seyirciler huzûrunda ba'zı âyînler icrâ' etmekte" olduklarını, "bu gibi âyînlerin müslümân olmayan New York halkı huzûrunda icrâ'asına" İslâm dîninin aslâ "müsa'âde" etmeyeceğini; dolayısıyla "New York halkına küçük bir menfâ'ati dahî dokunmayacak ve müslümânları tahkîr kabul edilebilecek bu tür fa'âliyetlerin yasaklanması içün, New York'taki mahallî idârecilere ihtâr lâzım geldiğini"açıkça haber verdi.(3)
Ancak Amerikan yönetimi çeşitli bahâneler uydurarak, verilen bu "ihtâr"ı görmezden gelmeye cür'et etti!.. Bunun üzerine New York büyükelçisi Sultan İkinci Abdülhamîd Hân adına, Amerikan idârî makamlarına öncekinden daha sert ifâdeler taşıyan şu "nota"yı gönderdi:
"Ba'zı şahıslar son zamânlarda New York beldesine gelmişler, bunlar iki def'a Amerika'lı seyirciler huzûrunda 'Dervîşlerin âyîni' diyerek ba'zı şeyler izlettirmişlerdir. Seyirciler ise bu âsârı hürmetle izlemişlerdir. Osmanlı memleketinde kendisine 'şâkir', yâhud hıristiyân 'unvânlarından birinin adını verenler tarafından, hıristiyân âdâb ve âdetleri teşhîr edilse ve müslümânlar ona saygısız davransa, acabâ Amerikan konsolosu ne mu'âmelede bulunacaktı?!.."(4)
Üstü kapalı, gizli bir tehdit içeren bu "nota" ilgili makamlara ulaştığı an, Molla ve adamları derhâl Osmanlı makamlarına teslim edildi!..
Sözün özü;
Mevlânâ Hazretleri'ne ve dinî bir unsur olan "semâ"ya marka(!) gözüyle bakan, mânevî değerlerini haraç-mezat satılığa çıkaran mâneviyat fukarâları; "Türk kültürünü tanıtıyoruz!" diyerek, yerli-yersiz her yere "semâzen" silüeti koymakla ne kadar büyük bir hizmet(!) yaptıklarını zannetseler de; bu târihî vesîkalardan açıkça anlaşılacağı üzere, bunun ne "millî kültüre hizmet"(!)le, ne "mânevî edebe riâyet"le hiçbir ilgisi yoktur. Zerre kadar iz'an sâhibi olan, İkinci Abdülhamîd Hân devrinde bu işleri misyonerlerin başlatmasına bakarak, bunun "İslâm'ı tahkir"den başka bir anlama gelmediğini kolaylıkla bulur!
Mevlânâ'ya hizmet ettiğini söyleyerek, onu kabullendirmek için küffârın kapısını aşındıranlar çok iyi bilsinler ki; Mevlânâ Hazretleri'nin küffârın herhangi bir yılı "kendi yılı" ilân etmelerine ihtiyâcı yoktur!..
(1-4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.-mtv. nr.: 66/61.