Allah-u Teâlâ Asır sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenlerin imanlı olması şarttır. Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"İman edip sâlih amel işleyenler hiç şüphesiz ki yaratıkların en iyileridirler." (Beyyine: 7)
Çünkü onlar yaratılış gayelerini nazara almış, hidayet yolunu takip etmiş pek güzide kullardır.
"Rabb'leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. İşte bu, Rabbinden korkanlar içindir." (Beyyine: 8)
Bütün gönüllerin aradığı kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurun fevkindedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asr sûre-i şerif'inde buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Hüsran içinde olanlar dünyayı ahirete tercih edenler, nefsin arzularına uyanlar, helâl-haram demeden ömür sürenlerdir.
Hüsran kelimesi sadece dünyevî zararları değil, ahiret zararlarını da içine alır.
Bu hüsranda olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır? Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"(Kıyamet günü) Allah Tebareke ve Teâlâ: 'Ey Âdem!' buyuracak. O da icabet ederek: 'Buyur Yâ Rabb'i! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecellî eder.' diyecek.
Allah-u Teâlâ: 'Cehenneme gidecekleri seç.' buyuracak. Âdem Peygamber: 'Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?' diye soracak. Allah-u Teâlâ: 'Binde biri cennete, dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme!' diye cevap verecek.
Cenâb-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1373)
Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm'a duyuruyor, bir taraftan halka duyuruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.
Bir zelzele olduğu zaman şaşırıyoruz. Bu ise kıyametin kopmasıdır.
İnsanların çoğunun hüsranda olduğuna dair Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Kıyamet saati mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar." (Mümin: 59)
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmaz." (Yusuf: 103)
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanmların çoğu şükretmezler." (Mümin : 67)
"Kullarımdan şükreden azdır." (Sebe: 13)
Hüsranda olanları sınıflandırmak gerekirse üç bölümde ele alabiliriz:
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim." (A'râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
"Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar." (A'râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
"Doğru yolu görseler onu yol edinmezler." (A'râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk'a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
"Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler." (A'râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
"Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk'a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar." (En'âm: 26)
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde eski İsrâiloğulları'na halef olan bir takım kimselerin, Tevrat'ın hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vererek onları kıyamete kadar gelecek insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
"Arkalarından onların yerine Kitab'a vâris olan bir takım kimseler geldiler." (A'râf: 169)
Okumasını yazmasını öğrendiler, fetvâ ve hüküm verme mevkilerine geçtiler. Şu kadar var ki kendileri o kitaba sahip çıkmadılar, hükümlerine sarılmadılar. Gönüllerinde onun azametini hissetmediler. O kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde gereğince amel etmediler. Onu keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi kullandılar.
Allah-u Teâlâ'nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
"Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar." (A'râf: 169)
Gerçeği saptırıyorlar, gayrimeşru yollarla geçici menfaatlerini elde ediyorlar, sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
"Ve: 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız.' diyorlardı." (A'râf: 169)
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlerinden dolayı Allah-u Teâlâ'nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
"Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler." (A'râf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı servetler elde ederek, haris bir halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime'den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur'an'ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: 'Allah bizi bağışlar.' derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar."
Kur'an-ı kerim'in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı?" (A'râf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u Teâlâ'nın kendilerini bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
"Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı." (A'râf: 169)
Kitap'ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya menfaati için Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübin'e en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah'tan korkmayanlar tercih ederler.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
•
Âlimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi, insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivâyet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara câhil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhârî Tecrîd-i sarîh: 2174)
Bugün olduğu gibi. Çünkü onlar kendileri câhildir, câhillere de babalık yapıyorlar, yani Ebu Cehil oluyorlar, ümmet-i Muhammed'i ifsât ediyorlar, din-i mübin'i kökünden yıkmaya çalışıyorlar.
İşte bu cühelâ böylece insanları hakikatten kaydırmak, menfaatleri için arzularını hüküm yerine koymak isterler.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyurmaktadır. (Hûd: 112)
Bunlar bu ilâhî emirden çıktıkları için, dinden de çıkmışlardır.
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izinden çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir. Dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek istemezler. Sünnet-i seniye'ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları için emr-i ilâhîye mugayir söz ve davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin'i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar. müslüman gibi göründükleri için bunların tahribatı dış düşmandan daha büyüktür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları göre göre söyledi.
En şerli oluşları nedendir? Çünkü hiçbir din düşmanı bunların yaptığı tahribatı yapamaz. Çünkü düşmanın cephesi var. Bunların ise cephesi yok. Müslüman gibi görünüyorlar ve din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid'at ve küfrü yaymaktır.
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere: "Allah böyle emrediyor." diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, iğrenç ve acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nisbette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Allah-u Teâlâ'nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah'a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ'nın kahrına müstehak olmuşlardır. Madde ve makam için dinine de, icabederse vatanına da ihanet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Onların kalpleri iman etmedi." buyuruluyor. (Mâide: 41)
Hidayeti dalâlete değiştiren, sapıklığı satın alan bu zâlimler, her zâlimden daha zâlimdirler. Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Âlim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar Hazret-i Allah'ın yanında en düşük kimselerdir.
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur'an'ı öyle okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir hiç kalır. Kur'an'ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o aleyhlerine olacaktır. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan hemen çıkacaklar. Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif'i ve devamını rivayet ettiği zaman Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh-:
"Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına söyle! Sen bu Hadis'i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bizzat işittin mi?" diye sordu.
O da: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki evet!" dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer yemin etti. (Müslim: 1066)
Dikkat etmişseniz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif'i rivayet ettiği zaman, Ashâb dahi şüpheye düştü. Bu soruyu sormak lüzumunu hissettiler. İslâm gibi görünen bir ordu nasıl kâfir olur? Bunlarla bu ordu nasıl harbedebilir? O bile inanamıyor, kabul edemiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd ve Enes -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında da şöyle buyuruyorlar:
"Onlar insanları Kitabullah'a çağırırlar, fakat Kitap'tan zerre kadar nasipleri yoktur." (Ebu Dâvud: 4765)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler." (Fetih: 15)
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar. Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk'tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
•
İşte iç yüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız kötü âlimlerin durumu budur. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar. Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceğini, günün şartlarına göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rıza göstermek de küfürdür. Zira bir tek Âyet-i kerime'yi inkâr etmek küfre mucip olduğu gibi, bir küfrü hoş gören de aynı küfre ortakdır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm'ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm'ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm'a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
Bu noktada örnek olarak bir hususu ibret nazanlarınıza arzetmiş olalım:
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem, "dini nikâh diye bir şey olmadığını, resmi nikâhın yeterli olduğunu" söylemiş.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 19)
Hazret-i Allah'ın hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O'na aittir.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A'râf: 54)
"Hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
"O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur." (Kehf: 27)
Nikâhtan murad mehirdir, mehir ile nikâh esas olur.
Diğer bir ismi "Sadak" olan mehir, nikâh kıyma neticesinde erkek tarafından kadına verilmesi lâzım olan para veya maldan ibarettir. Evlenecek her müslüman kadının şer'an hakkıdır.
İslâm dinine göre mehir, nikâhın sahih olmasının şartlarından birisidir. Mehir olmaksızın nikâh sahih olmaz.
Evlenen kadının mehir almasının meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sâbittir.
Mehrin nikâh için şart olması, Allah-u Teâlâ'nın kelâmı olan Kur'an-ı kerim'de yer almış olmasından ve emr-i ilâhi olmasından ileri gelir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin. Bununla beraber eğer mehirlerin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşnutluğu ile size bağışlarlarsa, onu âfiyetle yiyin." (Nisâ: 4)
Bu Âyet-i kerime mucibince mehir nikâhın şartıdır.
"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)
Binaenaleyh bir tek Âyet-i kerime'yi inkâr eden kâfirdir.
Kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç ve hacc İslâm'ın şartlarındandır. Şartlar yok olursa, dinin safiyeti bozulur. Değil İslâm'ın bozulması, zevaline bile engel olacak yegâne tedbir; İslâm'ın emrettiği şartlara uygun bir nikâhtır. Zira bu dine sahip çıkacak nesil, bu nikâh mahsulü olacaktır. Bu sebepledir ki nikâhın dinimizde çok büyük önemi vardır.
Nikâhın önemi o kadar büyüktür ki, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan zamanımıza kadar meşru kılınan ve fakat cennet-i âlâ'da da devam edecek olan ibadet nikâh ve imandır. İmanları sebebiyle cennet-i âlâ'ya girenlerin artık mal mülk gibi metaları dünyada kalmıştır. Fakat sahih nikâhla evliliklerini sürdüren mümin ve mümine eşler orada da beraberdirler.
Evlilik bağı, sonucunda karı ve kocayı bağlayıcı, karşılıklı hakların meydana geldiği bir akittir. Bu haklar muhtelif Âyet-i kerime'lerde açıklanmıştır. Karı-koca arasındaki bu hukuka mehir de girmektedir.
Görülüyor ki mehir bir Hakkullah'tır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Bir kimse az veya çok bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayıp onu aldatırsa ve ödemeden ölürse, kıyamet günü zina yapmış olarak Allah'a mülâki olur." (Taberânî)
Mehir; muaccel ise nikâhtan önce veya nikâh kıyılırken verilmeli, müeccel ise mehrin miktarı ve cinsi belirtilerek en kısa zamanda verilmelidir.
Aksi halde ödemeden ölürse, Hadis-i şerif mucibince ömrünü zina ile geçirdiği için büyük günahla gitmiş olur. Ödemek niyetinde olsa bile, işi hafif tuttuğu için yine aynı durum olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Şartlar içinde en çok yerine getirilmesi gereken şart, kadınların ırzlarını helâllığa aldığınız mehirdir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1161)
Nikâh şartları, başka şartlardan daha çok yerine getirilmesi gereken, öncelikle riayet edilmesi lüzumlu olan ve bu şartların zedelenmemesine çok dikkat edilmesi gereken bir şarttır.
•
Nisâ sûre-i şerif'inin 4. Âyet-i kerime'sinden başka Kur'an-ı kerim'de mehir hakkında başka Âyet-i kerime'ler de vardır:
İslâm dini kadınlara karşı iyi davranılmasını, eşleri onlardan hoşlanmasalar bile, kendilerinde hayır bulunacağı ümidiyle geçimsizliklerine sabretmelerini ve büyük bir kötülük işlemedikçe onlara eziyet edilmemesini emretmiş, eğer mutlaka ayrılmak gerekirse, bununla ilgili olarak da Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:
"Eğer bir eşin yerine başka eş almak isterseniz, evvelkine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, o verdiğinizden hiçbir şey geri almayın." (Nisâ: 20)
En ufak bir şey almak apaçık bir günahtır, mâkul ve meşru olmayan bir şeydir. Hatta kendilerine henüz vermedikleri mehirden bir miktar mal varsa, borçlu olmaları sebebiyle onu da onlara vermeleri gerekir.
"İftira ederek ve günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karışıp katıldınız, içli dışlı oldunuz! Onlar sizden kuvvetli bir teminat da almışlardı." (Nisâ: 21)
Bir yastığa beraberce baş koymuştunuz. Kalpleriniz birbirinize karşı sevgi duygularıyla dopdolu idi. Tek bir vücut gibi olmuştunuz. Aranızda karı-koca hukuku tahakkuk etmişti. Bununla mehirin vücubiyeti hak kazandı, karşılığı da alındı.
•
Evlenen ve fakat mehir tesbit edilmeden, yahut tesbit edilse bile nikâhtan sonra tabiî karı-koca münasebeti (zifaf) vuku bulmadan boşanan kadınların durumları açıklanmış ve Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmuştur:
"Kendilerine temas etmediğiniz veya kendilerine bir mehir takdir etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda size bir vebâl (günah) yoktur." (Bakara: 236)
Bu durum her zaman karşılaşılan bir hâdisedir. Bir erkek bir kadına talip olur, nikâh yapılır, fakat evliliğin gereği olan karı-koca arasında cinsî mukarenet meydana gelmez. Hâl böyleyken erkek karısını boşar. Böyle bir durumda, eğer nikâh sırasında mehir tesbit edilmemişse erkeğe düşen herhangi bir sorumluluk yoktur. Yani sonradan mehir tesbit edip kadına vermesi şart değildir.
Böyle olmakla beraber Allah-u Teâla şu emri vermiştir:
"Şu kadar var ki, zengin olan kudretine göre, fakir olan da gücü yettiği kadar, güzellikle onları faydalandırsın." (Bakara: 236)
Evlilik bağı böyle şartlar altında bile bozulduğunda, yine de kadına belirli bir zarar verilmiş olur. Bunun içindir ki kişinin imkânları dahilinde onları faydalandırmaları gerekir. Bu da en az baştan başa bir kat elbiseden ibarettir. Bu mal erkeğin zenginlik ve fakirliğine göre takdir edilir.
Mehir kararlaştırılmadığı halde zifafa girilmiş olsaydı mehr-i misil gerekecekti. Zifaftan önce boşanmış olunca bu mahrumiyete karşılık bir bağış olsun verilmesi gerekir.
Böylece verilen bu mal kalbin yarasına bir merhem gibi olur, boşanmadan ileri gelen nefreti bir derece telâfi eder.
"Bu, ihsan sahiplerinin üzerine bir borçtur." (Bakara: 236)
Müslümanlara borç demektir. Çünkü iyilik edenler yalnız onlardır.
Ensar'dan bir zât mehir takdir etmeksizin nikâhlanmış, sonra da henüz gerdeğe girmeden boşamıştı. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime nâzil olmuş ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine:
"Külâhını satarak bile olsa, o kadına bir bağış ver!" buyurmuştur.
Hazret-i Hasan -radiyallahu anh- boşadığı hanımlardan birine on bin dirhem gibi yüklü bir para vermiş, sonra da: "Bu, ayrılan bir sevgilinin verdiği az bir maldır." diyerek haysiyeti kırılan kadının gönlünü almıştır.
•
Bundan sonra kendisiyle temas etmeksizin boşanan ve mehri de belirlenmiş olan kadının hükmü açıklanmak üzere Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bir mehir tayin ettiğiniz takdirde, henüz temas etmeden onları boşarsanız o zaman tayin ettiğiniz mehirin yarısını verin." (Bakara: 237)
Bu Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bir sınırdır ve bu çeşit boşamalarda bu vâcip olan emre uyulması gerekir.
Eğer karı-kocadan birisi cinsî mukarenetten önce ölür ve ölen de koca olursa, mehirin tamamı kadının hakkıdır. Şayet kadın ölürse mehirin tamamı mirasçılarınındır. Bu durumda eğer mehir belirtilmişse belirtilen miktar, şayet belirtilmemişse emsallerinin mehiri kadar mehir verirler.
"Ancak kadınlar vazgeçer yahut nikâh bağı elinde bulunan erkek vazgeçerse başka." (Bakara: 237)
Kadının "O beni görmedi, kendisine hizmet etmedim, o halde kendisinden nasıl bir şey alırım?" demesi gibi. O zaman erkeğe lâzım gelen mehir, üzerinden kalkar. Erkek ise böyle bir durumda mehirin tamamını da ödeyebilir.
"Ey erkekler! Sizin bağışta bulunmanız takvâya daha yakındır." (Bakara: 237)
Allah-u Teâlâ, temas etmeksizin karısını boşayan erkeklere, tayin olunan mehirin yarısını boşadıkları kadınlara vermeyi vâcip kılmış olmakla beraber; kadınları bu mehiri almakta, erkekleri ise, mehirin yarısını değil tamamını vermekte serbest bırakmıştır. Kocanın, mehirin tamamını ödemek suretiyle bağışta bulunması onun için hayırlıdır. Kadının da tamamını bağışlayarak almaması kendisi için hayırlıdır.
Hangisinin bağışlaması diğerinin daha çok iyiliğine oluyorsa, buna göre hareket etmek takvâya daha uygundur.
"Aranızda fazileti unutmayın!" (Bakara: 237)
Beşerî münasebetlerin insanlar arasında uyumlu olabilmesi için, sevgi ve fedâkârlık şarttır. Eğer herkes kendi kanunî hakları üzerinde katı bir biçimde ayak diretirse kaynaşma olmaz.
Şüphesiz ki Allah ne yaparsanız hakkıyla görücüdür." (Bakara: 237)
Kadın affederse bu fazileti o elde etmiş olur, erkek fazlasıyla tamamını verirse, iyilik ve üstünlüğünü ispat etmiş olur.
•
İslâm hukukunda karısını üçüncü defa boşayan erkeğin, onun başka bir adamla evlenmesine rızâ gösterse de göstermese de ona tekrar dönmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ böyle bir boşanma gerçekleştikten sonra, erkeğin evlenirken karısına verdiği mehiri geri almasının, kendisine helâl olmadığını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Kadınlara (mehir olarak) verdiğinizden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz." (Bakara: 229)
Bu helâl olmazsa, diğer mallarından hiç olmaz. Erkekler buna tenezzül etmemeli, kadınlara baskı yapıp verdiklerini geri almaya veya onlardan yararlanmaya kalkışmamalıdır. Böyle bir şey kesinlikle haramdır.
"Şayet erkek ve kadın Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkarlarsa başka." (Bakara: 229)
Karı-koca, evlilik vazifesinden yerine getirmek zorunda oldukları Allah'ın hududunu uygulayamayacaklarını bilmeleri ve buna hanımın sebep teşkil ettiğinin belli olması halinde, Allah-u Teâlâ kadına kendisini bırakması (Hul') karşılığında mehrin bir kısmını kocasına fidye olarak vermesine, erkeğin de bunu almasına müsaade etmiştir.
•
Allah-u Teâlâ nikâhlanması haram olan kadınları Nisâ Sure-i şerif'inin 22. 23. ve 24. Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurduktan sonra, helâl olan kadınların müstehak oldukları mehir ve ücretler hakkında ilâhî hükmü beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Bunlardan başkasını ise, iffetli yaşamak, zinâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini verip almanız) size helâl kılındı." (Nisâ: 24)
Burada mallardan söz edilmesi; mehirsiz nikâh olamayacağının delilidir. Mehir nikâhın gereklerindendir. Nikâh denildiği zaman, mutlaka mehirden uzak olmayacaktır.
"Nikâh ederek yararlandığınız kadınlara kararlaştırılmış mehirlerini verin." (Nisâ: 24)
Zira mehir nikâhlanmanın karşılığıdır. Zifaf ile mehirin tamamı kocanın boynunun borcu olur.
"Mehirin takdir edilmesinden sonra, aranızda gönül rızâsıyla (yeni bir miktar üzerinde) anlaşmanızda size bir günah yoktur." (Nisâ: 24)
Bu kendi rızânızla yapılan meşru bir muameledir.
Kadının mehirin bir kısmını almamasında, hepsini bağışlamasında veya erkeğin belirtilen miktardan fazlasını vermesinde herhangi bir mahzur yoktur.
"Şüphesiz ki Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ: 24)
İnsanların yaradılışlarına uygun olan, erkeği de kadını da mutlu kılan nikâh akdini meşru kılışı da bu ilminin ve hikmetinin bir tecellisidir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Mekke'li müşriklerle yaptığı Hudeybiye andlaşmasının maddeleri arasında; Mekkeliler'den müslüman olup da Medine'ye iltica eden çıkacak olursa, bunların Mekke'ye geri gönderilmesi de vardı. Bu maddeye göre mültecî müslüman erkekler iâde edilmiştir. Kadınlar buna dahil değildi. Aynı zamanda Kur'an-ı kerim de bu gibi müslüman kadınların, müşriklere iâdesini menetmiş bulunuyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir.
Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.
Onların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin." (Mümtehine: 10)
Hem eşini kaybedip, hem de maddi zarara uğramasın.
"Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur." (Mümtehine: 10)
Çünkü İslâm'a girmiş olmalarıyla kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir.
"Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın." (Mümtehine: 10)
Yani dâr-ı harpten hicret etmeyip küfür üzere kalan kadınlarla aranızda evlilik alâkası kalmasın.
Nitekim Ashâb-ı kiram arasında eşleri müşrik olanlar vardı, hemen boşadılar.
"Onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara verdikleri mehirleri istesinler." (Mümtehine: 10)
Yani sizler şayet giderlerse, kâfirlere giden eski hanımlarınıza vaktiyle vermiş olduğunuz mehirlerinizi isteyiniz.
Kâfirler de İslâmiyet'i kabul edip hicret eden eski hanımlarına vermiş oldukları mehirleri müslümanlardan isteyebilirler.
"Allah'ın hükmü budur." (Mümtehine: 10)
O'na riâyet lâzımdır.
"Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Mümtehine: 10)
Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta hakîm olandır.
Şayet müminler kâfir hanımlarından ayrılmaları durumunda verdiklerini geri alamazlarsa, bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehirinizi geri vermezlerse, siz onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını verin. İnandığınız Allah'tan korkun!" (Mümtehine: 11)
Müminler: "Allah'ın verdiği hükme râzıyız." dediler ve durumu müşriklere bildirdiler, fakat müşrikler bunu kabul etmediler.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ederek mehirlerini verdiği eşlerini kendisine helâl kıldığını bildirmektedir:
"Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz mehirlerini verdiğin eşlerini sana helâl kıldık." (Ahzâb: 50)
Bu Âyet-i kerime'de Resulullah Aleyhisselâm'a layık ve faziletli olan hanımlar beyan buyurulmuştur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ezvâc-ı tâhirattan bütün hanımlarına nikâhta mehir verdiği kesindir. Ancak Ebu Süfyan -radiyallahu anh-in kızı Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'le evlenirken onun mehirini Habeş kralı Necâşî dört yüz dinar olarak karşılamıştır.
Ayrıca Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i Hayber esirleri arasından seçmiş, sonra onu âzâd edip kendisiyle evlenmiş ve bu âzâd etmeyi de mehir saymıştır.
"Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden, elinin altında bulunan câriyeleri (sana helâl kıldık)." (Ahzâb: 50)
Nitekim Safiye -radiyallahu anhâ- ve Cüveyriye -radiyallahu anhâ- vâlidelerimiz böyle idi. Onlara sahip olmuş ve âzâd ederek onlarla evlenmişti.
"Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını (sana helâl kıldık)." (Ahzâb: 50)
Burada kendisiyle birlikte Medine-i münevvere'ye hicret etme şartı getirilmiştir.
"Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini Peygamber'e hibe eden mümin kadını da (sana helâl kıldık)." (Ahzâb: 50)
Yâni: "Ey Peygamber! Mümin bir hanım kendisini sana hibe edecek olursa, sen dilediğin takdirde onunla mehirsiz evlenebilirsin."
Kadının kendisini hibe etmesi, karşılığında mehir gibi bir karşılık istemeksizin evlenme teklifinde bulunmasıdır.
Kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'a hibe eden kadınlar çoktur.
Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:
"Ben kendilerini Peygamber'e hibe eden kadınlara kızıyor ve: 'Bir kadın kendini birine hibe eder mi?' diyordum. Nihayet bu âyet nâzil olunca: 'Bakıyorum da Rabb'in senin arzuların doğrultusunda çabucak hüküm indiriyor.' dedim." (Buhârî)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-: "Bir kadın Resulullah Aleyhisselâm'a gelip 'Yâ Resulellah! Senin bana ihtiyacın var mı?' demişti. dedi."
Kızı bunu duyunca: "Ne kadar da az hayâsı varmış! Ne kötü bir iş! Ne kötü bir iş!" dedi.
Enes -radiyallahu anh- şu karşılığı verdi:
"Hayır! O senden daha hayırlı! Çünkü o Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-e rağbet etmişti ve kendisini ona sunmuştu." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ bu hususta kendisini serbest bıraktığı halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisini hibe eden hiçbir kadını kabul etmemiştir. Bu onun hiçbir kadınla mehirsiz evlenmediği mânâsına gelir.
"Diğer müminlere değil, sadece sana mahsus olmak üzere" (Ahzâb: 50)
Çünkü mehirsiz evlenmek onlara helâl değildir. Kadının kendisini hibe etmesi de sahih olmaz. Aksine "Mehr-i misil" gerekir, mehir vermesi vâciptir.
"Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan câriyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz." (Ahzâb: 50)
Yani nikâhlarının sıhhati için riâyet edilmesi gereken şartlar, diğer haklar ve hangi kadınlar ile evlenmelerinin mubah olup olmadığı Allah katında mâlumdur. Binaenaleyh bu husustaki ilâhî ahkâma riayet edilmesi müslümanlar için bir vecibedir.
"Sana bir zorluk olmasın diye böyle hükmettik." (Ahzâb: 50)
Bu hususta sana ruhsat verdik ve senin üzerine bunlardan hiçbir şeyi vâcip kılmadık ki, kalbin huzur içinde ilâhî vahyin ortaya çıktığı yer olsun. Risalet ve nübüvvet vazifeni güzelce ve sühuletle yerine getirmeye muvaffak olasın.
"Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Ahzâb: 50)
Onun içindir ki insanların menfaatine muvaffak olan ahkâmı beyan buyurmaktadır.
•
Müslümanların ehl-i kitaptan bir kadınla namus dairesinde evlenmesi helâl kılınmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar, zinâ etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helâldir." (Mâide: 5)
Bu Âyet-i kerime mehir hakkının hem müslüman hanımın, hem de ehl-i kitaptan olan gayr-i müslim hanımın hakları olduğuna delâlet etmektedir. Mehir kadının hakkıdır, müslümanların bunu vermeleri gerekmektedir.
•
Mehir, Kur'an-ı kerim'in nüzulünden önce de diğer semâvî kitaplarda yer almıştır.
Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren beni dünyaya getiren anne ve babama kadar sifahın değil nikâhın kurduğu evliliklerin mahsulüyüm. Bana câhiliyet sifahından hiçbir şey bulaşmamıştır." (Taberânî)
Nitekim nübüvvetle vazifelendirilmeden önce, ilk hanımı olan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'le nikâh akdinde mehir olarak yirmi deve vermesi, nübüvvetten önce de mehirin meşru olduğuna delildir.
Kur'an-ı kerim'in nâzil olması ile birlikte yaptığı evliliklerde mehirin asgari ölçüsü dört yüz dirhem gümüş idi. Ancak bunun üstüne çıktığı gibi, başkalarının evliliklerinde bu ölçünün altına indiği veya nakit yerine herhangi bir nesneye bağladığı olurdu.
Allah-u Teâlâ'nın emr-i ilâhisi olduğu bir şeyde mahlûkun hükmü yoktur. Bu noktada akıl yürütmek yersizdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'am: 153)
İslâm'ın şiarı olan nikâhta şahitlerin müslüman, akıllı, büluğa ermiş olması, iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile, akdolunması, muvakkat ve gizli olmaması, mehrin ise nikâhtan önce veya kıyılırken, ya da belirli bir zamanda ödenmek şartıyla verilmesi gerekmektedir. Amma İslâm'dan habersiz olana biz ne diyelim?
İsteyen Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerini tatbik eder, buna kimse karışamaz. Zira belediye nikâhı yapma ve bu nikâhta kalana "Niçin belediye nikâhında kaldın?" denemediği gibi, hem belediye hem de dini nikâhı kıyıp Allah-u Teâlâ'nın emr-i şerifini yerine getirene de "Niçin dini nikâh yaptın" demeye kimse sahib-i salahiyet değildir.
Belediye nikâhı, "İsviçre Medeni Kanunu" mucibince kanuna konulmuş bir maddedir. Binaenaleyh bu nikâh kanuna göre mecburidir. Dini nikâh da ilâhi kanuna göre mecburidir.
İsteyen yalnız belediye nikâhı ile iktifa eder, arzu eden de hem belediye nikâhı hem de dini nikâh yaptırır, buna da kimse karışamaz. Çünkü dini nikâh İslâm dininin esasındandır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar kabul edip girdikten sonra Allah'ın dini hakkında tartışmaya girişenlerin iddiâ ve delilleri Rabb'leri katında hükümsüzdür. Onlara bir gazab vardır ve çok çetin bir azab da onlar içindir." (Şurâ: 16)
Bu emr-i ilâhiden, bu kadar Âyet-i kerime'lerden haberi olmayanın, bu Âyet-i kerime'lere imandan da haberi yok.
Kişi dine uymak zorundadır, din ona uymaz. Ya inanacak müslüman olacak, veya inkâr edecek küfürde olduğunu bilecek, başka bir tevil yolu yoktur.
Size bırakıyorum. Şu durumda bu adam şimdi müslüman mı? Âyet-i kerime'lere bakın, kararınızı siz verin!
Nikâh'ı inkâr etmek, halkı küfre sevketmektir.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Size geldikleri zaman: 'İnandık!' derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir." (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"'İtaat ettik!' derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!" (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır:
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar." (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar ne de kâfirlere.
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler." (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular." (Mücadele: 16)
"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücadele: 16)
Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
"Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür." (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm'dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
"Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir." (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
"Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!" (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ'nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
Kur'an-ı kerim'de muhtelif Âyet-i kerime'lerde münafıkların; hidayet karşılığında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu bulamadıkları, kötülüğü teşvik edip iyilikten alıkoydukları, amellerinin dünyada da ahirette de boşa gittiği, önce iman edip sonra inkâr ettikleri, Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün hükmüne râzı olmadıkları, şeytanın adamları oldukları, kalplerinin mühürlü olduğu, cehennemin en alt tabakasında olacakları ve cehennemde ebedî kalacakları beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, O'nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimseye "Kâfir" denir. Aynı mânâda "Münkir" kelimesi de kullanılır.
Küfür, "Örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" sûre-i celîle'si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!", "Ey İslâm'a muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime'nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
"Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim: 29)
Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı onları aldattı." (A'râf: 51)
Kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları;
"İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır." Âyet-i kerime'si ile sâbittir. (Âl-i imrân: 116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (A'râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler." (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kur'an-ı kerim'i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
O bakımdan onlar aynı sözlerle konuşur olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını ve onların belirli günden sonra helâk olup cehenneme sevk edileceklerini beyan buyurmaktadır:
"Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar." (Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar ve galeyana getirirler.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde kâfirleri şeytanların kardeşleri ve insan şeytanları olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"(Şeytanların) kardeşlerine gelince; şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler." (A'râf: 202)
Şeytanlar onları aldatırlar, dalâlet yollarını onlara güzel göstererek bu hususta onlara yardımda, teşvikte bulunurlar, destek verirler.
"Sonra da yakalarını bırakmazlar." (A'râf: 202)
Günahta ısrar edip yollarından vazgeçmesinler diye onları azdırmaktan geri durmazlar. Onlar da küfür, isyan ve azgınlıklarına devam eder dururlar. Muttakiler gibi kötülüklerden vazgeçip kendilerini çekip çeviremezler. Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet okuma zikredilerek Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!" (Bakara: 161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de yarın ahirette birbirlerine lânette bulunacaklardır.
"Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez." (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme imkan ve fırsatı verilmez. Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
"Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!" (İbrahim: 2)
Artık onlar lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
"İşte kâfirler, fâcirler bunlardır." (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır.
Asr sûre-i şerif'inde beyan buyurulduğuna göre, ancak iman edip amel-i sâlih işleyenlere kurtuluş yolları açıktır.
Onlar Allah-u Teâlâ'ya gönül verenledir, Rabb'lerine ihlâs ile kulluk vazifelerini yapanlardır.
İman etmekle beraber, amel-i salih işlerse, Hakk'ı bilir Hakk'ı tavsiye ederse, Hakk'ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse kişi hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." (Kehf: 46)
Onlar dünyayı malı mülkü dünya ziyneti kabul ediyorlar. Değer vermiyorlar onlara.
Umumiyetle insanlar bugün mala-mülke çok meyil etmişlerdir. Halbuki bunlar geçicidir.
"Baki kalacak olan salih ameller ise Rabb'inin katında hem sevapça daha hayırdır, hem de ümit etmeye daha lâyıktır." (Kehf: 46)
Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlı olanlar için ebedî hayat mühimdir.
Bu bir aynadır, herkes kendisine baksın, kararını versin.
Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan bu dünyaya denemek için gönderdi.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Herkes sahnededir, imtihantadır, her hareketinin fotoğrafı çekiliyor, her kelimenin zaptı tutuluyor. Nefes alırken ne düşünüyordun, nefes verirken ne düşünüyordun sualleri de muhakkak karşımıza çıkacak.
İman, mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i Şehâdet" de toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "inanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile inandık diyenlerle, yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir. (Mâide: 41)
Dil ile inandıklarını söyleyip de kalbiyle tasdik etmeyenler hakkında da şöyle buyuruyor:
"Bedevîler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, bari müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi." (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Allah-u Teâlâ'nın kendilerinden, kendilerinin de Allah-u Teâlâ'dan hoşnut olduğu kimseler hakkında ise şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyânı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah'a ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'a imanla başlar, imanın altı esası olan "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere" kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse âhirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegane cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde bu büyük nimetten mahrum olur.
Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.
İman inkârla gider. Bir kimse dinin esaslarından birini kabul etmez veya hafife alırsa, dinimizde haram sayılan bir şeyi helâl, helâl sayılan bir şeyi haram kabul ederse imanını kaybetmiş olur.
Gerçek bir imanla Allah-u Teâlâ'ya inanan, gönülden boyun eğen muttaki müminler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
Müminler o kimselerdir ki; Allah-u Teâlâ'nın mevcûdatı yoktan var ettiğine, gizliyi, gizlinin de gizlisini bildiğine, kalplerdeki sırları bildiğine, lütuf ve kerem sahibi olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, her şeyin kendisine döneceğine, kendi Zât-ı akdes'inden başka her şeyin yok olacağına, mahşer gününde herkesin O'nun huzurunda toplanacağına inanırlar.
Müminler; Allah'ın Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberlerin sonuncusu ve önderi olduğuna, Rabb'inden gelen bütün hükümleri en ince teferruatına kadar tebliğ ettiğine, kendi arzu ve hevesine göre hiçbir şey söylemediğine, söylediği her sözün Rabb'i tarafından kendisine vahyedilen gerçekler olduğuna inanırlar.
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
Allah yolunda malla ve canla cihad etmek, imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve ilây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
İslâm; boyun bükmek, teslim olmak, kurtuluşa girmek, selâmete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlâs ve samimiyet gibi çeşitli mânâlar ifade eder.
Dini bir terim olarak İslâm ise; ilâhî emirlere teslim olmak ve boyun eğmek demektir.
Kelime itibariyle iman ile İslâm arasında fark olmakla beraber, dinde İslâmsız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi, yüzü ve astarı gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir.
İslâm dini yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı bırakmak çok tehlikelidir.
Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Bir müslüman amel ettiği için mümin olacak değil, iman ettiği için amel edecektir.
Allah-u Teâlâ'nın isteği olan iman, yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. Hakiki iman kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra da beşeriyete güzel ameller saçacaktır.
İslâm, teslimiyet demektir. Teslimiyet ya kalben veya söz ile, ya da uzuvlarla olur. Kalben olanı iman, sözle olanı ikrar, uzuvlarla olanı ise ibadetlerden ibarettir. Bir ağaç meyvesiyle birlikte bir bütün teşkil ettiği gibi, İslâm da bu bütünü ifade etmiş olur.
İnsanoğlu yeryüzüne yalnız imanla mükellef tutulmak için değil, sâlih ameller işleyerek Allah-u Teâlâ'ya kulluk etmesi için gönderilmiştir.
Ashab-ı kiram'dan bir zât huzura gelerek: "Yâ Resulellah! Bana dini tarif et ki, bundan sonra ben onu kimseye sormak ihtiyacında kalmayayım." dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kul âmentü billah, sümmestakîm = Allah'a inandım de, sonra da istikametten ayrılma." buyurdular.
Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ'ya imanı yalnızca kalpte saklamayıp dil ile de ikrar ve ilân eyledikten sonra, her hususta doğruluk, İslâm dinini özetleyen en mühim özelliktir. Bunun böyle olduğunu bir çok Âyet-i kerime'ler ortaya koymakta ve müslümanları istikametten ayrılmamaya teşvik etmektedir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i imrân: 20)
İşte İslâm budur. İşte ümmet-i Muhammed'in dini, sırat-ı müstakimi budur. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'ya teslimiyettir. Hakk'tan başkasına boyun eğip teslim olmak ise O'na isyandır, yoldan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ dünyâ ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları ve ibadet etmeleri için yaratmıştır.
İbadet; Allah-u Teâlâ'yı en büyük tâzim ve sevgi ile anmak, yüceltmek, O'na yaklaşmak için bir takım merasimler ifâ etmek demektir. Yaratılışımızın gayesi de budur.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenin imanlı olması şarttır.
Yaratanı tanımak, O'na gönülden teslim olmak, kulluk görevlerini yerine getirmek insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize ibadet ediniz ki korunasınız." (Bakara: 21)
İbadetin sahası çok geniştir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış ibâdetin bölümlerini teşkil etmektedir.
Her ibadetin bir hakikati vardır. Zâhirî fıkıh ibadetlerin dış şekliyle uğraşır, bâtınî fıkıh yani tasavvuf da bu şekillerin içindeki hakikati bulmaya çalışır.
Amel ve ibadetleri ihlâsla yapmak farz olduğu gibi, ihlâsı terketmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." buyuruyor. (Kehf: 110)
Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızasını gözetmek, niyetlere O'nun rızasından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Dini Allah'a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat edin, hâlis din Allah'ındır." (Zümer: 2-3)
"Allah, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir." (Yusuf: 40)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Amel ve ibâdetinizi riyâdan, gösterişten hâlis ediniz. Yoksa Cenâb-ı Hakk kabul buyurmaz." (Nesâî)
Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerindeki nimetleri her an devam edip gitmektedir. İnsanoğlu yaşadığı sürece, ikram ve ihsanlar devam ettiği müddetçe, şükür ve ibadetler de devam eder.
Allah-u Teâlâ:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine ibadet et!" (Hicr: 99)
Âyet-i kerime'si ile ibadetlerin devamlı yapılmasını emir buyuruyor.
İbadetler Allah'ımız nasıl emretmiş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl göstermişse öylece yapılır. Zamanın değişmesi ile ibadetler değişmez, artma ve eksilme olmaz.
Kulluk görevlerini yapmak içir dinimizde birçok vesiseler vardır. Yıl içinde muhtelif zamanlara tesadüf eden mübârek gün ve geceler bu vesilelerin başında gelmektedir. Mübarek gün ve geceler rahmet kaynaklarıdır. Çöl yolculuğunda susuzluktan bitkin hâle gelen bir yolcu, su kaynağına rastlayınca suya kandığı gibi; hayat yolculuğunda çeşitli meşgale ve meşakkatlerin altında bunalan bir insan da, bu kaynaklara kavuşunca yeniden canlanır, kuvvet bulur. Hepsinin tadları ayrı ayrıdır. Kim ki bu kaynaklardan nasibini alamazsa, bilin ki o her şeyden mahrum kalmıştır. Allah'ımız mahrum bırakmasın.
Hicrî takvime göre senenin ilk ayı olan Muharrem ayı, dört haram aydan birisidir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ramazan ayı dışındaki oruçların en üstünü Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçlardır." buyuruyorlar. (Müslim)
İlâhi ay Muharrem'in "Aşure" adı verilen onuncu günü de pek kıymetlidir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Bir kimse Aşûre gününde ehl-ü iyâlinin rızkını tevsi ederse Cenâb-ı Allah o kimsenin senesini tamâmen rızık bolluğu ile geçirir." (Camiu's-sağîr)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Aşure günü oruç tutar ve o günün orucunu emir ve tavsiye ederdi." buyurmuştur. (Müslim)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Aşure gününün orucundan sorulduğunda:
"Geçmiş senenin günahına kefâret olur." buyurdular. (Müslim)
Yalnız Aşure günü oruç tutmak mekruhtur. Yahudilere muhalefet olsun diye dokuz, on, on birinci günler oruç tutulur. Bu şekilde oruç tutmak sünnettir.
Ey kardeş! İşte senin yılbaşın bu ayda başlıyor.
Müslümanlar yılbaşını ibadet, taat ve takvâ ile geçirirler. Hıristiyanların yılbaşısı ayrıdır, onların ki bir Ocak'tadır.
Müslümanları İslâm'dan uzaklaştırmak, kâfirin âdetlerini benimsettirmek ve küfre sokmak için; kendi yılbaşımızı unutturup, kâfirlerin yılbaşısını takip ettirmeye çalışırlar.
Onlar yılbaşında hindi keserler, noel babasını kutlarlar, içki içer, kumar oynarlar, danslara iştirak ederler, karılarını başkalarının kucağına verirler. Bu surette küfür âdetlerini tatbik ettirmek isterler. Bütün bunlar İslâm'da tamamen yasak ve haramdır.
Her müslümanın kendi ayını, kendi yılını, yılbaşısını, Cuma'sını bilmesi lâzımdır.
Hazret-i Allah'ın biricik Habib'i, âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm, Rebiulevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke-i mükerreme'de dünyaya teşrif etmişlerdir. Bu pek mühim hadisenin oluşu Milâdî 571 yılına tesadüf eder.
Dedeleri arasında babadan evlâda geçerek gelen bir nûr vardı. Bu nûr nihayet Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e intikal etti ve mübarek yüzlerinde parlamaya başladı.
Onun velâdeti ile kıyamete kadar devam edecek olan nûrlu bir devir açılmıştır.
Bütün Peygamber -Aleyhimüsselâm- Efendilerimiz ya bir kavme ya bir memlekete veya muayyen bir zamana ait olmak üzere gönderildikleri halde Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar bütün insanların saadet ve selâmetini temin için gönderilmiştir ve peygamberlerin sonuncusudur.
O ki, Hazret-i Allah'ın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir.
Onu bizzat gören, uğrunda canını ve malını fedâ etmekten bir an tereddüt etmeyen Ashab-ı Güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı'nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşk engin bir muhabbetle ona bağlanmışlar ve bu gecenin ulvî hatırasını gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (Câmiu's-sağîr)
Müminler Mevlid kandili günlerinde tebrikleşirler, geceyi ellerinden geldiğince ibadet ve taatla geçirmeye gayret ederler. Allah-u Teâlâ'nın büyük bir lütufta bulunması sebebiyle, ibadetlerini çoğaltarak şükranlarını arzederler.
Receb-i Şerif Allah'ımızın ayıdır. Şaban-ı şerif Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ramazan-ı Şerif ise bütün müslümanların...
Receb-i şerif'te yapılan ibadetlere pek çok mükâfatlar verilir.
Şöyle ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Receb-i Şerîf'in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur." (Câmiu's-sağîr)
Recep ayı girince:
"Allah'ım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan'a kavuştur." diye duâ ederdi. (Câmiu's-sağîr)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O'nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O'nu hiç oruç tutmayacak zannederdik."buyurmuştur. (Müslim)
İçinde Regâip ve Miraç gibi çok kıymetli geceler de olduğundan; ayrıca bir hususiyet arzetmektedir.
Receb-i şerif ayının ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gece bir çok tecellilere bir çok manevî ihsanlara mazhar olmuşlar, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne bir şükür nişanesi olarak da o geceyi ibâdet ve taatla geçirmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın mânevi ihsanlarını rahmet ve mağfiretini bol bol ikrâm etmesi sebebiyle bu geceye Regaib denmiştir. Rağbet bulmuş pek mübarek pek kıymetli bir gecedir.
Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir.
Hakk'ın değer verdiğine değer vermekle kişi değer bulur. Sen ona değer ver ki Mevlâ seni değerlendirsin.
Bu değerli gecede teheccüd namazı, tesbih namazı, nafile namaz kılmalı, zikirle-fikirle, istiğfarla, salât-ü selâmla, Kur'ân-ı kerim okumakla meşgul olmalıdır.
Miraç mucizesi Hicret'ten bir buçuk sene kadar evvel, Receb-i şerif'in 27. gecesinde Mekke-i Mükerreme'de vukua gelmiştir.
Bu hâdise Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Kulu Muhammed'i gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. O, işiten ve görendir." (İsrâ: 1)
Cebrâil Aleyhisselâm yedinci kat semâdan Hazret-i Allah'ın biricik Habib'ini alıp öyle yükseklere çıkardı ki, Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mukadderâtı yazan kalemlerin cızırtılarını duyuyordu.
Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hâlik-i Azîmüşan'ın emir ve nehiylerini vasıtasız olarak aldı. Nice nice sırlara, ilâhi tecellî ve iltifatlara mazhar oldu.
Namazın elli vakit olarak farzedilmesi üzerine, ümmetinin buna takat getiremeyeceğini düşünerek Cenâb-ı Hakk'tan azaltılmasını istirham etti. Beş vakte ininceye kadar naz ve niyazda bulundu. Müminin miracı mesâbesinde olan beş vakit namaz o gece farz kılındı. O mübârek gece ayrıca, ümmetinden Hazret-i Allah'a hiçbir şeyi şerik koşmayanların affedilecekleri müjdelendi. Sûre-i Bakara'nın son iki Âyet-i kerîme'si de miraç hediyelerindendir.
Bu gayet kıymetli gecelerde, ibâdetin hâricinde geçirilecek vakitlere acınır. Bu gecede bize gayet kıymetli hediyeler gelmiş, o hediyeleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- getirmiş, istifâde etmemiz gerekiyor.
Kendisinden bir çok hayır ve bereketlerin husule gelmesi sebebiyle bu aya Şaban adı verilmiştir.
İçinde Berat gibi bir kurtuluş gecesinin de bulunması, bu ayın fazilet ve meziyetini daha da arttırmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde "Şaban ayı girdiği zaman nefislerinizi temizleyiniz ve bu ay boyunca niyetlerinizi güzelleştiriniz." buyurmuşlardır. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ayda da çok oruç tutarlardı. Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- Hazretleri "Yâ Resulellah! Şaban ayı kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunu görmedim." diye sorunca:
"Şaban-ı şerif ayı, Receb-i şerif ile Ramazan-ı şerif arasında insanların, kıymetini iyice bilmeden geçirdikleri ve amellerin, âlemlerin Rabb'i olan Allah katına yükseldiği bir aydır. Amelimin oruçlu iken Allah'a ulaşmasını dilerim." buyurdular. (Nesâî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Duhân sûre-i şerif'inde bu gecenin;
"Hâ. Mîm. Apaçık Kitab'a andolsun ki! Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik. Biz uyarıcılarız. O gecede her hikmetli iş, katımızdan bir emir olmak üzere ayrılır." (Duhân: 1-5)
Buyurarak içinde Kur'an-ı Azîmüşan'ın nâzil olduğu ve emr-i ilâhi ile, olacak şeylerin tayin olunup hükme bağlandığı mübarek bir gece olduğunu haber vermektedir.
Şaban-ı şerif'in on beşinci Berat gecesinde, o sene cereyan edecek bütün hâdiseler Levh-i mahfuz'dan dünyâ semâsına indirilip, vazifeli meleklere teslim ediliyor.
Şöyle ki; kâtip melekler bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar olacak hâdiseleri birer birer defterlere yazarlar. Kimlerin zengin veya fakir, aziz veya zelil olacakları, başa gelecek ibtilâlar, rızıklar, ölümler, doğumlar, hülasa bütün işler ilm-i ilâhi'den topluca meleklere yazdırılır ve hükme bağlanır. Kadir gecesinde ise vazifeli meleklere teslim edilir.
Bu mevzuda İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'nden bir rivayette Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Hazret-i Allah Şaban ayının yarısı gecesinde, olacak şeylerin hükümlerini verir. Kadir gecesinde ise onları vazifeli meleklere teslim eder."
Kur'an-ı kerim de bu gecede Levh-i mahfuz'dan topluca dünya semâsına nazil olmuş, Kadir gecesinde ise âyet âyet yeryüzüne indirilmeye başlamıştır.
Bu kadar faziletleri topladığı için çok mübarek ve çok kıymetli bir gecedir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gecenin ulviyetini bize şöyle haber veriyorlar:
"Şaban ayının onüçüncü gecesi idi. Cebrâil Aleyhisselâm bana gelerek: 'Yâ Muhammed!' dedi. 'Kalk teheccüd vaktidir, ümmetin hakkında muradının hâsıl olması için Allah'a duâ etmenin zamanı geldi.'"
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kalktı ve o geceyi ibâdetle geçirdi. Tanyeri ağarırken Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve dedi ki: 'Yâ Muhammed! Hazret-i Allah ümmetinin üçte birini sana bağışlamıştır.' Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ağladı ve: 'Yâ Cebrâil! Kalan üçte ikisinin durumu ne oldu?' diye sordu. O da 'Bilmiyorum' diye cevap verdi.
Şabanın on dördüncü gecesi yine geldi ve aynı şeyi söyledi. 'Yâ Muhammed kalk ve teheccüd namazı ile meşgul ol!' Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de sabaha kadar ibadetle meşgul oldu. Fecir vaktinde Cebrâil Aleyhisselâm yine geldi. 'Hazret-i Allah ümmetinin üçte ikisini sana bağışlamıştır.' buyurdu. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine ağlayarak: 'Kalan üçte birinin durumunu' sordu. O da: 'Bilmediğini' söyledi.
Nihayet Şaban-ı şerif'in on beşinci Berat gecesi Cebrâil Aleyhisselâm gelerek 'Müjdeler olsun Yâ Muhammed! Şirk koşanların dışında Hazret-i Allah bütün ümmetini sana bağışlamıştır. Başını göğe kaldır, bak ne göreceksin.' buyurdu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz başını kaldırınca gördü ki semâvâtın bütün kapıları açılmıştır. Dünya semasından arşa kadar sıralanan bütün melekler secdeye kapanmışlar, ümmet-i Muhammed'in -sallallahu aleyhi ve sellem- günahlarının affedilmesi için duâ ediyorlar.
Gökyüzünün her kapısında bir melek durmaktadır.
Birinci kapıda duran melek: 'Bu gece rükûya varanlara müjdeler olsun!' diye sesleniyor.
İkinci kapıda duran melek: 'Bu gece secde edenlere müjdeler olsun!' diye sesleniyor.
Üçüncü kapıda duran melek: 'Müjdeler olsun bu gece Hazret-i Allah'ı zikredenlere.' diye sesleniyor.
Dördüncü kapıda duran melek: 'Bu gece Rabb'isine duâ ve niyazda bulunanlara müjdeler olsun!' diye sesleniyor.
Beşinci kapıda duran melek: 'Bu gece haşyetullahtan ağlayanlara müjdeler olsun!' diye sesleniyor.
Altıncı kapıda duran melek: 'Müjdeler olsun bu gece hayırlı amel işleyenlere!' diye sesleniyor.
Yedinci kapıda duran melek: 'Müjdeler olsun bu gece Kur'an-ı kerim okuyanlara!' diye sesleniyor ve nidasına devam ediyor: 'Bir şey isteyen yok mu, dilediği verilsin? Duâ eden yok mu, duâsı kabul edilsin? Tevbe eden yok mu, tevbesi kabul edilsin? Günahlarının affını dileyen yok mu, günahları bağışlansın?'
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sözlerine devamla buyuruyorlar ki:
"Bu gece havanın kararmasından fecrin tuluûna kadar rahmet kapıları ümmetim üzerine açık kalır ve Hazret-i Allah 'Kelp kabilesi'nin koyunlarının tüyleri sayısından daha çok kimseleri cehennemden azad eder." (İbn-i Mâce)
Cenâb-ı Hakk'ın bütün günahkâr kullarını bu gece affettiği halde; şirk koşanlara, kavgacı kinci olup müslümanlar arasına nifak sokanlara, büyücülere, falcılara, devamlı içki içenlere, fâiz yiyenlere, zinâ edenlere, ana-babasına asî olanlara bu gece rahmet nazarı ile bakmayacağı bir başka Hadis-i şerif'te rivâyet edilmiştir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Şaban-ı şerif ayının yarısı gecesi olunca, onu ibadetle geçirin, gününde de oruç tutun.
Zirâ Allah-u Teâlâ o gece güneşin batmasından itibaren dünya semâsına rahmetiyle tecellî edip, buyurur ki:
'Yok mu benden mağfiret dileyen, onu affedeyim! Yok mu rızık isteyen, onu rızıklandırayım! Bir musibete uğrayan yok mu, onu kederden kurtarayım! Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen!'
Bu ilâhî sesleniş sabaha kadar devam eder." (Tirmizi)
Rahmet ve mağfiretin yaygın tecellisinden dolayı bu geceye "Leyletü'l-Berat" yani kurtuluş gecesi adı verilmiştir. "Gecesini ibadetle gündüzünü oruçla geçirin." buyurulduğuna göre, demek ki uyunacak bir gece olmadığı anlaşılıyor.
Hadis-i şerif'ler gösteriyor ki, fazilet derecesi idrâkimizin üstünde olan mübârek gecelerin içinde bulunuyoruz. Yapılan duâların da reddedilmeyeceğini Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Beş gece vardır ki, o gecelerde yapılan duâlar geri dönmez:
1. Receb'in ilk gecesi,
2. Şaban'ın yarısı gecesi,
3. Cumâ gecesi,
4. Ramazan Bayramı gecesi,
5. Kurban Bayramı gecesi." (Beyhâkî)
Rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı, kaldırılan ellerin boş çevrilmeyeceği böyle mübârek bir geceye bizi erdiren Allah'ımıza hamd-ü senâlar olsun
Bu geceyi ihyâ edenlere ne mutlu. Hazret-i Allah kullarının bu gece kendisine yalvarmalarını, ne dilerlerse dilemelerini bekliyor. Biz de dilenebilirsek, o Pâdişahımız da bizden râzı olursa, bunun fevkinde bir devlet düşünülemez. Af isteyenlerin bütün günahlarını affediyor. Bizim de günahlarımız çok, affa ihtiyacımız var. Sâhibimize karşı sevgimizi, samimiyetimizi, ubûdiyetimizi ibraz edebilirsek beratımızı almış olacağız.
Mühim olan imanla göçmek. Bu beratların bu karnelerin asıl metni orada görülecek. Bizim bu fırsatları aslâ kaçırmamamız lâzım. Bir daha ki berat gecesine erip eremeyeceğimiz bilinmiyor. Belki de bu, ömrümüzün son berat gecesi olacak. Şu halde, elde fırsat dilde ruhsat varken gayret etmek gerekiyor. Hazret-i Allah ve Resul'ü değer vermiş, biz de değer verelim. Değer verirsek Mevlâ'mız da bizi değerlendirir. Ne demek bu? Affeder, rızâsına nâil eder...
Dünya meşgalelerini bu günlerde biraz azalmalı, çok çok oruç tutmalı, salat-ü selâm getirmeli, tesbih namazını da ihmal etmemelidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kur'an-ı kerim nâzil oldu." buyuruyor. (Bakara: 185)
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve bereketini bol bol ihsan ettiği, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Ümmetimin ayıdır." buyurduğu çok feyizli çok mübarek bir aydır. Bu ayda nafile olarak yapılan namaz, zikir, sadaka gibi her türlü ibâdetler, diğer aylarda edâ edilen farzlar gibidir. Ramazan'da edâ edilen bir farz ise sair zamanlardaki yetmiş farza muadildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ramazân-ı şerîfin girmesiyle rahmet nüzulü için cennet kapıları açıldığı ve yasaklardan sakınma sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincir ile bağlı ve hapsolunurlar." (Buhârî)
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, bir çok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?
Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Ramazan-ı şerif'te tutulan oruç da çok kıymetlidir.
Hadis-i şerif'te:
"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır." buyuruluyor. (Tirmizî)
Bir diğer Hadis-i şerif'te de şöyle buyruluyor:
"Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir." (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Ramazan ayında oruç tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan kimse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir." buyurmuşlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Ramazan-ı şerîf'te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir." (Câmiu's-sağir)
Berat gecesinde, Levh-i mahfuz'dan topluca dünyâ semâsına indirilen Kur'an-ı kerim, bu gece âyetler hâlinde yeryüzüne indirilmeye başlanmıştır.
Öyle bir muazzam ve mübarek gecedir ki, hakikatini anlamak beşer idrâkinin çok üstündedir.
Hazret-i Allah bu geceye çok değer vermiş ve Kadir sûre-i şerif'inde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Resul'üm! Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrâil) o gecede Rabb'lerinin izniyle her bir iş için inerler. O gece, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır, esenliktir." (Kadir: 1-2-3-4-5)
Buradaki sayı, tahdit mânasına değildir. Kur'an-ı kerim'deki bu gibi ifadeler çokluğa delâlet etmektedir. Bir gece, beşer hayatındaki binlerce yıldan hayırlıdır.
Bu gecenin bu kadar kıymetli olması ise, Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, ümmeti hakkındaki merhametinden ileri gelmektedir.
Şöyle ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz geçmiş ümmetlerin ömürlerinin çok uzun olduğunu, o uzun ömür içinde çok ibâdet yaptıklarını, kendi ümmetinin ise az ömürlü olduğunu düşünür ve çok üzülürdü. Cenâb-ı Hakk, Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- mükedder olmasına râzı olmadı. Gönlüne ferahlık vermek için Cebrâil Aleyhisselâm'ı göndererek Kadir sûresini inzal buyurdu ve bu bir gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu müjdeledi.
Bu sûre-i celîlede Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Cebrâil Aleyhisselâm ile birlikte bütün melâike-i kirâm'ın yeryüzüne inerek tanyeri ağarıncaya kadar kaldıklarını, o gecenin selâm ve selâmet gecesi olduğunu beyan buyuruyor. Melâike-i kiram, gökyüzü dar gelecek şekilde birbirini sıkıştırırlar. Onun için bu geceye "Tazyik gecesi" de denilmiştir. Müminleri ziyâret ederler, ibâdetlerini temâşâ ederler. Rastladıkları her mümine selâm verirler. Ümmet-i Muhammed için sabaha kadar mağfiret dilerler.
Diğer mübârek gecelerin günü belli olduğu halde Kadir gecesini Hazret-i Allah senenin bütün günlerinde gizlemiştir. Tâ ki; bu kadar kıymetli bir gecenin ulviyetinden mahrum olmamak için, müslümanlar her geceyi ganimet bilip ibâdetle ihyâ etmeye çalışsınlar...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, "Şu gecede arayalım mı?" diye soranlara "O gecede de arayın." buyurmuş, bu suretle gecelerin ihyâ edilmesini teşvik etmiştir.
Bir Hadîs-i şerif'lerinde:
"Mümin için kış gecelerinin uzunluğu, gündüzlerin kısalığı birer ganimettir. Gecelerinde namaz kılmak, gündüzlerinde oruçlu olmak kolay olur." buyuruyorlar.
Zahirî ehli bu geceyi bir gecede arar. Tarikat ehli bir ayda, Hakikat ehli ise senede arar. Hakikat ehlinin işi zaten Hakk iledir. Lütf-u ilâhî ne zaman tecellî ederse Kadir gecesi o olmuş olur. Bunu bilmediği için senede arar.
İbn-i Mes'ud -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Kim bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesi'ne de erer." buyurmuşlardır.
Biz hayatta Kadir gecesi'ni aradığımızı bilmeyiz. Çünkü arasak da, bulsak da; mutâdımızdan fazlasını yapmayız ki... Her zamanki mutâdımız ne ise onu yaparız.
Bir müslüman mutâd olarak her gece, bilhassa ramazan gecelerinde Tesbih namazı kılmaya gayret etmeli. Geceleri uyandığı zaman az veya çok teheccüd namazı kılmalı. Okuyabildiği kadar Kur'an-ı kerim okumalı. Az veya çok Salât-ü selâm getirmeli. Amma az, amma çok zikrullahla meşgul olmalı. Kişi bunları âdet hâline getirdiği zaman, şu veya bu gece diye bir gece aramasına lüzum kalmıyor. Allah için hareket ettiğinden: tâkati nisbetinde kulluğunu göstermeye çalışıyor.
Sen O'nun rızâ kapısında dur, rızası için çalış. O murad ederse umulmayan bir gecede sana lütfu ile tecellî eder, lütuf kapısını aralar, o geceye tesâdüf ettirir. Senin vazifen O'nun kapısını gözlemek.
Âyet-i kerîme'de:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et." buyuruluyor. (Hicr: 99)
Meselâ bir ahbâbımız var. Bize bir haber gönderse ve "Ben filân filân günler arasında filân yerden geçeceğim, o mıntıkada size rastlarsam bir kaç milyon lira yardım edebileceğim." dese, acaba o tarif ettiği yerden beş dakika olsun ayrılır mıyız? Belki bu beş dakika zarfında geçiverir diye, elimizden gelse yatağımızı da oraya getiririz değil mi? Halbuki o nâil olacağımız şey, değersiz ve geçici bir dünyâlıktır. Hayat-ı ebediyeyi kazanmak, Mevlâ'mızın sonsuz lütuf rahmetine nâil olmak için kapısında beklememiz, O'na gönülden boyun büküp yalvarmamız, el açıp duâ etmemiz gerekmez mi?
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "Yâ Resulellah! Kadir gecesine rastlarsam nasıl duâ edeyim?" diye sorduğu zaman, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'ım! Şüphesiz ki sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet." diye duâ etmesini tavsiye buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de buyuruyorlar ki:
"Kim ki fâziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Kadir gecesini ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî)
O Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ki, bizim için bu kadar yıpranmış ve kadir gecesi gibi bir geceyi bize temin edivermiş. Biz ise O'nun yolunda yürümez, Sünnet-i seniyye'sine ittibâ etmezsek, canımızı malımızı yolunda fedâ etmeye hazır olmazsak, ümmeti olduğumuzu iddiâ edebilir miyiz? Bunlar gönülle olur, icraatla olur, lâfla hiç olmaz...
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Tevbe sûresi 36. Âyet-i kerîme'sinde:
"Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir. Bunların dördü haram aylardır. İşte bu en doğru bir hesaptır. Öyle ise o aylar içinde kendinize zulmetmeyin." buyuruyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesi'nde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde olduğu gibi deveran edip durmaktadır. Sene on iki aydır." (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 1654)
Bu dört muhterem ayın üçü sıra ile Zilkade, Zilhicce, Muharrem olup dördüncü de Receb'dir.
Zilkade ve Zilhicce aynı zamanda Hacc aylarıdır.
Üç ayları da ilâve edersek Hazret-i Allah'ın değer verdiği bu mübarek ayları ve ayrıca kıymetli gün ve geceleri birer ganimet bilerek, bu fırsatlardan istifade etmeye çalışmalıyız.
Zilhicce'nin ilk on günleri; zikir, tekbir ve hacc günleridir.
Allah-u Teâlâ'nın:
"On geceye yemin olsun ki..." Âyet-i kerîme'si ile methettiği çok kıymetli çok mübarek günlerdir. (Fecr: 2)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Ayların efdâli Ramazan-ı şerîf ve ziyâde muhteremi ise Zilhicce'dir." (Câmius-sağir)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah'ın indinde Kurban'dan önceki on günden daha üstün günler yoktur. O günlerde Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin zikrini çok yapınız." (Dârimî)
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın kendisine ibâdet edilmekten en çok hoşlandığı günler Zilhicce'nin ilk on günüdür. Bu on günün her gününde tutulan oruç bir yıllık oruca ve her ibâdetle geçirilen gecesi, Kadir gecesine denktir." (Tirmizi)
Zilhicce'nin yedinci gecesi Terviye, sekizinci gecesi Arefe ve dokuzuncu gecesi Bayram gecesidir. Bu mübarek geceleri ihya edenler cennetle tebşir olunmuştur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dört mühim geceyi ihyâ eden kimseye cennet zaruridir. Terviye, Arefe, Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı geceleri." buyuruyorlar. (Câmiu's-sağir)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Arefe gününde oruç tutmak hem geçmiş hem de gelecekten birer senenin küçük günahına kefaret olur." (Ahmed bin Hanbel)
Hacılar Terviye gecesini Mekke-i mükerreme'de, Arefe gecesini ve gününü Arafat'ta, Bayram gecesini ise Müzdelife'de geçirirler. Burada sabah namazı kılındıktan sonra Mina'ya geçilir.
Arefe günü sabah namazından başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindisine kadar yirmi üç vakitte farz namazların selâmından sonra teşrik tekbiri almak vâciptir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah'ı zikretmeye koşun. Alış-verişi, işi-gücü bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından nasibinizi arayın. Allah'ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz." buyuruyor. (Cum'a: 9-10)
Cuma vaktinde dünya işleri ile ve Cuma namazına gitmekten alıkoyacak her şeyle uğraşmak haramdır. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Üzerinize güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür. Âdem Aleyhisselâm o gün yaratıldı. Cennete o gün konuldu, cennetten o gün çıkarıldı. Kıyamet de o gün kopacaktır." buyuruyor. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bizler (ehl-i kitaba göre) son gelenlerdeniz, amma kıyamette öncülerdeniz.
Allah onlara bizden önce kitap vermiş ve Cuma gününü farz kılmışken onlar bu hususta anlaşamadılar.
Allah hidayet yolunu göstererek bize Cuma gününü verdi, bütün insanlar bize uydu. Yarın (cumartesi günü) yahudilerin, ertesi (pazar günü) ise hıristiyanlarındır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 478)
Enes -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Cebrâil Aleyhisselâm elinde beyaz bir ayna olduğu halde bana geldi ve 'Şu gördüğün ayna Cuma'dır. Senin ve senden sonra gelecek ümmetin için bayram olsun diye Rabb'ın tarafından farz kılınmıştır.' dedi.
'Bu günde bizim için ne gibi faziletler vardır?' diye sordum.
Cebrâil Aleyhisselâm:
'Bu günde hayırlı bir saat vardır. Kim ki kendisine taksim edilen bir hayrı o saatte isterse, Allah-u Teâlâ ona istediğini ihsan eder. Taksimâtında yok ise, ondan daha hayırlısını kıyamet gününde verir. Kim ki, kendisi için yazılan bir belânın kaldırılması için o saatte Allah'a sığınırsa, Allah duâsını kabul eder ve daha büyük bir felâketten onu korur. O gün bizim nezdimizde günlerin efendisidir. Biz o güne kıyamet gününde Mezid günü deriz.' dedi.
Ahirette Mezid günü denmesinin hikmetini sorduğumda ise şöyle dedi:
'Allah-u Teâlâ cennette miskten daha kokulu ve bembeyaz bir vâdi yaratmıştır. Cuma günü olduğu vakit İlliyin denilen makamından kürsüsüne inerek cennet ehline tecelli eder, cemâlini gösterir. Onlar da doya doya müşâhede ederler.' " (Taberânî)
Bu mübarek gün, günlerin efendisi olduğundan, gereken değeri vermek, gecesini ve gündüzünü ihyâ etmek İslâm adâbındandır.
Bu gün için gusletmek, güzel koku sürünmek, en güzel elbiseleri giymek, camiye mümkün olduğu kadar erken gitmek, bol bol salât-ü selâm ve istiğfarla meşgul olmak sünnettir.
Ayrıca az da olsa sadaka vermek çok faziletlidir.
Şimdi böyle bir günü pazar'a çevirmenin maksadını siz düşünün!