Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal'i, kendisine verdiği umumi bir yetki ile Anadolu'ya göndermiş, topyekün Kurtuluş Harbi'nin başlatılması için halkın toparlanmasına önayak olmasını istemişti.
Bu arada Anadolu'da yürütülen çalışmalar, kongreler birbirini takip etmiş, halkın Kurtuluş Savaşı'nı başlatması kararı alınmıştı. Amasya Tamimi'nde ordunun dağıtılmaması, silahların bırakılmaması gibi önemli maddeler vardı. Bu Mondros Mütarekesi'ni kabul etmemek demekti. Erzurum da ise, müslümanların kardeş olduğu, vatanın mütareke öncesi sınırlarında bulunması gerektiği, milli direnme ve savunma kararı alındığı Osmanlı yurdunun bütünlüğünün milli bağımsızlığının kabul edildiği bir kongredir. Sivas Kongresi'nde ise Osmanlı topraklarının bir bütün olduğu kabul edilmiş, işgal kuvetlerine karşı birleşik savunma kararı alınmış. Milli cemiyetlerin Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti altında birleşmesi ve bütün müslümanların bu derneğin üyesi olduğuna karar verilmişti. Bu kongrede temsil heyeti seçilmiş, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde milli meclis açılması kabul edilmişti.
Böylece Ankara merkezli yeni meclis 12 Ocak 1920'de toplanmış, Misak-ı Milli kabul edilmişti.
"Vatanın istiklali, hilafet makamı ve saltanatın kurtuluşu." gibi önemli vazifeleri ifa edeceği için T.B.M.M. Cuma günü Hacı Bayram Camii'nde kılınacak namazdan sonra duâlarla açılacak, kurbanlar kesilecekti.
Ankara'da açılan bu Meclis'in II. Başkanı olan Celalettin Arif Bey "Bu yeni meclis değildir, Osmanlı Meclisi'nin devamıdır. İstanbul işgal altında olduğu için toplantı zorunlu olarak Ankara'da yapılmıştır." diyordu. Birinci meclis, vatanın kurtulması konusunda ittifak eden değişik düşünce ve görüşten temsilcileri bünyesinde topluyor ve bu meclis padişaha bağlı olduğunu ifade ediyordu:
"Padişahımız kalbimiz, hissi sadakat ve ubudiyetle dolu tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. İctimanın ilk sözü halife ve padişaha sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözününde yine bundan ibaret olacağını Südde-i seniyelerine en büyük tazim ve huşu ile arz eder."
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıyordu. Daha sonra İstanbul bu meclisi kabul etmeyecek, Ankara hükümeti 29 Nisan'da Hıyanet-i vatani'ye kanunu çıkaracaktı. Bu arada birçok yerde ayaklanmalar oluyor, bunlar kanlı bastırılıyordu.
İtilaf devletleri ise Sevr antlaşmasını 14 Nisan 1920'de imzalamış, Osmanlı Devleti tamamen yok farzedilmişti. Bütün bölgeler İtalyan, İngiliz, Fransız, Yunan, Ermeni nüfuzu altına girecek, istedikleri yeri istedikleri zaman işgal edebileceklerdi.
Bu arada düzenli ordu kurulmuş, doğuda, batıda yeni cepheler açılmış, Kurtuluş Savaşı başlamıştı. Kâzım Karabekir önce Ermenilerden doğudaki bazı illeri geri aldı.
Rusya ile Gümrü antlaşması yapıldı. (Eylül 1920) Oltu, Sarıkamış, Kars Türkiye'nin oldu. İnönü muharebeleri yapılıyor, yeni hükümet Londra'ya gidiyordu. Londra Konferansı bir anlamda yeni hükümetin tanınması demekti. Moskova antlaşması ile Rus sınırı belirlendi. (Mart 1921)
Yunanlılar tekrar Eskişehir, Kütahya, Afyon'a kadar geldiler, Türk ordusu geri çekiliyordu. Temmuz'da ordu Sakarya'nın girişine çekildi. Meclis ise "tekalif-i milliye" yayınlamıştı. Her aile silah, cephane, çamaşır, çorap, çarık ne varsa verecek, taşıt ve binek hayvanlarının %20'sini teslim edecekti. 23 Ağustos 1921'de Türk ve Yunan ordusu karşılaştı. Sakarya Meydan Muharebesi'ni Türk ordusu kazandı. Fevzi Çakmak Paşa birçok yararlılıklar göstermişti. Bu zafer Türkiye için bir dönüm noktası olmuş, Fransızlarla Ankara itilafnamesi yapılmış, İngilizler de anlaşmak zorunda kalmışlardı. Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ile Kars Antlaşması yapılmıştı.
Anadolu'nun birçok bölgesinin Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunanistan tarafından işgal edilmesi üzerine millet kurtuluşu kendini savunmada görmüş, değişik yörelerde milli kuvvetler teşekkül ettirerek mücadeleye başlamıştır. Milli kuvvetler yaptıkları savunmalarda düşman kuvvetlerine büyük darbeler indirmiş, takdire şâyân hizmetlerde bulunmuşlardır.
Meclis Mustafa Kemal'i tam yetki ile başkomutan tayin etmişti. 1922'de Büyük Taarruz yapılmış, Yunanlılar İzmir'den denize dökülmüş, askeri açıdan İstiklâl Harbi zaferle neticelendirilmişti. Mudanya Mütarekesi'nden sonra Lozan Barış Antlaşması imzalanmış (24 Temmuz 1923) ve Türkiye'nin sınırları belirlenmişti. Osmanlı dış borçlarının % 70'i yeni kurulan Türkiye Devleti'ne kalmıştır.
Osmanlı Devleti'nin yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti kabul ediliyordu.
Yunanlıların işgal ettiği yerde yaptıkları tahribatlara rağmen savaş tazminatı alınamamıştır. Bu gelişmedeki gizlilik hâlâ sürmektedir.
Lozan'da, İngiliz delegesi Lord Gürzan Yahudi idi. Yahudi olan Haim Naum'un telkin ve ısrarıyle Halifeliğin kaldırılması için çok çalışmış ve başarmıştır. Hahambaşı Naum, Gürzan'a:
"Siz Türkiye'nin mülki tamamiyetini kabul edin, ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini onlara ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ederim." diye teklif etmişti. Gürzan ise;
"Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmî temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa bizimle hulûs birliği etmiş olur. Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini de kazanır. Biz de kendisine dilediğini veririz." Ve Lozan Antlaşması'nın imzasından sonra da:
"İşte asıl bundan sonradır ki Türkler bir daha eski safvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz..." demişlerdi.
Olanlar bundan sonra birbiri ardınca olmuş, tahribat günümüze kadar açılarak gelmiş, yaralar bir türlü kapanmamıştır.
Batıya yakınlaşmanın başladığı müteakip olaylarla ortaya konulmuştur. Sonra bugüne gelinen tarihi seyir başlamıştır.
•
Müslümanların önce gerileyip sonra dünya liderliğinden uzaklaşmaları ve en sonunda da dünyadaki konumlarını kaybetmeleri alelâde bir hâdise değildir. Çöken, yıkılan devlet veya kralların durumuna hiç benzemez.
Osmanlı'nın çöküşü, sadece ülke ve devletlerini kaybeden Araplara, Türklere ve diğer azınlıklara değil, bütün dünyanın beşerî, ahlâkî, sosyal ve dinî felaketine sebep olan bir hâdisedir.
Osmanlı Cihan Devleti, müslüman Türkler'in kurdukları en büyük İslâm Devleti'dir. Tarihçiler; Osmanlı Devleti'nin Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm'ı tebliğ ve tatbik bakımından en büyük İslâm Devleti olduğuna kânidirler. Buna rağmen Kanunî'den sonra başlayan duraklama, gerileme ve çözülme 1800'lere kadar sürmüştür. Bundan sonra Osmanlı Batı'nın etkisine girmiş tecrübesiz, dirayetsiz, liyâkatsiz paşa ve yöneticiler Osmanlı'yı bitirmiştir. Yerine, laik bir cumhuriyet olan Türkiye Devleti kurulmuştur.
İslâm'ın bayraktarlığını, mihmandarlığını yapan Türkler, İslâm'dan uzaklaşmaya, İslâm'ı hafife almaya hatta İslâm'ı kaldırmaya başlamışlardı.
Osmanlı padişahlarının her birinde iman vardı. Allah ve Resulü'nün sevgisi vardı. İslâmiyeti yaşıyorlardı. Onlarda Allah aşkı mevcuttu. İçlerinde veli olan padişahlar bile vardı. Osmanlı Cihan Devleti, İslâm'a bağlı kaldığı ve İslâm'ı yaşadığı müddetçe hep muzaffer ve muvaffak oldu.
Bütün küffar, Osmanlılar'ın akınını durdurmak için çalıştılarsa da durduramadılar. Fakat bu akınları yine kendileri durdurttu. Çünkü onlar önceleri ilâhî lütufla yürüyorlardı. Fakat Kanunî zamanında kanunlar çıktı, kanunlara değer verilmeye başlandı. Ahkâma verilen değersizlik nispetinde değersizliğe düştüler. Bu düşüş devam ede ede, Osmanlı'yı son duruma kadar getirdi.
Son dönemdeki padişahların sadrazam ve vezirleri ya Batı hayranı, ya satılmış, ya da kendi çıkarını devletin çıkarından üstün sayan bir anlayışa sahipti. Bu yüzden memleketin gidişatı hayra alâmet görünmüyordu. Batılılaşma hareketleri artık bir araç değil, amaç haline gelmişti.
Bu durum İslâm dünyası ve müslümanlar için o kadar kötü idi ki, müslümanlar çok yara aldılar, bir daha bir araya gelmemek üzere dağıldılar.
İslâm âlemi parçalanmış, başsız, lidersiz kalmıştı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de İslâm dünyası ile değil, Batı ile birleşme yolunu seçmişti.