Allah-u Teâlâ güven içinde nerede kulluk yapılabilecekse müslümanların oraya göç etmelerini teşvik etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız oraya gidip) yalnız bana kulluk edin.” (Ankebût: 56)
Resulullah Aleyhisselâm İslâm’a dâvet vazifesine devam ettikçe ve müslümanların sayısı arttıkça, müşriklerin de kendi akıllarınca müslümanları cezalandırmaları artıyordu. Müşriklerin zulüm ve işkenceleri müslümanlar için tahammül edilemez bir hale, yapılan eziyetler had safhaya ulaşınca Resulullah Aleyhisselâm güçsüz ve himayesiz müslümanları bu baskılardan kurtarmak için gönderebileceği bir memleket düşünmeye başladı. Habeş kralının kimseye zulmetmediğini biliyordu.
Müslümanları topladı ve:
“Elinizden gelirse Habeşistan’a hicret ediniz! Oranın bir kralı vardır, himayesinde kimseye zulmetmez, orası doğru ve emin bir yerdir. Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış yolu açıncaya kadar orada kalın.” buyurdu.
Oralarda müslümanlığı yaymak da bahis mevzuu idi.
Müslümanlar o tarafın işaret edilmesine sevindiler. Çünkü hem yakın, hem de havası Mekke’nin havasını andırıyordu.
Nübüvvetin 5. yılında Recep ayında; on biri erkek dördü kadın olmak üzere on beş müslüman gizlice Mekke’den ayrılarak Kızıldeniz kıyısında Şuaybe limanında birleştiler. Bir gemi bularak ücret karşılığında Habeşistan’a geçtiler.
Kureyş müşrikleri muhacirleri yakalamak için peşlerine düşmüşlerse de yetişemediler. Sahile geldiklerinde gemi denize açılmış bulunuyordu.
İçlerinde Resulullah Aleyhisselâm’ın kızı Rukiye ile damadı Osman bin Afvan da vardı. Diğer muhacirler ise; Ebu Huzeyfe ve eşi Sehle, Zübeyr bin Avvam, Mus’ab bin Umeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Seleme ve eşi Ümmü Seleme, Osman bin Maz’un, Âmir bin Rebiâ ve eşi Leylâ, Ebu Sabre ve eşi Ümmü Külsûm, Süheyb bin Beydâ idi. -radiyallahu anhüm ecmaîn-
Habeşistan ötedenberi Kureyşliler’in ticaret için gidip geldikleri emniyetli bir yerdi. Onun için müslümanlar orada hiçbir yabancılık çekmediler. Daha sonraları Habeşistan hicreti hakkındaki intibalarını anlatırken: “Biz orada çok iyi bir himaye gördük. Dinimiz hakkında huzur ve emniyette idik. Allah’a ibadet ediyorduk ve kimse bizi rahatsız etmiyordu.” demişlerdir.
Bu hicret İslâm’da ilk hicrettir.
Onlar Habeşistan’da iken aynı yıl Ramazan ayında idi. Müşrikler bir toplantı yapıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm oraya gitti ve onlara Necm sûre-i şerif’ini okudu. Müşrikler Kelâmullah’ın öyle bir câzibesine kapılmışlardı ki, can kulağı ile dinlediler. Hatta Kur’an-ı kerim’in okunmasına engel olmak için her zaman yaptıkları gibi gürültü çıkarmayı bile unuttular.
Sûre-i şerif’in sonundaki secde Âyet-i kerime’si okununca Resulullah Aleyhisselâm secde etti. 19. ve 20. Âyet-i kerime’lerde müşriklerin Lât, Uzza ve Menât adlarındaki putlarının isimleri geçtiğinden dolayı onlar da putları için secde etmişlerdi. Bu hâdise Mekkeliler’in müslüman olduklarına dair bir şâyianın çıkmasına sebep oldu. Bu şâyianın duyulması üzerine müslümanlar üç ay kaldıkları Habeşistan’dan geri döndüler.
Mekke’ye yaklaştıklarında rastladıkları bazı kişilere Kureyşliler’in durumunu sordular. Onlar da Kureyşliler’in eski düşmanlıklarına devam ettiklerini söylediler.
İşittikleri haberin asılsız olduğunu öğrenince geldiklerine pişman oldular. Çünkü müşrikler zulüm ve işkencelerini daha da artırmışlardı. Bu sebepledir ki, Habeşistan’a tekrar hicret etmek arzusu doğdu.
•
Resulullah Aleyhisselâm konuştuğu zaman, şeytan onun sözüne birşeyler katmaya çalışır, fakat Allah-u Teâlâ onun katmaya çalıştıklarını boşa çıkarır.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Biz senden önce ne zaman bir resul ve nebi göndermişsek, bir şeyi arzuladığında şeytan mutlaka onun arzusuna vesvese karıştırmak istemiştir. Ne var ki Allah, şeytanın attığını iptal eder. Sonra kendi âyetlerini muhkem kılar, sağlamlaştırır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hacc: 52)
İmanında sebat edeni iman etmeyenden ayırmak için böyle yapar.
“Böylece Allah şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zâlimler, gerçekten derin bir ayrılık içindedirler.” (Hacc: 53)
Aşırı bir düşmanlığın ve tam bir muhalefetin adamları olmuşlardır. Gerçekleri değiştirmek, insanları Allah yolundan çevirmek için çalışırlar.
Resulullah Aleyhisselâm bir gün Safâ’da bulunduğu bir sırada, oradan geçmekte olan Ebu Cehil hiçbir sebep yokken ona çirkin sözlerle, dinini ayıplamak ve dâvâsını hor görmek suretiyle hakaretler etti. O ise kendisine karşılık vermedi. Sonra Ebu Cehil Resulullah Aleyhisselâm’ı bırakıp Kâbe-i muazzama’nın yanındaki Kureyşliler’in toplantı yerine gitti ve orada bulunan müşriklerle oturmaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın amcası olan Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- Kureyş’in en babayiğit delikanlısıydı. Devamlı ava çıkar ve çok iyi ok atardı. Avdan döndüğünde de evine gitmeden önce Kâbe’yi tavaf eder, tavafdan sonra da Kureyş’in toplantı yerine giderek onlarla sohbet ederdi.
Abdullah bin Cüd’ân’ın câriyesi, oturduğu evinden Resulullah Aleyhisselâm’a bütün yapılanları görmüştü. Avdan dönmekte olan Hazret-i Hamza’ya gördüklerini anlattı. Henüz müslüman olmamış olan, fakat yeğenini çok seven ve hassas bir kalbe sahip olan Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- bu işe çok kızdı, silahını çıkarmadan doğruca Kureyş’in toplandıkları yere gitti. Ebu Cehil’e doğru ilerleyerek tepesine dikildi. “Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?” diyerek başına öyle bir yay darbesi vurdu ki, başı yarıldı. Daha sonra: “İşte ben de onun dinine girdim, onun dediği gibi diyorum, cesaretiniz varsa beni durdurun bakalım!” dedi.
Bunun üzerine Mahzum oğullarının adamları Ebu Cehil’e yardım etmek için Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-ın üzerine yürüdüler. Büyük bir kavga çıkacaktı. Fakat Ebu Cehil kendi kabilesinden olanları durdurarak “Aman ona dokunmayınız, hiddetle gider de müslüman olur!” diye öğüt verdi. Çünkü Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- sevilen ve sayılan yiğit bir kimseydi. Ebu Cehil’in akraba ve taraftarları çok kalabalık ise de, aralarında kavga büyüdüğü takdirde Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-ın tarafında da bir grup ortaya çıkacak ve bunlar müslümanlara taraftar olacaklardı. Ebu Cehil bu durumu düşünerek, başını yardığı halde ondan intikam almaya kalkışmadı.
Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- ise Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına geldi. Ebu Cehil ile aralarında geçen hadiseyi anlatarak onu teselli etti. Resulullah Aleyhisselâm ise, iman ettiği takdirde teselli bulacağını ve memnun olacağını bildirmesi üzerine hemen kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu, sonra da Resulullah Aleyhisselâm’ı himaye edeceğini Kureyş’e ilân etti.
Onun müslüman olmasına gerek Resulullah Aleyhisselâm, gerek müslümanlar çok sevindiler. Çünkü o son derece cesur ve kuvvetli bir kimse idi. Müşrikler için ise üzüntü kaynağı oldu. O an için önceki gibi müslümanlara eziyet edemez oldular.
Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-ın İslâmiyet’le şereflenmesi müşrikleri iyiden iyiye telaşlandırmıştı. Günden güne sayıları artan müslümanlar hakkında önleyici tedbirler almak için Dârün-nedve’de toplandılar. Muhtelif görüşler uzun uzun müzakere edildi. Nihayet Ebu Cehil’in teklifi üzerine Muhammed Aleyhisselâm’ı ortadan kaldırmaktan başka bir çıkar yol olmadığında karar kıldılar.
Bu iş için de: “Şu kadar deve, şu kadar altın verelim!” diye mükâfat vâdettiler.
Toplantıda bulunan Hattap oğlu Ömer -radiyallahu anh-: “Bunu ancak ben yaparım!” deyip kalktı. Oradakilerin tezahüratları arasında, silâhlarını alarak hiddetle yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullah -radiyallahu anh-a rastladı. Nuaym -radiyallahu anh- ona, hiddetli hiddetli nereye gittiğini sordu. O da: “Muhammed’i ortadan kaldırmaya!” dedi.
Nuaym -radiyallahu anh- daha önceden müslüman olmuştu, fakat gizli tutuyordu. Ömer -radiyallahu anh-in huyunu bildiği için: “Vallahi zor bir işe kalkışmışsın! Müslümanlar onun etrafında pervane gibi dönüyorlar. Seni yaklaştıracaklarını sanmam. Farzet ki bir yolunu bulup öldürdün, Abd-i menaf oğullarının seni yaşatacaklarını mı zannediyorsun?” dedi. Bu sözlere alınan Ömer -radiyallahu anh-: “Yoksa sen de mi onlardansın?” der demez Nuaym -radiyallahu anh-: “Sen beni bırak da enişten Said bin Zeyd ile kızkardeşin Fâtıma’ya bak! Onlar da müslüman oldular.” cevabını verdi.
Ömer -radiyallahu anh- onların müslüman olduklarına inanmadı, bu duyduklarının doğruluk derecesini öğrenmek için kızkardeşinin evine doğru yöneldi. Kapıya geldiğinde içeriden Kur’an-ı kerim sesi duydu ve hiddetle kapıyı vurmaya başladı.
İçeridekiler telâşlandılar, kendilerine Kur’an-ı kerim öğretmek için gelen Habbab bin Eret -radiyallahu anh- idi ve Kur’an-ı kerim sayfalarını hemen gizlediler. Ömer -radiyallahu anh- hışımla içeri girdi. “O okuduğunuz nedir?” diye bağırdı. Eniştesinin: “Bir şey yok!” demesi bile hiddetini yatıştırmadı. “Demek duyduklarım doğruymuş?” diyerek eniştesi Said bin Zeyd -radiyallahu anh-i bir vuruşta yere serdi ve üzerine çullandı. Kocasını kurtarmak için araya giren kız kardeşini de tokatlayarak ağzını burnunu kan içinde bıraktı. Canı yanan Fâtıma -radiyallahu anhâ-: “Yâ Ömer! Allah’tan kork! Ben de eşim de müslüman olduk, ne istersen yap! Öldürsen de dinimizden dönmeyiz!” diye haykırdı ve şehâdet getirdi.
Ömer -radiyallahu anh-, kız kardeşinin bu hâli ve sözleri karşısında sarsıldı, kalbinde bir yumuşama oldu, vicdan azabı duydu. Artık hiddeti geçmişti. Olduğu yere oturdu. “Hele şu okuduğunuz şeyi bana getirin.” dedi. Hâlâ hiddetli olan Fâtıma -radiyallahu anhâ-: “Sen müşrik olduğun için temiz değilsin, buna temiz olandan başkası dokunamaz.” karşılığını verdi. Ömer -radiyallahu anh- kalktı, yıkandı ve kendisine verilen Tâhâ sûre-i şerif’inin yazılı olduğu sahifeleri okumaya başladı. Kur’an-ı kerim’in fesâhât ve belâgâtı, tatlılığı ve güzelliği Ömer -radiyallahu anh-in kalbinde fevkalâde büyük bir tesir uyandırdı. Kelâmullah’ın halâveti ruhunun derinliklerine kadar işlemişti. Henüz Tâhâ sûre-i şerif’inin ilk bölümünü okumuşken: “Bu sözler ne kadar güzel, ne kadar haşmetli!..” demekten kendini alamadı. Bu esnâda Habbab -radiyallahu anh-, gizlendiği yerden çıktı ve: “Yâ Ömer! Öyle sanıyorum ki Resulullah Aleyhisselâm’ın duâsının gerçekleşme anı gelmiştir. Allah’a yemin ederim ki daha dün Resulullah Aleyhisselâm’ın:
‘Yâ Rabb’i! Bu dini Ebu Hakem bin Hişam (Ebu Cehil) veya Ömer bin Hattap ile kuvvetlendir.’ diye duâ ettiğini duydum. Ey Ömer Allah’tan kork!” dedi.
Bunun üzerine Ömer -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’ın yerini sordu, yanına varıp müslüman olmak istediğini söyledi. İslâm’a karşı olan düşünceleri tamamen aksine dönmüştü. Kendisine Safâ’da Erkam -radiyallahu anh-in evinde olduğunu haber verdiler.
Belinde kılıç asılı olduğu halde Erkam -radiyallahu anh-in evine doğru geldiğini gören müslümanlar telaşlandılar. Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-: “İyi niyetle gelmişse ne âlâ! Biz de kendisine iyilikle muâmele ederiz. Yok öyle değilse, kendi kılıcıyla işini bitiririz.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm da:
“Ona izin veriniz, bırakın gelsin!” buyurdu. Çünkü onun müslüman olmak için geldiği kendisine bildirilmişti.
Ömer içeriye alındı, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurunda diz çöktü. “Yâ Resulellah! Ben Allah ve Resul’üne ve onun getirdiği şeylere iman etmek için gelmiş bulunuyorum.” dedi. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: “Allah-u Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Orada bulunanlar da sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Kâbe-i muazzama’da bulunanlar bile bu tekbiri duydular.
Daha sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in isteği üzerine müslümanlar önlerinde Resulullah Aleyhisselâm olduğu halde Dârül-erkam’dan çıkarak Kâbe-i muazzama’ya doğru yürüdüler.
Müşrikler uzaktan onların geldiğini görünce: “İşte Ömer hepsini önüne katmış getiriyor.” dediler. Ömer yanlarına gelince:
“Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin. Ben Hattab’ın oğlu Ömer’im. İşte müslüman oldum!” dedi ve şehâdet getirdi. Müşrikler bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Sesleri sedâları kesildi, dağılıp gittiler.
Resulullah Aleyhisselâm Kâbe-i muazzama’yı tavaf etti, açıktan namaz kıldı. Müslümanlar o gün yüksek sesle tekbir getirdiler. Korkusuzca ibâdet ettiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Müslüman olduğum gece, Mekke halkı içinde Resulullah Aleyhisselâm’a en çok düşman olan adam kim ise, İslâm’ı kabul ettiğimi ona haber vereyim diye düşündüm. Aklıma Ebu Cehil geldi. Sabahleyin gittim, kapısını çaldım. Beni karşısında görünce: ‘Yeğenim merhaba, hoş geldin! Seni buraya getiren nedir?’ diye sordu. Ben de: ‘Allah’a, O’nun Resul’üne ve getirdiği şeylere inandığımı sana haber vermeye geldim.’ dedim. ‘Seni de, getirdiğin haberi de Allah rezil etsin!’ dedi ve kapıyı yüzüme çarptı.”
Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-dan sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in de müslüman olması, müslümanların gücüne güç kattı. İslâm açığa çıktı.
Müslümanlar kendilerine karşı en şiddetli düşman olanların arasına korkusuzca girmeye, yaptıklarının bazılarına karşılık vermeye, Kâbe-i muazzama’nın etrafında halka halinde oturmaya ve tavaf etmeye başladılar. İslâm’a dâvet alenî olarak yapılmaya başlandı.
Onların İslâm’a girişleri; Kureyşliler’in birçok plânlar yaparak Resulullah Aleyhisselâm’ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde gerçekleşmiştir.