Eskiden beri tekrarlayıp durduğumuz bir söz vardır: “Batı’lılar bu teknolojiyi bizden almışlar!” deriz; fakat onların “bizden” alıp da “kendilerine” mâlettikleri bu “keşif”lerin neler olduğunu kendimiz de bilmeyiz. Osmanlı Türkleri’nin yaptıkları çok büyük keşiflere bu yavuz “medeniyet hırsızları”nın daha dün ulaştığını bilmeyen uyur-gezerler, kendi geçmişlerinden tamâmen bihaber oldukları için kendi atalarını küçümser; hattâ onların “keşif”lerinin basit şeyler olduğunu zannedip bu gibi sözlerle alay bile ederler!..
Halbuki Avrupa’daki “mucit” kılıklı soytarılar daha yerde yürümeyi dahî bilmezken, Hezârfen Ahmed Çelebi tâ on yedinci yüzyılda keşfettiği ilk “plânör”le gökyüzünde kanat çırpıyor; Lâgarî Hasan Çelebi ise yine aynı asırda, Dördüncü Murâd’ın huzûrunda “fişeg-i kebîr”ini ihtişamla ateşleyip, keşfettiği ilk “insanlı füze” ile göğün doruklarında mesâfeler katediyordu. Dünyâya “medeniyet”i kendilerinin öğrettiğini iddiâ etmeye kalkışan yüzsüz kâfirler, daha düne kadar yıkanmayıp ortalıkta leş gibi dolaşırken, yıkanmak dinlerinde günah sayıldığı için pislik ve necâset deryâsında yüzerken; Osmanlı Tersâne başmîmarı İbrâhim Ağa, Timsah sûretindeki ilk “denizaltı”sıyla İstanbul Boğazı’nın derinliklerinde yüzüyordu!..
On yedinci asrın ortalarında, Sultan Dördüncü Murâd Hân döneminde yaşamış olan Hezârfen Ahmed Çelebi, 10. yüzyıl Türk bilginlerinden İsmâil Cevherî’nin kanat takıp uçma girişimini dikkatle incelemiş; kendisinden yedi asır önce bunu gerçekleştirmeye çalışırken gökten düşüp fecî şekilde can vermesinden çok etkilenmiş, onun yarım bıraktığı bu işi tamamlamaya azmetmişti!..
Bu hislerle yola çıkan Hezarfen Ahmed, zihninde tasarladığı büyük uçuşu gerçekleştirmeden önce, “Ok-meydânı minberi üzere, yıldız rûzgârı şiddetinde kartal kanatlarıyla sekiz-tokuz kerre” gökyüzünde kısa mesâfeli uçuşlar yaparak “ta‘lîm idüp”,(1) bugünkü ilim âlemince varlığında kuşku duyulmayan, havacılık târihinin basit yapıdaki ilk “plânör”ünü îcâd ederek, gökyüzünde uzun müddet kalabilmesini sağlayacak mekanizmayı tespit etmişti. Büyük uçuş için gerekli hazırlıklar tamam olunca, “Sultân Murâd Hân Sarây-burnı’nda, Sinân Paşa köşkinde temâşâ iderken, Galata kullesinüñ tâ zirve” noktasına çıkıp sür’atle kanat çırpmaya başlayan “Ahmed Çelebî, lodos rûzgârıyla uçup” İstanbul Boğazı’nın karşı tarafına geçmeyi başarmış;(2) “Üsküdâr’da, Doğâncılar meydânına düşdügi” açıkça sâbit olunca “Dünyânın ilk uçuş denemesini yapan Türk” vasfını almaya hak kazanmıştı.(3)
Hezarfen Ahmed Çelebi’nin bu büyük keşfinden çok etkilenen Dördüncü “Murâd Hân, bir kîse altûn ihsân idüp Hezârfen Ahmed Çelebî’yi” hakkıyla taltif etmiş;(4) ancak devletin ciddî buhranlar yaşadığı, fitnelerle ve kargaşalarla sarsıldığı bir dönemde bulunmaları nedeniyle, onun bu buluşunu müsbet yönde kullanabileceği gibi, fesadçıların tesiriyle menfî yönde de kullanabileceğini düşünerek, “Ahmed Çelebi hakkında Murâd Hân: ‘Bu âdemden pek havf idilür (korkulur)! Kim her ne murâd idinse elinden gelür!’ deyû Cezâyir’e” sürgüne göndermişti.(5) Pâdişâh’ın emriyle Cezâyir’e yerleşen Hezarfen, hayâtının sonuna kadar Cezâyir’de bulunmuş ve “ânda merhûm” olmuştur.(6)
Evliyâ Çelebi’nin “Seyâhat-nâme”sinde naklettiğine göre; 1042 (H. 1632) yılında Sultan Dördüncü “Murâd Hân’uñ ‘Kaya Sultân’ nâm bir” kız çocukları “vücûda geldükde,”(7) İslâm kâideleri gereğince kurban kesilip “‘akîka olduğı gice”, pâdişâhın emriyle Topkapı Sarayı’nın kıyı tarafında büyük bir şenlik düzenlenmiş;(8) şenlikte sanatında mâhir pek çok sanatkâr ve ilmini-irfânını icrâda ustalık sâhibi nice üstâdlar toplanıp mahâretlerini birer birer sergilemişlerdi.(9) Bu ilim ve sanat erbâbı arasında “Lâgarî” lâkaplı, “Hasan Çelebî” adında(10) öylesine akıllı ve yetenekli bir Türk kâşifi vardı ki; o gece büyük bir ihtişamla İstanbul halkına yeni “keşf”ini tanıtacak ve ismi târih sayfalarına altın harflerle yazılacaktı!..
Şenlikler başlayıp sâhil kenarına pâdişâh tahtı kurulduktan; Saray halkı toplanıp müslüman halka ihsanlar dağıtıldıktan sonra, “bu Lağarî Hasan elli vokıyye (okka) barûd ma‘cûndan yidi kollu bir fişeng îcâd idüp”,(11) bütün gözler kendisine çevrilmiş olduğu hâlde, yardımcılarıyla birlikte cihân pâdişâhın huzûruna geldi.(12) Târihin ilk “İnsanlı füze” denemesini görmek üzere toplanan İstanbul halkının şaşkın bakışları arasında; “Sarây-burnı’nda, hünkâr huzûrında, deryâ üzere fişege Lağarî binüp” önce Murâd Hân’ı selâmladı,(13) sonra da “‘Pâdişâh’um! Seni Hüdâ’ya ısmarladum, ‘Îsâ nebî ile kelimâta (söyleşmeye) giderüz!’ deyû” lâtîfeler ederek(14) son hazırlıklarını tamamladı. Herkes nefesini tutmuş vaziyette beklerken, verdiği işâretle birdenbire “şâkirdleri fişege âteş idüp”,(15) Lâgarî Hasan kopan büyük bir gürültünün ardından sür’atle göğe doğru yükselmeye başladı.(16) O âna kadar hiç kimsenin görüp işitmediği bu ihtişam dolu manzarayı seyreden Pâdişâh’ın ve halkın heyecânı artık doruk noktasına ulaşmıştı. Lâgarî Hasan Çelebi bulutlar arasında ilerlerken “dahî yanında olan fişenglere âteş idüb” hızına hız katıyor,(17) füzenin çıkardığı gözkamaştırcı parıltı baştan başa bütün “deryâyı” aydınlatıyordu.(18)Bu müthiş gösterinin ardından “bam kolında fişeg-i kebîrün (büyük fişeğin) barûdı kalmayup”, Lâgarî Hasan Îsâ Aleyhisselâm’a düzenlediği ziyâreti tamamlayarak “zemîne” doğru inerken,(19) herkes “Şimdi ne olacak?” dercesine telâşla birbirine bakındı; tam bu esnâda Hasan Çelebi birden “ellerinde olan kartal cenâhların açup”, gökyüzünden süzülerek aşağı doğru inmeye başladı.(20) Dünyânın ilk insanlı “füze”siyle göğe yükselen Lagarî Hasan Çelebi; şimdi de Hezarfen’in keşfettiği,(21) yine bir Türk îcâdı olan “paraşüt”le ağır ağır yeryüzüne iniyordu.(22) Nihâyet “Sinân Paşa kasrı öñinde deryâya düşüp”, boğaz sularında ıslanan dış elbiselerini üzerinden çıkararak,(23) “‘uryânen (çıplak vaziyette) pâdişâh huzûrında zemîni” öptükten sonra;(24) bu müthiş “keşf”i başarıyla tamamlamış olmanın verdiği keyif ve neşeyle; ‘Pâdişâh’um! Îsâ nebî Pâdişâh’uma selâm itdi!’ deyû” şakasını tekrarlayıp, bu hüneriyle pâdişahın ilgi ve sevgisini kazandı.(25)
Osmanlı’ya kin kusmayı, pervâsızca saldırıp durmayı mârifet sanan zamâne “aydın”larının (!) iddia ettiği gibi, Sultan Dördüncü Murad Han Lâgarî’nin “kellesini” kestirmedi; aksine ona “bir kîse altûn” ihsân etti.(26) Üstüne üstlük, pâdişahların ilim ve medeniyet düşmanı (!) olduklarını iddiâ eden sivri dilli soytarılara nisbet edercesine, “yitmiş akça ile” onu bir de “Sipâh” ocağına kaydettirdi!..(27)
Dördüncü Murâd Hân tarafından büyük bir ilgi ve rağbet gören Lagarî Hasan Çelebi, Pâdişâh’ın yanında bir müddet daha kaldıktan sonra; “Kırım’da, Selâmet Giray Hân’a gidüp ânda merhûm” oldu.(28) Bu büyük keşiften bizi haberdâr eden Evliyâ Çelebi, “Rahmetli yâr-ı ğâr-ı sâdıkımız idi.” diyerek,(29) Lagârî Hasan’ın kendisinin çok yakın bir dostu olduğunu haber vermiştir.
Seyyid Vehbî’nin “Sûr-nâme’-i Hümâyûn”unda zikrettiğine göre; Sultân Üçüncü Ahmed’in 1719 (H. 1132) yılında, şehzâdeleri için tertip ettirdiği sünnet şenliklerinin on dördüncü gününde(30) göze çarpan acâip ve “ğarâ’ib” işlerin en büyüğü;(31) “mi‘mâr-ı sâbık İbrâhîm Efendi’nüñ” muhteşem san’atını icrâ ederek, bizzat kendi eliyle inşâ ettiği “Timsâh sûreti idi.”(32) Mîmar-başı’nın icâd ettiği bu balığın “gâh”timsah “nakş”ına bire bir benzeyen dış görüntüsü ve “üç çifte bir perdeye mümâsil” uzunluktaki iri “cüsse”si;(33) “gâhî” organlarının ve kıvrımlarının gerçek bir timsahmış gibi hareket edip yürümesi onu seyredenleri hayrete sürüklüyor;(34) hattâ bu muhteşem esere baktıkça, İbrâhim Efendi’nin bu timsahı inşâ şekline “vâkıf” ve nasıl yaptığından haberdar “olanlar dahî: ‘‘Aceb fi’l-hakîka (hakîkaten) timsâh mıdur?’ deyû” şüpheye düşüyordu.(35)
Mîmar-başı İbrâhim Efendi’nin yaptığı bu timsah, aslında Avrupa’lıların bize yıllardır “kendi icatları” diye yutturmaya çalıştıkları, bizim de inanıp bugüne kadar öyle olduğunu zannettiğimiz; bütün ayrıntılarıyla tasarlanmış ilk Türk “denizaltı”sıydı!.. Dünyânın timsah sûretindeki bu ilk “denizaltı”sı kimi zaman “deryâ”nın derinliklerine dalıyor, kimi zaman denizin üzerinde “zuhûr” ediyordu;(36) kimi zaman ortaya çıkıyor, kimi zaman gözden kayboluyordu.(37) Bu şekilde “âheste âheste, Sâhil-sarâyı karâr-gâh”ında oturan cihân “Pâdişâh”ının huzûruna kadar geldi,(38) tam “nîm (yarım) sâ‘at mikdârı hareket”ine devâm ederek denizin altında uzun bir mesâfe katetti.(39) Denizaltı’nın bu şaşırtıcı hâli, hayret dolu bakışlarla kendisini seyreden halkın şaşkınlığına şaşkınlık katıp, onları daha büyük bir hayranlığa sevketti.
Denizin üzerinde yüzmeye devâm eden timsah, Sâhil Sarayı’nın önüne iyice yaklaşıp, Pâdişâh’ın huzûrunda tekrar “deryâya taldı ve balık batdı”,(40) ancak bu kez tamâmen gözden kaybolup uzun müddet ortaya çıkmadı.(41) İstanbul ahâlîsi olup-bitenlere bir türlü inanamamıştı, çünkü o devirde “bu mertebe san‘at halka” hakîkaten fazlaydı.(42) Gördükleri manzarayı nefes bile almadan seyre koyulmuşlar, “hayret” bile “idemeyüb” oldukları yerde kilitlenip kalmışlardı.(43) O devirde insanlık âleminin gözünde değil gerçeği, hayâli bile “müşkil” gözüken bu büyük keşfi ustalıkla gerçekleştirmesi, bu usta “mi‘mâr”ın “da‘vâsı”nın büyüklüğünü anlamak için yeterliydi!..(44)
Marmara Denizi’nin derin sularına dalan timsah tekrar suyun üstüne çıkınca, içinden çıkan “rakkas”lar önce ellerini çırparak raks etmeye başladılar;(45) sonra “deryâ”nın bir ayağında timsahla birlikte yeniden gözden kayboldular.(46) “Bu hâlet bir sâ‘at kadar müddete bâliğ (varır) oldukda”, âdetâ “nazar-gâh-ı Pâdîşâhî” hâline gelen denizaltı bütün ihtişâmıyla bir kez daha ortaya çıktı ve deniz yüzünde kıvrak hareketler yapmaya başladı.(47) Nihâyetinde bir gemi gibi “deryâ” kenarına demir attı ve “ağzından beş nefer şahs” çıkıp gösteriyi tamamladı.(48)
Meğer İbrâhim Efendi dış yüzünü “balık resminde” bezediği denizaltının “kâyık” biçimindeki zemînini katranla su geçirmez hâle getirmiş,(49) ortasında açtığı küçük pencereleri, su almasını önlemek için çadır “sûret”inde “ikâme” etmiş;(50) bu cezbedici gövdeye bağlı, gerektiğinde gövdenin suyun içine batıp-çıkmasını sağlayacak, ağırlık çekici birtakım âletler îcâd etmişti.(51) Bu denizaltını inşâ ederken “tedârükini”görmeyi de ihmâl etmeyip,(52) “deryâ” altına gövdeyi birdenbire dışarı fırlatacak araçlar “âmâde eyleyüb”,(53) bunları “vakt”i geldiğinde kullanılmaya hazır hâle getirmiş;(54) dış tarafına ise, su altında nefes almış “olmağiçün, biş-on kadar yilpâzeyi” anımsatan, “ucları sudan bâlâda (yukarıda)” aspiratöre benzer bir iç havalandırma sistemi eklemişti.(55) Mîmar-başı bu sistemin gövde üstünde çirkin durmaması gerektiğini düşünerek, sistemin dışa sarkan uçlarını da gövde üzerine konmuş kuşlar sûretinde îmâl etmişti.(56) Denizaltının bir tarafına da “içinde iş görmiş, gûyâ deryâda mutbah” vazîfesi görecek, yemekler “kaynadub pilâv ve zerde pişür”ecek bir bölüm ilâve etmişti.(57) Nitekim gösterinin sonunda, İbrâhim Efendi’nin yardımcıları timsahın ağzından birer birer çıkarken, suyun altında pişirdikleri bu “pilâv ve zerde”yi “tabla”lar içinde halka ikrâm edeceklerdi!..(58)
Bu bilgiler dikkatle incelendiğinde; ne Hezarfen’in îcâd ettiği “plânör”ün, ne Lâgarî Hasan’ın keşfettiği ilk “insanlı füze”nin, ne de Mîmar-başı İbrâhim Ağa’nın inşâ ettiği ilk “denizaltı”nın basit ve eğreti bir yapıya sâhip olmadığı görülür. Nitekim Hezarfen Ahmed Çelebi’nin taktığı kanatların, 3200 m.’lik bir mesafeyi aşabilen ilk “plânör” olduğunu kabul eden aerodinamik bilimciler;(59) Lâgarî Hasan Çelebi’nin “füze”sinin de 16 ilâ 20 saniye içinde, 250-350 m. mesâfeye kadar yükselebilen büyük bir keşif olduğunda(60) şüphe etmezler. Mîmar-başı İbrâhim Efendi’nin keşfettiği ilk “denizaltı”nın ise ne kadar ayrıntılı bir yapıya sâhip olduğunu “Sûr-nâme’-i Vehbî”de geçen yukarıdaki sözler açıkça ispat eder.
Evliyâ Çelebi’nin “Seyâhat-nâme”sinde ve Seyyid Hüseyin Vehbî’nin “Sûr-nâme”sinde yer alan bu bilgiler, bugün insanlık âlemini hayrete sürükleyen “keşif”lere kimin öncülük ettiğini; “medeniyet”i kimin kime, ne zaman öğrettiğini göstermek bakımından yeterlidir. Nitekim insanlı füze konusunda, bugüne kadar 1960’ta yapıldığı sanılan ilk (!) girişimin, Lâgarî’nin vefât ettiği Kırım yakınlarında gerçekleştirilmiş olması epeyce dikkat çekicidir. Hâl böyleyken, bunları kendine mâletmeye kalkışan düzenbaz kâfirler, hangi yüzle bunların hâlâ “kendi îcatları” olduğunu iddiâ etmektedir?!..
(1-6) Evliyâ Çelebi, “Seyâhat-nâme”, c. 1, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdat, nr.: 304, vr. 216b. (7-29) Evliyâ Çelebi, a.g.e., c. 1, vr. 216b. (30) Seyyid Hüseyin Vehbî, “Sûr-nâme’-i Hümâyûn”, Ali Emîrî, Tarih, nr.: 344, vr. 184a. (31-46) Seyyid Vehbî, a.g.e., vr. 186b. (47-58) Seyyid Vehbî, a.g.e., vr. 187a. (59) Yavuz Kansu - Sermet Şensöz - Yılmaz Öztuna, “Havacılık Târihinde Türkler”, s. 36-38, bas.: Ankara, 1971. (60) Yavuz Kansu - Sermet Şensöz - Yılmaz Öztuna, a.g.e., s. 40.