Muhterem Okuyucularımız;
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. İşte bu nefistir. Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır.
Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.
Nefis Kur’an-ı kerim’de öncelikle, tek tek kişilerin kendileri mânâsında kullanılır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur.” (Âl-i imran: 30)
Diğer birçok Âyet-i kerime’lerde:
“Enfüsüküm = Kendiniz”,
“Enfüsühüm = Kendileri”
Gibi ifadelerde “Nefis” hep tek tek kişilerin “Ene” si mânâsındadır.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti.
Ulvî olan ruh, süflî olan nefis birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ruhu nefse aşık etmek suretiyle, ikisini bir arada barındırmıştır. Eğer ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini ve ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta hakimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını rahat bir şekilde yapar.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
“Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.” (Mâide: 105)
Bu ilâhî beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı tercih edenlere bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
•
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
İnsanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir. Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp hâlindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır. İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınamadıkça ruh hürriyete kavuşamaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe, ruhu diriltmek mümkün değildir
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyumuşlardır:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ’ya bile karşıdır.
Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir. Tasavvuf’tan gaye de budur zaten...
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. İşte bu nefistir. Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır.
Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.
Nefis Kur’an-ı kerim’de öncelikle, tek tek kişilerin kendileri mânâsında kullanılır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur.” (Âl-i imran: 30)
Diğer birçok Âyet-i kerime’lerde:
“Enfüsüküm = Kendiniz”,
“Enfüsühüm = Kendileri”
Gibi ifadelerde “Nefis” hep tek tek kişilerin “Ene” si mânâsındadır.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti.
Ulvî olan ruh, süflî olan nefis birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ruhu nefse aşık etmek suretiyle, ikisini bir arada barındırmıştır. Eğer ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini ve ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta hakimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını rahat bir şekilde yapar.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir.” buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur. Nefsin arzusu ile Hakk yoluna giderken dahi, kişinin arkadaşı nefistir ve şeytandır.
Nefis nuru çamurla örtmek ister. Uykudan uyanınca, çamur kalkınca kendisini görür.
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
“Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.” (Mâide: 105)
Bu ilâhî beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı tercih edenlere bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır.” (Câmiu’s-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur.” (Ankebût: 6)
Ecel gelinceye kadar bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere, imtihanlara göğüs geren kimse, sırf kendi hesabına ve kendi menfaatine çalışıp çabalar.
“Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Ankebût: 6)
Kullarının itaatine ve cihad etmelerine ihtiyacı yoktur. Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç değildir. Cihadı ancak onlara lütufta bulunmak ve bol mükâfat kazanmalarını sağlamak için emretmiştir.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Hakk’a yönelen bir insan, iradesini “Nefsini ıslah etme” yönünde kullanırsa;
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a (Allah’ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.” (Muhammed: 7)
Âyet-i kerime’si mucibince Allah-u Teâlâ’nın yardımına erer.
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
“Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim: 2722)
Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebût: 69)
Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ’nın desteğinden ileri gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.
Kişi: “Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve yaptırana sonsuz şükürler olsun.” diye şükrünü artırırsa ve içten içe hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (En’âm: 48)
Lâyık oldukları mükâfatlara er geç kavuşacaklardır.
Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.
Fakir der ki:
“Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvela kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını işgaliyetten kurtar.”
Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En efdal cihad budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” buyuruyor. (Bakara: 44)
Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce kendisi tarafından yaşamasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.
Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini tutmayan bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep olur.” (Sâff: 2-3)
Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim vebalden ibarettir. Yalnız öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin kabıdır.
Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma benzer.
Ahmed Rufâî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Unu elersin aşağıya düşürürsün, kepeği kendine bırakırsın.”
Kişi İslâm’ı hayatında yaşamıyor, başkasına yaşamasını söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor. Kendisi yaşamış olsa, söz bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun hâlinden istifade ederler, yollarını doğrulturlar.
Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar, “Bunun hareketleri zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?” der, yol arayan insanı dahi yoldan çıkarmış olur.
Nefis kendisine yapılan nasihatleri kabul etmediği gibi, ona perde vurmak için güzel sözler söyler. Fakat o güzel sözler kendi ayıbını perdelemek içindir. Nefis onu öyle yaptırıyor, o da onun doğru olduğunu zannediyor ve kabul ediyor. Çünkü o perdenin kalkacağı günü bilmiyor. Yarın perde kalktığı zaman, bütün yapılan işler ortaya çıktığı zaman, nedâmetin çokluğu, faydasının hiç yokluğu görüldüğü zaman sen meydanda kaldın! Ne nefis kaldı, ne de örtüsü kaldı. Hakk ile başbaşa kaldın! İşte insanların aldandığı nokta burasıdır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)
İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurun-da seçileceklerdir.
Henüz âkıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için, böyle bir iddiâ ile böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile düşüştür.
Nefisle başbaşa kalıp muhasebe yaptığımız zaman, bir değeri olup olmadığını ona duyurmak için, onu kalp paraya tahvil ederiz. “Ey nefis! İşte sen busun, senin bu kadar bile değerin yok!” deriz. Geçmez parayı çocuk bile almıyor, oraya buraya atıyor.
İhlâs nokta-i nazarından nefisle muhasebe yapıldı-ğı zaman, bu gibi ince hesaplar ortaya çıkar. Hem dalâlet içinde yüzerken, hem de kişinin kendisini beğenmeye kalkışması helâk olmak demektir.
Meselâ bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o madeni topraktan ayırmak lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek ayırma işi bırakılırsa, o çok kıymetli maden topraktan ayrılmaz.
İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher koymuşsa, o cevheri meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Ekilen bir tohumun üzerine taş gibi bir şeyler gelirse büyüyemez. Şayet ayıklanırsa o bitki neşv-ü nemâ bulur ve güzel bir gıda olur. İnsan da böyledir. Allah-u Teâlâ kişiye ezelden ihsan etmişse, onda ekilmiş bir tohum vardır. Bu mânevî tohumun büyümesi için nefsi tezkiye etmek, zulmet perdelerini açmak, hayvânî sıfatlardan kurtulmak gerekiyor.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ’ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir.
Nefisle mücadelede galip gelen bir insan, Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile onu mezara gömer. Nefis ise bu arada işine gelmeyen bir hâl olursa, hemen feveran etmek ister. Onun hilesinin sızmadığı yer yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ insana o kuvveti verdiği için: “Sen dur, ben bu kadar uğraştım, seni yeni gömdüm, kıpırdamaya çalışma.” der. Üzerinde kabir taşının daima durması lâzımdır, yoksa kabirden çıkar gibi gömüldüğü yerden çıkar ve yapacağını yapar. Nefsi öldürmek başka, gömmek başkadır.
Samimi bir niyetle tevbe eden bir insan kötülüklerden vazgeçer. Nefsi ise içeriden, durmadan o işlerin tadını anmak ve yaptırmak ister. İnsan içini de sükut ettirirse, o artık iç ve dış hakimiyeti elde etmiş, tevbe kısmını tamamlamış olur.
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınamadıkça ruh hürriyete kavuşamaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe, ruhu diriltmek mümkün değildir
Nefsin işgali altında kalan ruh ya hastadır, ya da ölü mesabesindedir, yani canlı cenazedir.
Nefsin çeşitli hayvani sıfatları vardır. Mücadele ve mücahede yapıldıkça, bu sıfatlar bir bir küçülür. Bundan sonra her sıfat değiştikçe kuvvetten düşer. Sonraki sıfat daha zayıftır.
Fakat şu husus unutulmamalıdır ki, nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, küçülürse küçülsün, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ aslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman için tehlikelidir ve korunmak lâzımdır. Ne kadar küçülse, sıfatlar bir bir izale edilse bile kalan sıfatlar yine de tehlikelidir, icraatını yapmak ister.
Meselâ bir kedinin yapacağı tahribat, bir aslanın yapacağı tahribattan küçüktür. O şiddet kırılmış ve öldürülmüş olur. Öldürüldükçe de ruh terakki eder, yükselir.
Bu noktada mühim bir incelik vardır. Ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ’nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat nispetinde musallat olur, müsade edilmezse yine bir şey yapamaz. Bu noktada Allah-u Teâlâ’ya nasıl sığınmak ve merbudiyet kurmak gerektiğini, kişi bırakıldığı anda düşmanın kendisini istilâya hazır olduğunu belirtmek istiyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir duâları şöyledir:
“Ey Allah’ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma.” (Bezzâr)
Diğer bir duâları da şöyledir:
“Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır.”
Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ’ya sığınmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması, sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ’ya sığınması gerekir. İşte nefisle mücadele budur.
Nefsi size şöyle tarif edeyim:
“Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allahıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah’ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabbim kurtarır.”
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
“Ey Allah’ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru.” (Tirmizî)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Nefis perdelerinin kırılması ve insan tabiatının dünya hayatının lezzetleri içerisine dalmasının önlenmesi hususunda, ölümün hatırlanması kadar etkili hiçbir şey yoktur. Çünkü ölüm, insanın dünyadan ayrılış şeklini ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşma halini gözünün önüne getirir.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Ona öleceğini, bilcümle malından, evlâtlarından ve sevdiklerinden ayrılacağını sık sık duyurmalıdır.
Mezar ve hasta ziyaretleri ile cenaze merasimlerine iştirak etmek gönülde ölümü hatırlatmayı tazeler.
Bir de aç bırakmak lâzımdır, nefsin açlığa hiç tahammülü yoktur, hiç sevmez.
Bütün şehvetlerin, arzu ve isteklerin menbaı midedir. Açlık ise nefsin arzularını öldürür.
Bâzı zevât-ı kiram üç gün beş gün oruç açmamışlardır. Size bunu yapın demiyoruz, içinizden bir fert çıksın tecrübe etsin, neticesini sonra görsün.
Nefis başlangıçta süt emen çocuk gibidir. O kendi haline bırakılırsa, süt emme arzusu daha da artar. Sütten kesip alıştırılırsa, o da emmeyi bırakır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ’dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Hidayet nuru ise Zühal yıldızı gibidir, nefsin karanlığını deler geçer. Tevhid tohumu vücudun her yanına dal salar, ihata eder.
Kendisi ile dargın olanı önce kendisi ile barıştırmak gerekir. Çünkü onun nefsi ile ruhu çoktan arayı açmış. Kendi kendisi ile barıştırılmazsa, Hakk’a ulaştırmaya imkân olmaz.
Bir düşman bir memleketi istilâ edip zaptettiği zaman, orada kendi rejimini yürütmek ister. Hiç kimseye söz hakkı vermez, kimsenin hürriyete kavuşmasını istemez. Kendi eliyle yaptığı putlara tapındırmaya mecbur eder. Gizli veya açık ilâhlık dâvâsı güder.
Nefsi ile ruhu arayı açan kimsenin durumu da böyledir. Düşmanını öğrenip mücadeleye girişir, muvaffak da olursa hürriyetine kavuşur, işgalden kurtulur. Elindeki putu, gönlündeki mâsivâyı atar, Hakk’a ulaşır, dünya saâdetine âhiret selâmetine erer.
Nefis bulunduğu makam ve dereceye göre, insana değişik tuzak ve hileler kullanır. Her ne kadar bazen uslu duruyor gibi görünse de silâhları yanıbaşında hazırdır. Hiç tahmin edilmeyen bir anda aniden o silâhı kullanır ve ruhu öldürür.
Nefsin şeriattaki en büyük silâhı “Vesvese vermek”tir. Kalbi zikrullahtan uzak tutmak ve ibadetlerin faziletini gidermek için “Şu iş olmasa, şu şöyle olsa!” gibi vesveselerle kalbi daima meşgul eder.
Tarikatta ise uyuma emri verir. Müridi uyutmak suretiyle Hakk’ı zikirden uzaklaştırmaya çalışır. Bunun için de, yeme-içme gibi uyku sebeplerini çoğaltır.
Velâyet ve nübüvvet dâvâlarını karıştırır. Kişiyi yersiz dâvâların peşinde koşturur.
Marifete geçince Rubûbiyet dâvâsı sürmeye çalışır. Şüphesiz bu bir gizli şirk olur.
İnsanlarda hayvanî sıfatlar vardır ve bunlar çok çeşitlidir.
Bir kısım insanlar vardır ki, eti yenmeyen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmemiştir. Görünüşte çok iyi işlerde bulunurlar, fakat nefsi iman etmediği için niyeti bozuktur.
Diğer bir kısım insanlar da vardır ki, eti yenen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmiştir, fakat ıslah edememişlerdir. Onun içindir ki sıfat-ı hayvaniyede kalmışlardır. Hangi hayvanî surette ise o şekilde mahşere çıkacaklar. Suretlerinden kim oldukları bilinecek.
Bir kısım insan da vardır ki, ahlâk-ı zemimeden sıyrılıp, sıfat-ı hayvaniyeden arındıkları için insan suretindedirler. Onlar mahşerde insan suretinde haşrolunurlar. Vücudunu tamamen nûrlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın.
Bir de insan-ı kâmil vardır ki, onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
Sıfat-ı hayvaniye ancak Allah-u Teâlâ’nın göstermesi ile görülür ve bilinir. Allah-u Teâlâ dilediği kimseye o projektörü tuttuğu zaman, karşıdakinin her sıfat-ı hayvaniyesini, hangi sıfatta olduğunu görür. Başka türlü görülmez.
Size bir sır veriyorum.
Allah-u Teâlâ’nın göstermediği bir kimse, karşıdakinin sıfat-ı insaniyede mi, sıfat-ı hayvaniyede mi olduğunu nasıl bilir? Veya kendisini görmek isterse nasıl görür?
Eğer haramlara dalıyorsa sıfat-ı hayvaniyededir. Kesinlikle kararını ver, kimseye söyleme.
Değil haramlardan, en küçük şüphelilerden de sakınıyorsa insandır.
Yalnız şu kadar var ki hangi sıfat-ı hayvaniyede olduğunu bilemez, onun ilmi onu çözemez.
Herkese saldıranlar köpek sıfatında, düşmanlık yapanlar yılan sıfatında, hilekârlar tilki sıfatında, hırsızlık yapanlar fare sıfatında, nankörlük yapanlar kedi sıfatında, kıskanmayan kimseler domuz sıfatında... ve buna benzer hayvani sıfatlar vardır. Bugün piyasadaki en çok suret köpek ve domuz. Biz size misal veriyoruz.
Fakat eti yenen hayvan sıfatında olan kimseler ayrıdır. Kimisi öküz, kimisi horoz sıfatındadır. Koyun sıfatında olan çok azdır, mülhimeye geçmesi lâzımdır.
Velev ki iki kardeş de olsa, hanıma dikkat edenle etmeyen ayrıdır.
Mesela bir kuluçka tavuğunun altında ördek yavrusu da bulunur, civciv de bulunur. Fakat ördek suyu gördü mü hemen dalar, civciv dalmaz.
İnsan kendine baksın. Ben neredeyim? İster en yakını olsun, ister arkadaşı olsun, bu bir ölçüdür.
Sıfat-ı hayvaniyenin hangisini huy edinmişse, hangisi ile amel ediyorsa, o sıfat onda mevcuttur. O sıfatla ölecek, o sıfatla dirilecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Her kişi öldüğü hâl üzere dirilir.” (Müslim: 2878)
Perde kalkınca herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”
Hangi hayvanî sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.
•
Sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için iki temsil arzedeceğiz. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Bir gün bir kadın geldi, bir rüyâ anlattı. “Yüksekçe bir yerde oturuyordum. Bir baktım aşağıdan uzun bir fare geliyor. Bana dediler ki: ‘Bu senin kocandır.’ O benim nasıl kocam olur derken, yüzüne dikkatlice baktım, hakikaten de ona benziyordu.”
“Evet evet hanım dedik, sıfat-ı hayvaniye böyledir. İnsan yarın bu kalıp elbisesini soyduğu zaman, asıl sureti meydana çıkacak. Her insanda bu sıfatlar mevcuttur, ancak izale edenler müstesna.”
•
Bir başka temsil arzedelim. Adamın birisi takmış kafasına: “Ah, bir Hızır olsam!” deyip dururmuş. Hızır Aleyhisselâm bir gün karşısına çıkar ve: “Hızır olsan ne yapardın?” der. O da: “Bana bir saatliğine Hızır’lığını verse, bak ne yapardım!” diye cevap verir. “Peki” der Hızır Aleyhisselâm: “Ben Hızır’ım, bir saatliğine sana Hızır’lığımı verdim, yapacağını yap.”
Adamın o anda perdesi açılır. Efkâra bakınca bir de ne görsün? Bütün insanlar hayvan.
Bir eskici görür insan sıfatında ve ona: “Ben Hızır’ım, ne istersen iste benden!” der. Eskici oralı olmaz: “Ben muhtaç değilim.” der. İnsan sıfatında iki kişiye daha rastgelir, onlara da teklif eder, onlar da hiç oralı olmazlar, hiçbir şey istemezler.
Daha bir saat dolmadan: “Gelse de şu emaneti versem!” diye Hızır Aleyhisselâm’ı beklemeye başlar. Nihayet gelir: “Ne yaptın?” diye sorar. O da anlatır. “Benim gayem insanlara yardımcı olmaktı, fakat ben insan göremedim ki yardımcı olayım. Al şu emaneti de kurtulayım.” der.
İşte insanların durumu budur.
•
Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabb‘iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsrâ: 84)
Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.
İlk nefis terbiyesi tarikatta başlar. Zira Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmeyen bir kimse, nefsini tanıyıp tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla mücadele etsin, ıslahına çalışsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Küçük cihaddan büyük cihada döndük.”
Buyurarak kâfirle olan cihadı küçük, nefisle olanı büyük saymıştır.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî)
Kişi Tarikat-ı aliye’ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadele ve mücahedeye başlar.
En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir.” (Tirmizî)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 10)
Mükerrem denilmeye lâyık olan insan, nefsini tezkiye etmiş, güzel ahlâk sahibi olmuş; içini, dışını, işini temizleyen, şeriat hizmetinde, tarikattaki esaslara nâil ve vâkıf olan insandır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)
İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir.
•
Nefis başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Terbiye ile ıslah veya ifsada kabiliyetli bulunduğundan, bir ilim-irfan erbabının taht-ı terbiyesine girmeye muvaffak olursa; ilim, irfan ve fen öğrenerek terbiye olur, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?” buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Tarikat-ı aliye’deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir.
Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.
Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kağıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.
Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.
İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır.
Evvela didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.
Hakikattaki nefis terbiyesinin misâli de buğday tanesidir. Bir buğday tanesi toprağa düştüğü zaman önce çürüyor, varlığı yok oluyor. Sonra izn-i ilâhî ile filiz veriyor, birçok başak yetiştiriyor. Olgunlaşıp başını eğince ehli onu biçiyor. Harmanlarda atların ayakları altında, makinelerde haddelerin arasında çiğneniyor. Taneleri ve samanları ayrılıyor. Buğday ambara, saman samanlığa konuluyor.
Bütün bunlara rağmen buğdayın işi bitmez. Değirmene götürülerek taşların arasında ezilir ve un hâline gelir.
Bu kadarla da bitmez, su ile yoğrulup hamur olur. Sonra fırına atılır. Şiddetli ateşler içinde uzun zaman yanar ve pişer. Güzel bir ekmek hâline gelir. Ancak bundan sonradır ki faydalı bir gıda hâline gelmiştir.
Ekmek fırına girip piştiği gibi, insan da ibtilâ çeke çeke pişer ve olgunlaşır.
Rivayet olunur ki Musa Aleyhisselâm bir gün: “Yâ Rabbi! Müminleri harplerde atların ayakları altında niçin çiğnetiyorsun, kullarını cehennemde niçin yakıyorsun?” diye münâcatta bulunur. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselam’ı göndererek ona buğday ekmesini emreder. Musa Aleyhisselâm buğdayı eker, biçer, harman yapar. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyar. Kalan hışırtıyı da yakarken Cebrâil Aleyhisselâm gelir. “Yâ Musa ne yapıyorsun?” diye sorar. “Buğday ektim, biçtim, harman yaptım. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koydum. Hışırtıyı da yakıyorum.” diye cevap verir O zaman Cebrâil Aleyhisselâm: “Allah-u Teâlâ da işte böyle yapıyor.” buyurur.
Bir insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için mânevî olarak ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra çeşitli ibtilâlara, imtihanlara maruz kalır. Bu sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse, tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ verilmeseydi samanlar arasına karışıp gidecekti. Mânevî ibtila fırınlarında pişe pişe ekmek olur, ondan herkes gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı yoktur. Allah-u Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki, üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok iyi bilir.
Bunlar Mürşid-i kâmil olan kısımdır. Allah-u Teâlâ ona o vazifeyi vermiştir. Veren O, gönderen O, yaptıran yine O. “Yaptım” diye bir şey yoktur. “Yaptım” dememesi için zaten onu o hâle koymuştur.
Diyelim ki sen bir buğdaysın, toprağa düştün ve çürüdün. Sonra tekrar filizlendin, başak verdin. Kesildikten sonra harman oldun. Tanelere ayrıldın. Taşların altına girerek öğütüldün, un oldun. Üstelik o toz da üfleyince yok oluyor. Peki senin varlığın nerede kaldı? Bütün fiiller Fâil-i mutlak’ındır. Mevlâ dilediğini dilediği yere koyar, dilediği yerde vazife gördürür. Bütün icraatların kendisine âit olduğunu dilediğine duyurur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara: 261)
Bu veriş, Allah-u Teâlâ’nın dilediğince olacaktır.
Marifetteki terbiyeye gelince; dağ kadar büyük bir kaya düşünün. Nefsin kendisini parçalamak, bu kayayı parçalamaktan zordur. Parçalandıkça, her bir parça ile nefsin bir varlığı atılır. Her parçanın atılışında da yükseldiğini ve terakkî ettiğini görür. Bu yükseliş çok süratlidir. Mümin-i kâmil’in kalbi Arşırahmân’ın fevkinde olduğuna göre, tasavvur buyurun ki o insanın ne kadar yükselmesi gerekiyor?
Kişi varlığını yok etmedikçe, eriyip hiç olmadıkça aslâ marifete erişemez.
Bu dağ gibi kaya paramparça olduğu zaman, içindeki öz meydana çıkar. Bu dağ parçalanacak ki o nur ortaya çıksın. Nefsin nurunu bulmak demek, onu halkedeni bulmak demektir. “Men arefe”nin sırrı burada tecellî eder.
Şimdi bir nefsin simsiyah durumuna bakın, bir de onu halkedene bakın. İşte oraya erişen o nurla erişir. Artık o karanlık nefsinin varlığından eser kalmaz. Vücudunun en kötü yeri iken, şimdi en iyi yeri olur. Çünkü o artık nurdur, o nur ile Âlem-i lâhut’a erişir. Başka türlü Lâhut âlemi’ne erişemezdi.
Hatta bazı kimselerin “Benim yolum tarikat yolu değil hakikat yoludur.” demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor. Halbuki tarikattaki mücadeleyi bilse, değil o yola girmek, hemen kaçar. Bu yolları yürümeden, Tarikat-ı aliye’ye ayak basıp hakikate çıkmadan, insanın mârifete ulaşması; ilkokulu okumayan bir insanın üniversitede okuyorum demesine benzer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamala-rını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
Hakk’a uymayıp, Hakk’ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminûn: 71)
Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır.
Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk’ı ve hakikati duymak, üzerinde düşünmek istemezler.
“Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” (Müminûn: 71)
Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar.
•
Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.
Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî: 2461)
Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ’nın kendisini affedip cennete koyacağını temenni eder durur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2020)
Dinî, dünyevî saâdet ve selâmet yollarını öğrenmek için tecrübe zamanı demek olan bu müddet Hadis-i şerif’te altmış yaş olarak sınırlandırılmıştır. Artık bu yaşa varan kimsenin kusurları hakkındaki mazeretleri kaldırılmış oluyor. Ancak tevbe istiğfar etmek ve gönülden Hakk’a yönelme yolu bulunuyor.
Bir kardeşimizle konuşurken nefisle mücahededen bahis açılmıştı. “Yavaş yavaş alışacağız inşaallah.” dedi. Bu sözü hem tuhafımıza gitti, hem de hoşumuza gitti. Yaşını sorduk. “Altmış üç” dedi. “On üç desen daha çok yakışacak.” dedik. Çünkü yavaş yavaş alışacağımıza göre, demek ki önümüzde çok vakit var.
Ve mücahedenin, mücadelenin hakikatini ona izah ettik.
Milâdî 1541 yılında Şereflikoçhisar’da dünyaya geldi. Medrese tahsilini İstanbul’da tamamladı. Hocası Nâsırzâde ismindeki zât Edirne’ye müderris, Mısır ve Şam’a kadı tayin edildiği yıllarda onu da yanından ayırmadı. 1573’te Mısır’dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye medresesine müderris ve Câmi-i Atik mahkemesi’ne nâib tayin edildi. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına getirildi.
Kadılığı esnasında bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu, sırat ve mizan kurulduğunu, sâlih kişiler olduklarını zannettiği pek çok kimsenin, hususiyetle çok sevdiği hocası Nâsırzâde’nin de cehennemlikler arasında bulunduğunu gördü.
Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve teessür içindeki günlerde mahkemeye bir dâvâ getirildi.
Boşanma dâvâsı ile huzuruna gelen bir kadın, kocasının her sene Hacc’a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet edip eğer gitmezse kendisini üç talâkla boşayacağını söylediğini, fakat arefe gününe kadar gitmediği halde kurban bayramı günlerinde birkaç gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak Hacc’a gidip geldiğini söylemek suretiyle yalan konuştuğunu, bu itibarla talâkın gerçekleşmesini istedi.
Yanında bulunan kocası ise, arefe gününe kadar memleketinden ayrılmadığını kabul etmekle beraber, Hacc’a gidip geldiğini, hatta orada görüştüğü arkadaşlarından dönüşlerinde şâhitlik yapmalarının istenebileceğini söyleyerek talâkın gerçekleşmediğini savundu.
Dâvâ, kadı Mahmud efendi tarafından hacıların dönüşüne kadar tehir edildi.
Hacılar döndükten sonra ise, kocanın iddiasında doğru olduğu hacı arkadaşlarının şâhitlikleri ile anlaşıldı. Bunun üzerine kadı Mahmud efendi talâkın vâki olmayacağına dair hükmü ilân etti.
Kararı açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve gidiş-gelişin ne şekilde gerçekleştiğini adamdan gizlice öğrenmek istedi.
O da eskici Mehmed Dede adı ile anılan bir zâtın mânevî delâletiyle tayy-i mekâna nâil olduğunu söyleyince, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri Mehmed Dede’ye başvurarak inabe talebinde bulundu.
Mehmed Dede ise: “Nasibin bizden değildir, Hazret-i Üftade’dendir, varın ona müracaat edin.” deyince dünyevî meşgalelerini terkederek Üftade -kuddise sırruh- Hazretleri’ne intisap etti.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- ondan; önce mal ve mülkten, ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini ve üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını istedi. O da bütün bunları tereddütsüz kabul ederek şeyhinin irşad halkasına katıldı.
Şeyhine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve mülkünü fakirlere dağıttı, sonra da memuriyeti terk etti. Arkasından da nefsini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyazete başladı.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- bir gün müridine:
“Haydi evlâdım! Bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokaklarında dolaşıp satmalısın.”
Diye emretmiş, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri de hiç tereddüt etmeden sırığı samur kürkün üzerine almış ve Bursa sokaklarında: “Ciğerci... Ciğerci!...” diyerek satmaya başlamıştı.
Bu hâli gören ahâli: “Kadı çıldırmış!” diyerek aleyhinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat o, bu şekilde nefsini kırıp ruhunu yükseltmek için, bu söylenenlerin hiç birine aldırmadı.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri ciğer satma vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirdikten sonra onu dergâhın helâlarını temizlemeye memur etti. Bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek sesleri geldi. Meğer kendisinin yerine, yeni tayin olunan kadı geliyormuş ve halk onu karşılamakla meşgul imişler. Hazret halkın bu âdetini bildiği için, sesleri duyunca kendi kendine:
“Yeni kadı geliyor hâ!... Biçare Mahmud, sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelere hizmetkâr oldun!”
Diyerek nefsinin iğfaline kapıldı. Hatırından bir an bunlar geçince derhal toparlandı ve:
“Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermedin mi?”
Diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve elindeki süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda şeyhi yetişmiş ve:
“Evlâdım! Sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey yapılmaz.” diyerek omuzundan yakalamış, sonra da:
“Maksat bu mertebeyi atlatmaktı.” buyurmuş, sâdık müridini içeriye alıp dergâha götürmüştü.
Kemâliyet lâf ile değil, yaşama iledir. Bunlar bu yolda hep birer vartadır, birer imtihandır. Şeyhine karşı teslimiyet ve merbudiyet sayesinde bu imtihanlar atlatılabilir. Bütün bunlar ilâhî takdirin tecelliyâtıdır. Allah-u Teâlâ bu lütfu ona bahşedecekti, takdirinde vardı, imtihanın neticesinde takdir olunan bu lütfa nâil oldu.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin taht-ı terbiyesinde her geçen gün mânevî tecellîlere nâil oluyor, ruhu olgunlaşıyordu. Nefsini tezkiye ile kalbini tasfiyeye muvaffak olan Hazret, artık nebâtâtın bile tesbihini duyar hâle gelmişti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyr-ü sülûk’unu tamamladı ve irşada mezun oldu.
Şeyhinin vefatından sonra Rumeli’ye gitti. Trakya ve Balkanlar’da bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a geldi. Bu arada Üsküdar’da kendi dergâhını inşa etti.
Halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir sahası meydana getirdi. Dergâhı her zümreden insanlarla dolup taştı. Akın akın gelenler, hasta kalplerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Devrin padişahları ona hürmette kusur etmediler.
Milâdi 1628 yılında seksen yedi yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve zâviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.
Hususiyetle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler hakkında:
“Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler ve imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler.”
Şeklindeki duâsı, türbesini ziyaretçisi en çok olan türbeler arasına sokmuştur.
Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Tam yedi perdeli hâli “Nefs-i emmâre”dir. Bir perdenin kalkmasıyla “Levvâme”, iki perdenin kalkmasıyla “Mülhime”, üç perdenin kalkmasıyla “Mutmainne” gibi isimler alır. Daha sonra “Râziye”, “Mardiyye”, “Sâfiye” gibi dereceler gelir.
Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.
Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgâr, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in makamıdır.
Altı derecenin ismi Kur’an-ı kerim’de açık olarak zikrediliyorsa da, “Nefs-i sâfiye” Âyet-i kerîme’lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.
Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır.
İnsanı zorla kötülüğe sürükleyen nefistir.
İnsânî ruh, hayvânî ruhun şehvânî arzularına boyun eğerek ona itaat eder, bütün hallerinde ona muvafakat edip hükmü altına girerse, onun bu hâline “Nefs-i emmâre” denir.
Nefs-i emmâre hâlindeki insanın kalbi, cisme âit nimetlerle şehvetlere dalar, hâlini değiştirir. Mevlâ’dan uzaklaşır. Daha önce âmir iken, memur durumuna düşer. Eğer kalp, bu mertebede uzun müddet beklerse, onun artık gayb âlemine yönelmeye gücü de kalmaz. Zira gayb ayna gibidir. Toz ve pastan arınmış oldukça, insan onda şekilleri net ve berrak olarak görür. Uzun zaman parlatılmazsa, pas onun cevherini büsbütün kaplar. Parlatmak da körlüğünü gidermez. Böylece aynalık özelliğini kaybetmiş olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki her şeye cilâ verecek bir âlet vardır, kalbin cilâsı ise zikrullahtır.” (Câmiu’s-sağîr)
Kalp, gayb âlemine yönelerek mâsiyetlerden kaçarsa, zikirle-fikirle perdeler açılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyanın hakikatlerine, ince mânâlara ve ilâhî tecellîlere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yükselir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadîs-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurmuştur. (K. Hafâ: 2256)
Mümin kulun kalbine sığmaktan maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. Yoksa “Allah kulların kalbine girer.” demek değildir.
Birinci makamda insânî ruh, şehvânî nefse yenilip kötülüğü emredici olduğundan emmâre adını almıştı.
Âyet-i kerime’de:
“Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)
Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, bilse de bilmese de çeker götürür.
Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silâhlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir.
“Ancak Rabb’imin merhamet edip koruduğu hariç.” (Yusuf: 53)
Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır.
“Şüphesiz ki Rabb’im bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf: 53)
Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.
Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır.
•
Bu nefsin seyri “İlâllah”tır, yani Allah’a doğrudur. Âlemi, bu görünen şehâdet âlemidir. Yeri göğüstür. Hâli meyildir. Yolu şeriatın dış ölçüleridir.
Sıfatları:Cehâlet, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzâ, ahmaklık, unutkanlık, buğz, çabuk isyan, çok yemek, çok içmek, çok konuşmak, fazla neşe, âvârelik, şımarıklık, din ehlinin hâlini inkâr... ve benzerleridir.
Nefs-i emmâre de Rabbânî bir latîfedir. Şu kadar var ki, kötülüklere meyletmesi, şehvetlere düşkün olması sebebiyle pislenmiştir. Şehvet düşkünü hayvânî nefsin hükmü altında kalıp ona uymakla hayvanların yoluna girmiştir. İnsan için de en büyük düşman hâline gelmiştir. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur.
Hâdis-i şerif’te:
“En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” buyuruluyor. (Beyhakî)
Çünkü zâhirî düşman ikram ve ihsanlar karşısında dost olup sadâkat gösterebilirken, nefis lütuf ve ihsandan anlamayıp zararını daha da çoğaltır.
Nefs-i emmâre’deki bir insan, kötülük yapmaktan en ufak bir pişmanlık duymaz, yaptığından hiçbir pişmanlık duymayan hayvana benzer.
Fâsıklar, kâfirler ve münâfıklar nefs-i emmâre grubuna girerler.
1. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmeye çalışır, nehiylerinden kaçınmaz.
“İstediğini yap ölümü tadacaksın,
Dilediğin gibi yaşa sonunda ayrılacaksın.”
2. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat etmediği gibi, nehiylerinden de kaçınmaz. Fakat itaat edenleri sever.
“Dünyânın muhabbeti âhiret saâdeti,
Hangisini tercih edersen nefsini ona satmış olursun.”
3. İsmi İslâm’dır. Fakat İslâm’ın hiçbir emrini yerine getirmediği gibi, İslâm’ı ve müslümanları sevmez.
“O ki tasdik etmez sünneti kitabı,
Susmak konuşmamaktır onun cevabı.”
•
Nefs-i emmâre derecesinde bulunup da oradan uzaklaşmak için herhangi bir gayret sarfetmeyenler, kendilerinde ıslah alâmetleri görülmeyenler cehennemde bulunmaya devam edenlerdir.
İnsanın belli bir süreye kadar yaşama garantisi olmadığı gibi, nerede ve ne zaman ne şekilde öleceğini de hiç kimse bilemez. Bunun içindir ki gelecek için şimdiden hazırlık yapmalı ve insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır.
İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir.
İkinci makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbâdetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhi’yi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Bu gibi kimseler için de iyi vaadler vardır:
“Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb’inin mağfireti geniştir.” (Necm: 32)
Bu makamın seyri “İlallâh”tır. Âlemi, berzah âlemidir. Yeri gönüldür. Hâli muhabbettir. Yolu tarikattır.
Sıfatları:Kınama, haset, kötü fikir, ucb, işret, halkla çekişme, kahır, temennâ, körü körüne tevekkül, gizli riyâ, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur.
Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.
Zâhidler, nefsin emmâre ve levvâme derecesindedirler.
Levvâme olan nefis de kendisine zulmettiğinden dolayı ona “Zâlim” denilmiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruyor. (Fâtır: 32)
Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.
Nefs-i levvâme’de gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.
Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir. Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme’sinde:
“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruyor. (Kıyâmet: 2)
Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.
•
Bir insan Tarikat-ı aliye’ye kabul edildiği zaman nefs-i emmare ile girer. Bir taraftan ilim-irfan ile meşgul olurken, diğer taraftan da daimi surette nefisle mücadele halindedir. İlim cihad, ilim cihad...
Ve bu suretle nefs-i emmare’yi yendiği zaman bir sıfatı küçülmüş ve bir perde kalkmış olur. Fakat Nefs-i emmare’nin büyük arzuları kökleşmiş olduğu için, bu arzuları birden söküp atamaz.
Tekrar mücadeleye mücahedeye devam eder. İlmiyle irfaniyle nefs-i levvame’yi de katettiği zaman bu perde de kalkar. İnsan nispeten mülayimleşir, hilm sıfatına bürünür, nefs-i mülhime halini alır.
Nefs-i emmare artık o kötü sıfatlarını kaybetmiş-tir. Bu kayıpların sebebi de şudur:
Allah-u Teâlâ lütfuyla ona ezelden Mürşid-i kâmil’i nasip ettiği için, nasibini aldıkça ruhu kuvvet bulur. Elinden geldiği kadar hakikati öğrenmeye gayret eder. Bir taraftan da nefsi ile mücadelesini ve mücahedesini devam ettirir.
Nefs-i levvâme’nin iki yüzü vardır. Bir yüzü Nefs-i emmâre’ye, diğer yüzü de Nefs-i mülhime’ye bakar. Nefs-i emmâre’den bir bakıma yüzünü çevirmiştir, fakat tekrar meyletmesinden korkulur.
İbâdet, zikir ve riyâzetlerin artması, nefisle şiddetli bir mücâdeleye girişilmesi neticesinde kalp üzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin üçüncü makamına çıkılmış olur ki, bu makama “Nefs-i mülhime” denir.
Allah-u Teâlâ’nın insânî ruha isyan ve itaatını vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye “Mülhime” ismi verilmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
Ruh terakki edip kuvvet buldukça nefse hâkim olmak ister. Birçok mücâhede ve mücâdeleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vücutta hâkimiyet ruhun eline geçmiştir.
Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülayimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.
Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil’in kılavuzluğu ile gidebilir.
Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, Nefs-i mülhime’den sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah’a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır. Zira vuslat mürşidsiz olmaz. Mürşid onu şüphe karanlıklarından kurtarıp tecellî nurlarına çıkarır.
Bu makamda kalanların bazısı yarı deli yarı velidir, bunlara “meczub” denir.
Nefs-i mülhime’nin seyri “Alellah”tır. Bu makamda sâlikin kâlbinde hakikat nurları doğduğundan, onları müşâhede etmekten dolayı içinde mâsivâ kalmaz. Âlemi, ruhlar âlemidir. Yeri ruhtur. Hâli aşktır. Kendisine gelen mânâ mârifettir.
Sıfatları: İlim, cömertlik, kanaat, tevâzu, sabır, ezâya tahammül, özürleri kabul, güzel zan, hoşgörü...
Bu makamda sâlik, bütün varlıkların âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın kudret elinin altında olduğunu müşâhede ettiğinden, hiçbir mahlûka itirazı olmaz. Fâil-i mutlak’ın fiillerini seyreder. Aslâ geri dönmemeye gayret eder.
Nefs-i mülhime’nin diğer vasıfları da şunlardır:
Hayretle şaşkınlığa düşmek, makamlara ermek, kabz ve bastın gelişi, havf ve recânın gidişi, zikrullahı sevmek, güler yüzlülük, hikmetle konuşmak, müşâhede ve murakaba...
Bu makamda mürid zayıftır, Hakk’a gidemez. Celâl ve Cemâl’i fark edemez. Beşeriyetin gereği haller ondan tamamen silinmediği için, gafil olduğu bir anda nefsi hemen geriye dönüp aşağıların aşağısına iner ve eski kötü alışkanlıklarına devam eder. İtikadı bozulup ibâdeti terkeder. Şeytâni hayalleri Rahmânî tecellîler sanır. Böylece helâka gider.
Bu makamdaki sâlike en mühim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Mürşid-i kâmil’e öz irâdesi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Çünkü bu makamda yükselmek mümkün olduğu gibi, her an düşmek tehlikesi de vardır.
Nefs-i mülhime Kur’an-ı kerim’de şu şekilde geçmektedir:
“Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 7-8-9)
Âyet-i kerime’lerde nefse iyilik ve kötülüklerin ilham edildiği bildirilerek, ilham alan nefse dikkat çekilmiştir.
Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen “Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased...” gibi kötü huylardan temizlenmektir. “Temizlenen kurtulmuştur.” Beyan-ı ilâhi’si de bu mânâdadır. Yoksa zâhiri temizlik, ya da “Oruç tuttum temizlendim.” gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.
•
Bu makamda kalanların bazısının yarı deli yarı veli olduklarını söylemiştik. Bunun mânâsını size üç noktada izah edelim:
1. Fenâfillah’a ulaşmış bir Mürşid-i kâmil müridi yürütür, yürü demez.
Binâenaleyh bir müridin ezelde böyle bir Mürşid-i kâmil’de nasibi varsa; “Emmâre”yi ve “Levvâme”yi geçip “Mülhime”ye geldiği zaman “Fenafişşeyh” olur ve “Fenâfirresul” kalesine alınır, tahsile başlar. Bundan haberi bile olmaz, icabederse duyururlar, icabetmezse duyurmazlar. Kimisini açık kimisini kapalı götürürler.
2. Fenâfillah’a çıkmamış bir mürşid ise müridi yürütemez, ders verir yürü der. O da Fenâfirresul’e kadar gelir, önüne koca bir kale çıkar ve burada durur. Onu içeriye alacak bir fert olmadığı için öteye geçemez. İlim, amel ve ihlâsı nispetinde ibadetine taatına devam eder ve Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi olabilir.
3. Bu ikinci sınıfta olan kimselerin bazıları da o kalenin önünde bocalar. Bocalayınca şeytan zaten onun peşindedir, hemen yuları ona takar. Evden eve, bayırdan bayıra, dağdan dağa dolaşır. Şeytan onu bu güç noktalara sokunca, bu sefer küfretmeye başlar. Şeytan bu hâli ona sevdirdiği için, marifet yapıyormuş gibi hoşuna gider. İhlâsı da elinden alınır. Artık onun orada tutunması Mevlâ’ya kalmış. Kimisi de en aşağı dereceye kadar düşer. Allah’ımız cümlemizi muhafaza buyursun!
Hülâsa edecek olursak; birisi Fenâfirresul kalesine giriyor ve tahsiline devam ediyor, ötekiler kaleye gelince içeriye alınmadığı için -çünkü orası girme yeri değil, alınma yeridir- kimisi ihlâsıyla devam ediyor, kimisi de bocalayıp aşağıya kayıyor.
Şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, Mevlâ’nın hitâbıyla ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp üzerindeki dördüncü perdenin kalkmasıyla, ruh mutmainne makamına yükselir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:
“Ey mutmainne olan nefs!” kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)
Nefs-i mutmainne’de müridin seyri “Seyr-i maallah”tır. Âlemi, hakikat-ı Muhammediye’dir. Yeri sırdır. Hâli, sâdık bir tatmin hâlidir. Kendisine gelen mânâ şeriatın bazı sırlarıdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir.” (Muhammed: 5)
Sıfatları:Cömertlik, tevekkül, sabır, şükür, hilm, teslimiyet, rızâ, sıdk, ibadet, rifk, güleryüzlülük, tam müşâhede, sürekli huzur, büyüklere tâzim, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları örtme, hataları bağışlama...
Sâlik bu makamda Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’ye tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi görenlerin gözleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sözleri bıkkınlık değil, sıdk ve safâ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mânâ inceliklerine tercümanlık eder. Oysa ki, ne bir kitap mütâlâa etmiş ne de kimseden bilgi istemiştir. Söyledikleri Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere uygun gelir. Çünkü o “İlhâmât-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Bundan dolayı edep ve hayâ deryasına dalmıştır. Ona haşyet ve heybet hâli verilmiş, vakar elbisesi giydirilmiştir.
İnsanlarla ara sıra görüşüp, iç âlemine doğan hikmetlerden onlara söyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder.
Çoğu vakitlerini ibâdetle geçirir. Tâ ki daha yüksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın.
Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturmak için Allah-u Teâlâ’ya niyazda bulunmalıdır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin.” (Taberânî)
Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir.
Bu makamda duâ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hâl alır.
Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker.
Tevhidin; vücudî tevhid, şuhudî tevhid, meşhud tevhid olmak üzere üçe ayrıldığı ve bunların izahları daha önce yapılmıştı. Ancak nerede olduğu izah edilmemişti.
Şuhûdî tevhid Nefs-i mutmainne’de tecellî eder. Artık teslim olduğu, itminan olduğu için, Allah-u Teâlâ’nın kudretini seyretmeye başlar.
Kör göz, şaşı göz, bir de gören göz var demiştik. Nefs-i emmâre’de olan bir insan zâlim ve câhil olduğu için, ancak zahiri ilimlerle yani satır ilimleri ile kulaktan duyduğunu alır. Zannı ile, dış duygusu ile icraatını yapar. Kendi içtihadı ile hareket eder. Bir müddet hakikata kördür.
Nefs-i mutmainne’ye geçen bir insan ise şaşıdır. Allah-u Teâlâ’nın azametini seyrederken, kendi varlığını da seyreder. Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyet sırlarını her zerrede temâşâ ettiği gibi varlığı ile temâşâ ettiği için biri çift görüyor, körlükten kurtulamamış, fakat şaşı olmuş.
Tasavvur buyurun Tarikat-ı aliye nasıl bir ilim-irfan mektebidir ki, körlükten kurtulup şaşı haline geliyor. Daha da çok çalışabilirse, Allah-u Teâlâ onu gören göz de yapar. Binaenaleyh Nefs-i mutmainne’de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine rızâ gösterir.
Ârifler, nefsin mülhime ve mutmainne derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecellî eder.
Burada ihlâsla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine boyun büktüğü zaman; Râziye’ye, Mardiyye’ye çıktığı gibi, Nefs-i sâfiye’ye dahi çıkabilir.
“Ey mutmainne nefis!” diye başlayan Âyet-i kerime’nin sonunda:
“Gir cennetime!” (Fecr: 30)
İfadesi yer almaktadır. İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir.
İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif’te:
“Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir.” buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce)
Allah-u Teâlâ’nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline “Nefs-i râziye” denir.
Bu makamda sâlik denize düşen çöp gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa çalkaladığı gibi, o da hükm-i ilâhi’ye öylece teslim olmuştur. İrâdesini Hakk’ın irâdesine bağlamış, reyini de O’na vermiştir.
Bu nefsin seyri “Fillâh”tır. Âlemi, lâhut âlemidir. Yeri, sırrın sırrıdır. Hâli, fenâya varmış olmaktır.
Sıfatları: Verâ, ihlâs, muhabbet, Mevlâ ile dostluk, ilâhi huzur, kerâmet, mâsivâyı terk, teslimiyet, rızâ, eziyetlere sabır, halkı irşad, en ince edeptir. Duâsı reddedilmez. Herkes tarafından saygıyla karşılanır.
Râziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur’an-ı kerim’de şu hitâb-ı ilâhî ile taltif edilmişlerdir:
“Dön Rabb’ine! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak.” (Fecr: 28)
Öyle bir halde dön ki, sen Rabb’inden hoşnut, Rabb’in de senden hoşnut.
Bu makama yükselen nefisten Hazret-i Allah râzı olduğu için “Nefs-i Mardiyye” adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir.
Bunun seyri “Anillâh”tır. Âlemi şu görünen şehâdet âlemidir. Yeri hafâdır. Hâli hayrettir. Yolu şeriattır.
Sıfatları: Allah ve Resul’ünün ahlâkı ile ahlâklanmak, hataları bağışlamak, ayıpları örtmek, güzel zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek, insanları karanlıklardan kurtarmak için onlara meyl ve muhabbet...
Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah için olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Görünüşte insanlardan ayrılmaz, fakat bâtında Hakk iledir. Kalbi mâsivâdan kurtulmuştur.
Muhtaç olduğu ilimleri Allah-u Teâlâ’nın izniyle mânâ âleminden madde âlemine taşır ki, insanlar istifade etsin.
İfrat ve tefritten kaçınır, orta yolu takip eder.
“Vâkıflar”, nefsin Râziye ve Mardiyye derecelerindedirler. Bu dereceler “Fenâfillâh” makamında tecellî eder.
Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor.
Bu makamda nefis artık sâfileşmiş, süzülmüş, vücudun en kötü yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur.
Bu makamda sâlik Hakk’ın elindedir. Hakk’ı bilir ve her şeyini de Hakk’tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını düşünür. “Neme lâzım, o Sâhibime aittir.” der. Çünkü o çok iyi bilir ve görür ki Allah-u Teâlâ evin sâhibi, kendisi ise misafirdir. “Hû komşu!” denir ya, buradaki “Hû!..” bizzat ev sahibine seslenmektir.
O’ndan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O’ndan ister. Çıkacak hükm-i ilâhî’ye peşin olarak râzıdır.
“Meşhud tevhid” nefsin sâfiye derecesinde tecellî eder.
Hiç olduğu zaman, perdeler aralandığı zaman, O’nu gördüğü zaman, O’ndan başka bir şey görmediği zaman meşhud tevhid tecellî eder.
Fakat bu göz onun değildir. Bunu kör göz nasıl görebilir?
1. Onlar Hakk’ın kölesidir. İyi bilirler ki, Mevlâ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez.
2. Bir damla rahmet-i ilâhî’ye muhtaç olduklarını bilirler.
3. Bildirilmedikçe, bildirilmeyen hiçbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler.
4. Mevlâ dilerse bunları dâire-i saâdetine alır ve dâire-i saâdetine ancak bunlar alınmışlardır.
Bunlar birer hakikat ölçüsüdür. Hareketler buradan anlaşılır.
Herkes nefsinin derecesine göre bu ilmi anlar.
Âyet-i kerime’de:
“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruluyor. (Yusuf: 76)
Allah-u Teâlâ nefsi ile cihad yapan kullarına yardımda bulunacağına dair Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebût: 69)
Azami gayret mânâsı çıkıyor. Allah-u Teâlâ azmi ve ihlâslı niyeti nispetinde kulunu destekler, yolunu açar, hidayetini arttırır, imanını kemâlleştirir.
Bu Âyet-i kerime’nin içinde birçok ince sırlar vardır.
Yolunu açtığı zaman önünü görüyorsun, hidayetini artırdığı zaman O’nu görüyorsun. Bu ise o hâle erdirdiği kimselere mahsustur.
O noktaya vardığın zaman sen artık bir robot, bir perde oluyorsun. Doğrudan doğruya: “Ben seninle beraberim.” buyuruyor. “Ben seni destekliyorum, yürü!” buyuruyor.
Yolunu açmazsa önünü göremezsin, hidayete erdirmezse bilemezsin, imanını kemâlleştirmezse göremezsin.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buhârî - Müslim)
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder.
İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O’na kavuşmak için, O’nun yolunda feda etmek ister.
Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatini de onlardan başka bilen olmaz.
1. Sıddık-ı Ekber: Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz’e âittir.
2. Allah-u Teâlâ’nın has kulları olan mukarreb sıddıklar.
3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar.
Ulvi olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî halinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Bunlar;
“Emmâre”, “Levvâme”, “Mülhime”, “Mutmainne”, “Râziye”, “Mardiyye” ve “Sâfiye”dir.
Bu yedi perde, yedi elbisedir. Kişi seyr-ü sülûk yolunda ilerledikçe bu elbiseleri bir bir kaldırılabilirse “Sâfiye makamı”na çıktığı zaman Hakk’a varmış olur.
Ve:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (K. Hafâ: 2256)
Kudsî Hadis-i şerif’inin tecelliyatına erer. İlmin sonu Hakk’a varmaktır, tecelliyatının sonu yoktur.
Meselâ denize düşen bir insanın, canını kurtarmak için üzerindeki elbiseyi attığı gibi; hakikat deryasına düşen bir insan da, imanını kurtarmak ve Hakk’a kavuşmak için beden elbisesini atmaya çalışır. “Sâfiye”ye çıktığı zaman kalp üzerindeki perdeler atılmış, bir tek ten elbisesi kalmış olur.
Ondan sonra ibadet ve taat sayesinde ten elbisesi ne kadar incelirse, içindekinin o kadar tecelliyâtına mazhar olmaya başlar.
Bu lütuf deryasına alınanlarda ten elbisesi, vücut içindekine öylesine yapışır ki;
“İçinizde!.. Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olur ve içindeki Hazret-i Allah’ı görür. Gerek kendisinin gerek kâinatın bir perdeden ibaret olduğunu da görür.
Ehl-i Hakk, Hakk ehlini tanır, halk tanımaz. Yani Hakk ehli anlar, halk ehli anlamaz.
Nefis derecelerinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir cevizi temsil olarak arzedeceğiz. Herkes kendisini ölçsün.
“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi cehennemlik olduğuna göre, yetmiş üç cevizden yetmiş ikisinin çürük olduğu anlaşılıyor.
Bu kesin bir beyân-ı Peygamberî’dir ve ne kadar korkunç bir şeydir!
Bunların hepsi onun ümmetidir, amma yetmiş ikisi cehennemliktir, ancak bir tanesi kurtuluş fırkasıdır.
Bizim mevzumuz şimdi o sağlam bir ceviz üzerinedir. Bu sağlam olan cevizin de nasıl döküleceğini dikkatle takip ederseniz öğrenmiş olursunuz.
Cevizin yeşil kabuğu Nefs-i emmare’dir. O yeşil kabuk da Allah-u Teâlâ’nın yarattığı bir latîfedir. Fakat kötü işlere meyledip o kötü işleri işlediğinden ötürü, cevizin kabuğu gibi, Nefs-i emmâre de acıdır. En kalın perde odur.
Cevizin yeşil kabuğundan sonraki sert kabuktur. İçeriye nüfuz etmediği için hep benlik davasında bulunur. Nefsin arzularını o ceviz kabuğunu kırar gibi kırmadıkça, gerçekten içeriye nüfuz etmek mümkün değildir.
İşte bütün benlikler burada toplanır. Çok mühim bir noktadır. “Ben!.. Ben!.. Ben!..” diyenlerin yeri ve durağı burasıdır.
Bu benliği cevize temsil ediyorum:
Kim ki duyarsanız “Ben, ben!..” diyor, onların hepsi kabukta kalmıştır, kendi içine nüfuz edememiştir, içinden istifade edemiyorlar. Nefis içeride “Ben, ben!..” diyor, “Sen giremezsin buraya!..” diyor.
Enelik kabuğunu kırmış, içeriye nüfuz etmiştir. Ve fakat içten içe geçmek için, arzu ve istekleri perde mesabesindedir. İçindeki haşaratı temizlemesi gerekmektedir.
Haşaratı temizlemiş, zarı kalmıştır. Hakk’a hayli yaklaşmıştır. O zarın da kalkması için Râziye merdivenine çıkması lâzımdır ki “Lüb” yani cevizin özü husule gelsin.
Daha önce “Makam”dan bahsederken Râziye’ye gelince “Merdiven” ismini verdik. Çünkü insan büyüdükçe küçülür, küçüldükçe büyür. O zaman kişi merdivenden hep aşağıya iner ve küçülür, azamet-i ilâhî’yi o zaman görmeye başlar.
Artık haşaratı temizlemiştir. Mutmainne’den sonra Râziye’ye ermiştir, o zar kalkmıştır. Nefs-i mardiyye’de “Lüb” kalır, o zaman cevizin iç tarafının özü kalmıştır.
Mardiyye merdivenine çıkanların dahi dilediğini tutar, dilediğini atar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder.” (Bakara: 284)
Bunun böyle olduğunu bilmek gerekir. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hüküm ve değer yalnız ve yalnız Zül-celâl vel-kemâl olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur.
Ceviz burada boşalmış olur. Artık o zaman içinde yalnız Allah-u Teâlâ’nın varlığını görür.
Çok açık ifade ediyorum, kendisinin de, kâinatın da kabuktan ibaret olduğunu görür. Kendisi de aslında böyledir, kâinat da böyledir.
İşte gerçek mânâda Kelime-i tevhid’i söyleyebilen bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb: 4)
Ki, birini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir.
Kelime-i tevhid’in cevizin üzerine ayrı bir temsili:
Bir insan “Lâ ilâhe illâllah” der, fakat yeşil kabuk var, kalbin üzerinde yedi perde var. Diyor amma ağızda kalıyor, boğazdan aşağıya inmiyor.
“Nefs-i Levvâme”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor amma, içeride nefis “Ben, ben!..” diyor, sert kabuğu delememiş.
“Nefs-i mülhime”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor, burada cevizin kabuğunu yani kalbi deliyor, amma içinde Hakk’tan gayrı birçok muhabbet var. Çok muhabbet olduğu için çok uğraşıp ahlâk-ı zemimeleri temizlemesi gerekir.
“Nefs-i mutmainne”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor, bu noktada Kelime-i tevhid biraz daha rahat iniyor. Orada öyle bir iniş yapıyor ki, şirkten şüpheden kalp artık kurtuluyor. Gerçek iman sahibi olma vukûfiyetini kazanıyor.
“Nefs-i râziye” de öyle bir hale gelir ki, o artık Allah-u Teâlâ’dan râzı olmuştur. “Beni O yarattı.” diyor, “Beni O yaşatıyor, beni O yediriyor, beni O içiriyor.” diyor. Her haline râzıdır. Acı da gelse, tatlı da gelse, O’nun her hükmüne râzıdır. Çünkü artık iman kökleşmeye başlamıştır. Kelime-i tevhid tohumu artık kalbe düştü, yavaş yavaş çimleniyor, o çim bütün vücuda yayılıyor, her âzâsına iman salınıyor ve artık onu yaratanı biliyor, şirkten şüpheden kurtuluyor, Yaratan’dan memnun olduğu için her şeyine râzı oluyor.
Bu hâl uzun zaman devam eder, sonra ibadet ve taatlarını samimi bir şekilde yaptığından ötürü Allah-u Teâlâ ondan hoşlanır.
Ve fakat “Nefs-i sâfiye”ye gelince, artık burada hiçbir şey kalmamıştır. Kabuk kalmamış, haşarat kalmamış, cevizin üzerindeki zarı kalmamış, “Lüb” ü de kalmamış ve boşalmış olur.
O “Lâ ilâhe illâllah” dediği zaman Allah-u Teâlâ’yı hem görür, hem de içinde O’ndan başka bir mevcut olmadığını da görür. Kelime-i tevhid’i gerçek mânâda söyleyen ancak bunlardır.
Bu sırr-ı ilâhî, yani Kelime-i tevhid’in sırrı açılmış oldu.
Tarikat-ı aliye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi olduğunu anlayabilmek için “Nefis dereceleri” ni çok iyi tetkik etmek gerekmektedir.
Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını geçmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mânâ ifade etmediği gibi; Tarikat-ı âliye’ye intisap eden bir kişi de, sınıfları geçmediği müddetçe, nefsini izale edemez, hayvanî sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez.
Letâifleri bitirecek, dereceleri geçecek ki, insan sıfatına bürünsün.
Emmâre’nin ıslahından sonra Levvâme’ye geçildiği zaman büyük çarpışmalar olur. Mülhime’ye geçildiğinde insan sakinleşir, koyun sıfatına bürünür, güzel ameller yapar, nispeten rızâ-i Bârî’ye kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık yolcudur. Nereye yolcu? Hakikata yolcu.
Bir mertebe daha geçerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur. Vuslat-ı ilâhi buradan gelir.
O bir fırkaya âit kurtuluş kapısını tarif ediyoruz.
Bir kimse Tarikat-ı aliye’ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir. Birinci tepeyi geçirir, orada yol ikiye ayrılır. Cenâb-ı Hakk lütfuyla tecellî ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır. Mahviyet haline bürünür.
Yani ihlâslı olanlar yürüdükçe varlıklarını yitirirler. O tepeden aşağıya doğru Allah’ın lütfuyla iner. Yani çıkar, çıkar, çıkar ve hiçliğe iner. O hiçlik onun Daire-i saadet’ine delâlet eder. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargâh-ı ilâhi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna düşmesiyle yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiçlik tellerini toplar. Mahviyyet kısmına geçince artık yükü azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zâil olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hal gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar “Nuriye fırkası”na ayrılmış olanlardır.
Şimdi bir insan mânen yükseldikçe Allah-u Teâlâ dilediğini indirir, indirir, indirir, herşeyi yerde arar. Yerin altında arar.
İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça gider, terakki eder. Nasibi varsa bir gün muradına erer.
“Muradına ermek” ne demektir?
Üç noktada; Fenâfişşeyh, Fenâfirresul ve Fenâfillâh’ta olur. Bu merhalelerden geçenler benliklerini eritirler.
Yüz binler yola çıkar da, ancak murad olmaya namzet fertler kalır. Yani yürüdükçe azalırlar. Allah-u Teâlâ’nın lütfu eriştiği zaman mürid de murad olur.
Âyet-i kerime’de:
“Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruluyor. (En’âm: 48)
Bir de şeytana tutunanlar vardır.
O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya çalışıyor ve kaydırıyor. “Herkesten daha üstünüm.” demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her şeyi kendisine maleder. Çok yükseldiğini zanneder. Herkesi küçük kendisini büyük görür. “Ben yürüyorum, ben biliyorum, ben söylüyorum, ben çalışıyorum.” diyerek sivrilmiştir, içine kurt düşmüştür. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plan çevirmeye çalışır. “Ben bu işi daha iyi yürütebilirim, daha lâyıkım.” der. Plânını tatbike koyarken Allah-u Teâlâ da onun kalbini çevirir. Kalbini çevirdiği anda mukallit sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Bunlar da Nâr fırkası’dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.
Âyet-i kerime’de:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu kirletip örten kişi elbette ziyana uğramıştır.” buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Birisi mahviyyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası mihenk taşıdır.
Öyleyse alındıktan sonra Allah-u Teâlâ’ya sığınmalı, ihlâs ve samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan manevi yolda yürüyüp terakki ettikçe kendisini küçük görmeye, küçülmeye, süzülmeye başlar, davalardan geçer. Gayesi Hakk olup rızâ için hareket eder. Fakat terakki edemezse kendisini beğenme hali husule gelir ve eneye kapılır. Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde çakılır, hem düşer hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Şöyle ki, çürüyen bir meyvenin yanındaki meyveleri de çürütmesi gibi o anda başkalarını hemen çürütür. Niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir, başka bir şey yapmamıştır. Çünkü Mevlâ her şeyi biliyor. Allah-u Teâlâ’dan başka onu kimse kurtaramaz. Ancak O murad ederse kurtarır. Bunların durumu ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere dikkat etmekle ortaya çıkar.
Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.”
Ben bir gün kendisine:
“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?’ dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)
Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münafık olur.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taâtına çevir.” diye niyazı vardır. (Buhârî)
Şeytan iki yerden avlar.
Saf, cahil insanlar kısmına, “Sen artık oldun, tamam senin işin, çıktın.” der. O da: “Tamam” der. “Artık ben oldum.” İlmi olan okumuş insana da: “Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların içinde ne işin var.” der. O da: “Tamam” der. “Ben her şeyi bildim.” Ona da oltayı böyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gerçekten şeytan fırkasından olurlar.
Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu “Ben” dediği zaman, “Ben biliyorum” dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar bu hal üzeredir. Onun için bakıyorsunuz, “Oldum, oldum, oldum.” Ne oldun? Helak oldun. Ötekisi ise, yavaş yavaş hiçliğe iner, yok olur.
İkinci bir sır daha var.
Hazret-i Allah’ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil’lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kamil’lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kamil’in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kamil’in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah’ın işine karışır. Duâ ederken: “Allah’ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir.” diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kamil’in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü...
Çünkü: “Allah’ım iraden üstümdedir.” diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ’nın işine karışılmış olur.
Rüyâda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz görülürse o rüya doğrudur. Şeytanın aldatmasından korunmuştur. Çünkü şeytan onun şekline giremez.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Rüyâda beni gören hakikatta görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.” (Camiu’s-sağir)
Şeytan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sıfatına giremediği gibi vekili olan Mürşid-i kâmil’in sıfatına da giremez. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve onun vekili olan Mürşid-i kâmil hidayete ermişlerdir. “Hâdi” ism-i şerif’inin mazharı olmuşlardır. Şeytan ise onun zıddı olan “Mudill”ism-i şerif’inin tecellîsine uğradığı için o nuru temsil edemez, o aynada görünemez. Ateş suya giremiyor daha doğrusu.
Şu kadar var ki, onun kendi şekline, aynı suretine giremez, fakat oyum diye görünür, ona benzemeye çalışır. Bu ise aynı sahte paraya benzer. Aynı para gibidir, fakat bir yeri noksandır. O bir yeri noksan olmazsa cesazı çok ağırdır. Şeytan sûret-i haktan görünerek insanları yoldan çevirmeye, bunun için de her surete girmeye çalışır. Fakat aynı surete girmesi mümkün değildir. Çünkü o sıfat sadece ona verilmiş, şeytana verilmemiştir.
Bu noktada çok dikkatli ve uyanık olmak gerekmektedir. İnsanların aldandığı nokta işte budur.
Cinler çeşit çeşit suretlere giriyorlar, kendilerine birer isim takıyorlar ve kendilerini böyle tanıtıyorlar: “Ben Resulullah Aleyhisselâm’ı gördüm!” diyor. “Bana böyle söyledi!” diyor. Artık ona hiçbir söz fayda vermez. Halk böylece çok rahat bir şekilde göz göre göre yolunu şaşırıyor.
Şeytan rahmânî surete girer, o şekilde görünür. Olmayan şeyi olmuş gibi gösterir. Kendi sözlerini ve işaretlerini rahmânî imiş gibi gösterir. Rüya göreni şaşırtır, zehirini eker gider. O kimse o zehirden ya kurtulur hayat bulur, veyahut ölüme mahkûm olur. Artık onun mürşidi şeytan olur.
Rüya ile iş bitseydi, rüyada görülenlere güvenilseydi, müridlerin mürşidlere hiç ihtiyaçları olmazdı. Allah yolunu bulmak, mârifetullaha ulaşmak için Tarikat-ı aliye’ye bağlanmak lâzım gelmezdi. Herkes rüyada gördüğüne göre hareketlerine yön verirdi. Her câhil, her ahmak kendi görüşüne göre hareket ederdi.
Sâdık bir mürid, başında mürşidi varken binlerce rüyâya on paralık değer vermez. Akıllı ve uyanık bir tâlip, böyle bir nimete kavuşmuş iken rüyâları hayâl sayar, hiçbirini hatırına bile getirmez.
Şeytan güçlü ve kuvvetli bir düşmandır. İnsanları cehenneme çağıran simsar ve tellâldır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” buyurmaktadır. (Fâtır: 6)
Sona varanlar bile onun hile ve desiselerinden, aldatmasından korkusuz değildirler. Durum böyle olunca yolun başlangıcında olanlar ne olur? Halbuki Allah-u Teâlâ sondakileri korumaktadır. Şeytan bunları aldatamaz.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
“Kişinin kalbi nur haline geldiğinde, bütün mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır. (.....) Melekten gelen ilham ile şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.” (İhyâ-u Ulûm’id-dîn)
Bu ise mârifeullah ehlinin hass’ül-has’larına âittir. Allah-u Teâlâ’nın kalbini nur ettiği kimseleri O idare ettiği için, şeytanın o andaki sızıntısını bilir, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak o sızıntıdan kurtulur.
Başlangıçtakiler ise böyle değildir. Bunun içindir ki onların rüyâlarına güvenilmez. Düşmanın aldatma-sından korunmuş değillerdir.
•
Daha evvelki sözlerimize dikkat edin. “Rüyâlara ve rüyacılara itibar etmeyin, aksi halde şeytanın askeri olursunuz.” demiştik. Hatta size bir temsil vereyim. Bu mevzunun bir kısmını bir kardeşe izah ediyorduk. O meyanda sanki birisi uçarak geldi. O kadar heyecanlı idi ki: “Efendim dedi, bir rüya gördüm, arabayı durdurttunuz ve bana validanımı getirin dediniz.!”
O anda kardeşe dedim ki: “İşte şeytanın uçurduğunu görün, rüyâya ve rüyâcılara suret-i katiyede inanmayın.”
Çünkü şeytanın hilesi çoktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim’de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah’ım tanıtıyor. Kaç defa gördümse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak için ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye. Şeytanın hileleri o kadar çoktur.
Bunlardan bir tanesi kitapta da var, tekrar arzedeyim.
Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi. “Sen artık en yüksek makama çıktın!” O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, herşey kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun. Fakat Allah-u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddüt edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında çok yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe geçer diye hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez Allah-u Teâlâ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Allah-u Teâlâ’ya sığındım, istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ’nın lütfu olmasaydı kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde oluyor. Bu kadar hilekârdır.
Bunun içindir ki “Şu rüyâ, bu rüyâ!...” diyerek kimseye itibar edilmemelidir. Çünkü şeytânî rüyâ ile Rahmânî rüyâyı ayırmak gerçekten zordur. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dahi rüyâ gördükleri zaman Rahmânî mi şeytânî mi diye tereddüt ettiler. İşte İbrahim Aleyhisselâm’ın rüyâsı meydanda.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ’nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır tükenmez, şeytanın ayrı tuzakları vardır bitmez.
Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfu ile tecellî ederse, bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür. Yemin ederim ki kişi ancak Allah-u Teâlâ’nın kurtarmasıyla kurtulur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurdu ki:
“Allah’ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır.” (A’râf: 178)
Benim bildiğimi siz bilseniz kurtulamayacağınızı anlarsınız. Bu hakikatlerin birçoklarını Allah-u Teâlâ bize gösterir. Onun için çok iyi biliyorum ki, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ murad ettiğini kurtarıyor. Diğerleri bir fırtınaya tutuluyor ve ebedi hayatı gidiyor. Artık onun şeyhi şeytan oluyor, onu artık o irşad ediyor, o kendisinin Hakk yolunda olduğunu zannediyor.
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi saptırıp döndürme.” (Âl-i imrân: 8)