Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.
“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri harap edeceğini beyan buyuruyor, “Biz buna karar verdik!” buyuruyor. Ya harple, ya zelzele ile, ya âfâtla. Onu ona, onu ona, onu ona musallat ede ede, ede ede yıkacak. Yani dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Onun için artık bugünlere yaklaştık. Hüküm O’nundur, O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi?
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı?
Her zaman arz ettiğimiz gibi, hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah’a ve Resul’üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah’a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Önümüzde vahim günler gelebilir. Bunun için imanımızı ve vatanımızı korumak için niyet-i hâlisa ile ne lâzımsa onu yapmak lâzımdır. Kalacak bir fert yok. Amma imanla göçmek için çâreler aramak lâzımdır.
İman bir kaledir, onu ayakta tutacak helâl lokmadır.
Böyle olursa Rabb’imiz bize yardım eder, önümüzdeki fırtınaları rahat geçiririz. Amma eğri olursak cezasını ve azabını çekeriz.
İslâm’ım demek kolay, İslâm’ı yaşamak esastır. Ona göre kendimizi ayarlamamız gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun.” (Ahmed bin Hanbel)
Yaratan’ı tanımak, O’na gönülden teslim olmak, kulluk görevlerini yerine getirmek insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O’nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
•
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Önümüzde vahim günler gelebilir.
Bunun için imanımızı ve vatanımızı korumak için niyet-i hâlisa ile ne lâzımsa onu yapmak lâzımdır. Kalacak bir fert yok.
Amma imanla göçmek için çâreler aramak lâzımdır.
İman bir kaledir, onu ayakta tutacak helâl lokmadır. Böyle olursa Rabb’imiz bize yardım eder, önümüzdeki fırtınaları rahat geçiririz. Amma eğri olursak cezasını ve azabını çekeriz.
İslâm’ım demek kolay, İslâm’ı yaşamak esastır. Ona göre kendimizi ayarlamamız gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri harap edeceğini beyan buyuruyor, “Biz buna karar verdik!” buyuruyor. Ya harple, ya zelzele ile, ya âfâtla. Onu ona, onu ona, onu ona musallat ede ede, ede ede yıkacak. Yani dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Onun için artık bugünlere yaklaştık. Hüküm O’nundur, O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi?
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı?
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ’ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun?
Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, fakat hep harap olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak. Takdir ne ise o olacak.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.
“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)
Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.
“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)
Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumuna düşmüşlerdir.
Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük zarar görecekler.
Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.
Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:
“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)
Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de isabet eder.
Her zaman arz ettiğimiz gibi, hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah’a ve Resul’üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah’a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun.” (Ahmed bin Hanbel)
Yaratan’ı tanımak, O’na gönülden teslim olmak, kulluk görevlerini yerine getirmek insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O’nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Allah-u Teâlâ dünyayı bir imtihan sahnesi kılmış, bu imtihan sahnesindeki icraatlarına göre ahirette insanoğlu’na mükâfat ya da azap vaad etmiştir.
“İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır. Allah hesabı çabuk görendir.” (Bakara: 202)
Allah-u Teâlâ âdil-i mutlak’tır. Herkes yaptığının karşılığını ahirette görecektir. Dünyadaki belâ ve musibetler ahiret azabı yanında çok küçüktür. Bu belâ ve musibetler isyânkârlar için yaptıklarının dünyadaki karşılığıdır. Müslümanlar içinse karşılığı ahirette kat be kat verilecek olan bir sermayedir.
“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik olsa, onu kat kat arttırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir.” (Nisâ: 40)
Allah-u Teâlâ yaratışını sebeplere bağlamıştır. Bu durum dünyanın insanlar için bir imtihan sahnesi olması sebebiyledir. İnsanların kendi aralarında topluluklar halinde yaşamaları, kavimlere ve milletlere ayrılmaları hepsi bir hikmete ve sebebe binaendir.
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi tanışasınız diye milletlere, kabilelere ayırdık. Çünkü Allah katında en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat: 13)
İnsan topluluklarından her biri de yaptıkları ve yaşantıları sebebiyle dünyada bir karşılığa uğrarlar. Bu umumi bir karşılıktır.
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah bir millet için kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli (yardımcı) da yoktur.” (Ra’d: 11)
Azgınlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın kıyamet kopmazdan önce bütün milletlere ve topluluklara dünyada vaat ettiği bir azap vardır.
“Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de ondan geri kalır.” (Hicr: 5)
•
Önümüzde vahim günler gelebilir. Bunun için imanımızı ve vatanımızı korumak için niyet-i hâlisa ile ne lâzımsa onu yapmak lâzımdır. Kalacak bir fert yok. Amma imanla göçmek için çâreler aramak lâzımdır.
İman bir kaledir, onu ayakta tutacak helâl lokmadır.
Böyle olursa Rabb’imiz bize yardım eder, önümüzdeki fırtınaları rahat geçiririz. Amma eğri olursak cezasını ve azabını çekeriz.
İslâm’ım demek kolay, İslâm’ı yaşamak esastır. Ona göre kendimizi ayarlamamız gerekiyor.
Emrolunduğu Gibi Dosdoğru Olmak:
İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de.
Aşırı gitmeyin. Çünkü O yaptıklarınızı görmektedir.” (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Bu emr-i ilâhîye uymamız gerektiği halde müslümanlar dinlemediler, yasaklarından kaçınmadılar, ilâhî hudutları çiğnediler, böylece de yoldan çıktılar.
Emrolunduğu gibi olursak O’nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Bu nokta imanda tutunma ve kayma noktasıdır. Çünkü karşısında Âyet-i kerime var, iman edene o yeter; Hadis-i şerif var, iman edene o yeter.
Âyet-i kerime’ye ve Hadis-i şerif’e iman etmeyen neye iman edecek?
Amma sen Âyet-i kerime’yi görmek istemiyorsan, Hadis-i şerif’i de umursamıyorsan, şeytana uydun ve kaydın demektir. Kendi düşen ağlamaz.
Ümmet-i Muhammed’in yetmişüç fırkaya ayrılacağına, bir fırkanın kurtulup yetmişikisinin cehennemlik olacağına dair Hadis-i şerif’i görseydin araştırma yapardın, kendine yol arardın.
Ashab-ı kiram’dan bir zât: “Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın.” diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. (Müslim)
Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.
Resulullah -zallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim)
En üstün meziyet İslâm’da emrolunduğu gibi hayat sürmek, müslümanım demek en büyük şereftir.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını Âyet-i kerime’lerinde emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzâb: 70-71)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Bir müslümanın her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Bir taraftan bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her yasakladığı şeyden kaçınmadıkça, insan hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.
Sıfat-ı hayvaniye giderilmedikçe insan olmadıkça kurtuluş mümkün değildir. İnsanlarda hayvanî sıfatlar vardır ve bunlar çok çeşitlidir.
Ahlâk-ı zemimeden sıyrılıp, sıfat-ı hayvaniyeden arınanlar insan suretindedirler. Onlar mahşerde insan suretinde haşrolunurlar. Vücudunu tamamen nurlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın.
Onlar ayın on dördü gibi nur olarak mahşere çıkacaklar. Diğerleri ise kimisi yılan şeklinde, kimisi domuz şeklinde çıkacaklar. Kişi hayvanî sıfatlardan arınmadıkça insan olamaz.
Sıfat-ı hayvaniyenin hangisini huy edinmişse, hangisi ile amel ediyorsa, o sıfat onda mevcuttur. O sıfatla ölecek, o sıfatla dirilecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Her kişi öldüğü hâl üzere dirilir.” (Müslim: 2878)
Perde kalkınca herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”
Hangi hayvanî sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.
Herkes ona göre çalışsın, çünkü çalıştığı gibi çıkacak. Herkes gideceği yere göre icraatını yapıp gidecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
Herkes karşılığını alacak. İyisi iyiliğine, kötüsü kötülüğüne.
Allah-u Teâlâ Zilzâl sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman! Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman! İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman! İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb’in ona konuşmasını emretmiştir.
O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 1-8)
•
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Onun için aldanmaya gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedi olana tercih ederler.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar dünya hayatını ahirete tercih ettiler.” buyuruluyor. (Nahl: 107)
Halbuki:
“Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!” (Ankebût: 64)
Eğer ahiretin devamını bilselerdi, fâni dünyayı ebedî olan âhiret hayatı üzerine tercih etmezlerdi.
Allah-u Teâlâ, bütün heybetiyle gelen ve ortalığı karanlığı ile örten geceye, güneşin doğuşuyla canlıları hayata sevkeden gündüze, erkek ve dişi olmak üzere çiftleri yaratan Hâlik-ı Azimüşân’a yemin ederek insanların çalışmasının ve kazanç yollarının çeşit çeşit olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye andolsun! Açılıp ağardığı zaman gündüze andolsun! Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki!
Ey insanlar! Doğrusu sizin çalışmalarınız çeşit çeşittir.” (Leyl: 1-4)
İnsanların tabiatları farklı farklıdır. Kimisi hayır işler, kimisi şer işler. İçlerinde takva sahibi olanlar da vardır, bedbaht olanlar da vardır, itaat edenler de vardır.
Çalışmaları ve işleri bölüm bölümdür, hedef ve gayeleri değişiktir, takip ettikleri yol netice itibarı ile farklıdır, değer verdikleri şeyler ayrıdır.
İyiler kötülüğü beceremez, yapmak istese de beceremez. Kötüler de iyilik yapamaz, istese bile yapamaz.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Herkes kendi yaratılışına (mizaç ve karakterine) göre hareket eder.
Rabb’iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsrâ: 84)
Hidayet yolunu takip edenleri hiç şüphesiz ki sevaplara ve mükâfâtlara erdirecektir.
“Yoksa kötülük işleyen kimseler, kendilerini iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar?” (Câsiye: 21)
Şu ölümlü dünyada ömür süren insanların herbirinin takip ettiği bir yol ve yine her birinin ayrı bir başarısı vardır. İşler ve ameller her ne kadar farklılık arzetse de iman nokta-i nazarında birleşmek gerekmektedir.
Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadîs-i şerif’te Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyuruyorlar ki:
“Bakî-i Gargad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi ve asâsıyla yere vurmaya başladı. Sonra buyurdu ki:
“Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennetteki yeri de cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şakî veya said olacağı tesbit olunmuştur.”
Bunun üzerine Ashâb-ı kiram’dan bir zât sordu:
“Öyle ise yâ Resulellah, amel ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme girer.”
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevâben:
“Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet amelleri yapar. Şekâvet ehli olan ise şekâvet amelleri yapar.” buyurdu ve akabinde şu Âyet-i kerime’leri okudu:
“Kim ki verir, (masiyetten sakınır) Allah’tan korkarsa ve o en güzel (kelime-i tevhid)i tasdik ederse; biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz).
Fakat kim de cimrilik edip inayet-i ilâhîden kendisini müstağni görüp, o güzel kelimeyi tekzip ederse, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz).” (Leyl: 5-10)
Allah-u Teâlâ onu her kolaylıktan mahrum eder. Attığı her adım onu Allah yolundan uzaklaştırır. O artık şekavet yolunda ilerler durur. Geleceği hesaba katmaz, ahiret nimetlerine ihtiyaç duymaz olur.
Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında görebilir.
Yine bu hususta Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyuruyor:
“Kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse, biz de burada ona, evet kimi dilersek ona, dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de inanmış olarak âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte onların bu çalışmaları meşkûr ve makbul olur.
Dünyâyı isteyenlere de âhireti isteyenlere de, Rabb’inin vergisinden birbiri ardınca veririz. Esasen Rabb’inin ihsanı hiç kimseye yasak kılınmış değildir.” (İsrâ: 18-19-20)
Bu mevzuyu cebriye mezhebinin görüşü ile karıştırmamak lâzımdır. Zira onlara göre, insan işlemiş olduğu bütün fiilleri yapmaya mecburdur. Bu fiillerin işlenişinde hiçbir rolü olmadığı gibi kudret ve iradeye de sahip değildir.
Halbuki Allah-u Teâlâ kişiyi cüz’i iradesi ile sorumlu tutar.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“İşlediklerinizden andolsun ki sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl: 93)
“Kim sâlih amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabb’in kullarına zulmedici değildir.” (Fussilet: 46)
İnsanlara yaptıkları iyiliklerin, hayır ve hasenatın, ileride artırılarak daha güzeliyle karşılık, daha fazlasıyla mükâfât verileceği; sonunda da en güzel bir âkıbete erdirileceği, dünyadan imanlı göçerek ahirette cennete ve Cemalullah’a kavuşturulacağı müjdelenmiş oluyor.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde bu müjde kuvvetlendirilmektedir:
“Güzel amellerde bulunanlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır.
Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de zillet.
İşte onlar cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır.” (Yunus: 26)
“Kim bir iyilik işlerse, onun iyiliğini artırırız.” (Şûrâ: 23)
Allah için veren, Allah’tan korkan ve o en güzeli tasdik eden kimse Allah-u Teâlâ’nın tevfik ve inayetine müstehak olmuş olur. Allah-u Teâlâ onu en kolay olana muvaffak kılar. Bunun içindir ki kolaylıkla neticeye varır, nefsin vereceği ağırlık ortadan kalkar, adımını kolay atar, yolunda kolay yürür, her işinde muvaffak olur.
Öte yandan malı ile mağrur olup cimrilik eden, biriktirmiş ve yığmış olduğu servetine aldanan, Rabb’inden müstağni olup hidayetinden uzaklaşan, dinini yalanlayan kimselere gelince, Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’inde şöyle buyurur:
“Çukura yuvarlandığı zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.” buyuruluyor. (Leyl: 11)
Dünyada cimrilik ederek malını hayır yollarında sarfetmeyip varislerine terkeden kimsenin malı, cehenneme yuvarlandığı zaman kendisine hiç fayda vermez, çekeceği azaptan onu asla kurtaramaz.
Allah-u Teâlâ insanları yaratmış ve onlara iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, Hakk’ı batıldan ayırabilecek fıtri bir kabiliyet ve istidat vermiş ve onlara peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla hayır ve şer yolunu bildirmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Doğru yola iletmek sadece bizim işimizdir.” (Leyl: 12)
Bunun içindir ki insanların kendilerine bir lütuf olarak gösterilmiş olan hiyadet yolunu takip ederek ebedi hayatlarını kazanmak için çalışmaları gerekir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a âittir.” (Nahl: 9)
“De ki: Gerçek Rabb’inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin!” (Kehf: 29)
Dünya da ahiret de Allah’a âittir. Her ikisi de O’nun mülküdür, O’nun kudret ve tasarrufu altındadır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Şüphesiz son da ilk de (ahiret ve dünya da) bizimdir.” buyuruluyor. (Leyl: 13)
Ne ahirette ne de dünyada O’nun hüküm ve iradesinin dışında geçerli olacak bir başvuru yeri yoktur.
Hidayet O’nun hidayetidir. O nasıl dilerse öyle olur.
Allah-u Teâlâ hidayet yoluna gitmekle faydanın, dalâlet yoluna gitmekle zararın ancak kulların kendilerine âit olduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Ben sizi alevler saçan bir ateşe karşı uyardım.
O ateşe ancak yalanlayıp yüz çeviren bedbaht kimse girer.” (Leyl: 14-15-16)
Küfür ve isyanda ileri gidip tevbe etmeyen bedbahtlar o ateşte yanarlar.
Allah-u Teâlâ’yı yalanlayıp inkar eden, İslâm’ı kabullenmeyen, bir an olsun Hakk’a yönelmeyen kimselerin yanında; takvada ileri bir merhaleye varan, küfür ve şirkten sakınıp, onları hatırına bile getirmeyen, nefsini arıtmak için malını hayır yollarında harcayan itaatkar müminler ise bu ateşten uzak kalacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Temizlenip arınmak üzere malını hayra veren kimse ise ondan uzak tutulur.” (Leyl: 17-18)
Allah-u Teâlâ dünyada ve ahirette bunlara, râzı ve hoşnud olacakları kadar lütufta bulunacaktır.
Malını Rabb’ine taat uğrunda infak eder, verdikleri ile hem kendisini hem malını temizlemek için gönüllü olarak verir. Yalnız ve yalnız Hakk’ın rızâsını gözetir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onda hiç kimseye verilecek bir minnet borcu yoktur. (Verdiğini) yüce Rabb’inin rızâsını kazanmak için verir.
Yakında kendisi de (Allah’ın vereceği nimetle) râzı olacaktır.” (Leyl: 19-20-21)
Hiç kimseye borçlu ve minnetli değildir ki, verirken ona karşılık olarak versin.
Hazret-i Ebu Bekr -radiyallahu anh-in fakir, miskin, köle ve câriyeleri azat etmek için mal sarfettiğini gören babası Ebu Kühafe: “Oğlum!” dedi, “Görüyorum ki zayıf olanları kurtarıyorsun. Eğer genç ve sağlam olanlar için aynı malı sarfetmiş olsan, onlar senin için bir güç olur.”
Hazret-i Ebu Bekr -radiyallahu anh- :
“Babacığım! Ben Allah’ın hoşnutluğunu bekliyorum.” cevabını verdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın hoşnud olması ise hepsinden büyüktür.” (Tevbe: 72)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Yediğinizin en temizi kendi kazancınızdan olandır.” (Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ mümin kullarına helâl ve temiz rızıklardan yemeyi ve bu rızıklardan dolayı kendisine şükretmelerini emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)
Haram ve zararlı şeylerden kaçınmak farzdır. Allah’ın kulları olduklarını söyleyenler, temiz ve helâl olanı yerler, Rablerine şükrederler, haram ve pis olan şeylerden kaçınırlar.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyi ve güzel olanlarından yiyin.” (Bakara: 57)
Rızıkların helâl olanlarından yiyerek hayatınızı geçirin ve bu nimetlerin kadrini kıymetini bilin.
Bunların yaratılmaları sizin faydanız içindir.
“Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin, kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah’tan korkun.” (Mâide: 88)
Çünkü sizin dünya saâdetiniz ve ahiret selâmetiniz ancak bu surette tecelli eder.
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, demek ki insanın ilk önce helâl lokma üzerine eğilmesi gerekmektedir. Bir insanın ihlâsla Allah’a yönelmesi için helâl lokma şarttır. Helâl lokma olmazsa ihlâs husule gelmez. Yapılanlar bir noktaya kadar gider, ihlâsa temas edemediği için orada durur.
Lokma üzerine eğilmek, insanın ihlâs üzerine eğilmesine, mahviyet üzerinde durmasına, istikamet üzere gitmesine vesile olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek aslâ yememiştir. Allah’ın peygamberi Davud Aleyhisselâm da kendi eliyle kazandığını yerdi.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 967)
Allah-u Teâlâ sâlih amelden önce helâl olan şeylerden yemeyi emrederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey peygamberler! Helâl ve temiz rızıklardan yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz. Doğrusu ben, ne yaparsanız hepsini bilirim.” (Müminûn: 51)
Bu durum gösteriyor ki gıdalarda aranan maddî ve mânevî temizlik şartı, tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri ilâhî hüküm olarak konulmuş ana prensiplerden biridir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslüman üzerine farzdır.” buyurmuşlardır. (Taberânî)
Helâl yiyenlerin içleri nurlanır, bu nurdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve icraatlar zuhur eder.
Haramlar, duâ ve ibadetlerin kabulüne mâni olur.
“Yâ Resulellah! Allah’a benim için yalvarıver de, duâsı makbul olanlardan olayım.” diyen bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Helâl yemek ye, duân kabul olsun.” buyurmuşlardır. (Taberânî)
Allah-u Teâlâ’nın Kur’an-ı kerim’de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’lerinde kati bir emirle yenilip-içilmesini, yapılmasını ve kullanılmasını yasakladıkları şeylere haram denir.
Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram; onun yerine ise güzel, temiz ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:
“O peygamber, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar.” (A’râf: 157)
Çirkin şeylerin her çeşidi yaratılıştan azap sebebidir. Allah-u Teâlâ’nın rahmetini kazanmak ancak haramlardan kaçınmakla olur.
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle yemeyin.” (Nisâ: 29)
Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyada şer’î cezâlara, ahirette ise ilâhî azaba müstehak olurlar.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız.” buyuruluyor. (Nisâ: 30)
Haram İki Kısma Ayrılır:
Birincisi, bizzat kendisi ve maddesi itibariyle haram olan şeyler: Domuz eti, içki... vb.
Kesin olarak haram kılınan bu gibi şeylerden üreticiliğini, nakliyeciliğini, ticaretini ve ikramını yapmak gibi, her ne surette olursa olsun faydalanmak da haramdır.
İkincisi, slında maddesi itibariyle helâl olup herhangi bir sebepten dolayı haram kılınan şeyler: Çalınan mal, kasden besmelesiz kesilen hayvan... vb.
Meselâ üzüm ve üzüm suyu helâldir. Fakat mayalandırılıp alkol hâline dönüştürülürse, insanlara zararlı hâle geldiği için haram kılınmıştır.
Ancak ölüm tehlikesi hâlinde bu haramlardan doyacak kadar değil, ölmeyecek kadar kullanılmasına cevaz verilmiştir. Çünkü zaruretler mahzuru mübah kılar.
Haram yemek, şeytanın izine tâbi olmak ve cehenneme yuvarlanmak demektir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır.” buyuruyorlar. (Tirmizî)
İnsan lokmasını haramlardan süzecek ki kendisi de süzülsün. Süzmezse kendisi de süzülmez ve tortular arasında karışır gider.
Pirincin içinden küçücük bir taşı, dişimize dokunmasın diye ayıklıyoruz da haramla helâli nefsimiz ayırmaya lüzum görmüyor. Karnımıza ateş dolduruyoruz da farkında değiliz.
Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki insanları da harama teşvik eder.
Haram, yürüyen merdiven gibidir. Ayağını bastın mı bir daha yakayı kurtaramazsın. Seni alır, cehennemin dibine kadar götürür.
Ne kaybediyorsak hep boğazımızdan kaybediyoruz. Boğaza bir süzgeç koymadıkça itimat edin hikmet husule gelmez.
Bugün helâl lokma yok mesabesindedir. Bu bakımdan az yemekte kurtuluş vardır. İnsan helâl kazanmak için bütün dikkatiyle çalışacak, bütün dikkatlerden sonra kazandığını yine şüpheli kabul edip, ölmeyecek kadar az yemeye gayret edecek ki, artık o zaruret olsun ve helâl olmuş bulunsun.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar üzerine muutlaka öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 962)
İşte o gün bugündür!
Haram yiyenin gözlerine siyah bir perde çekilir, artık helâli ve haramı ayırdedemez olur. Rotu çıkmış araba gibi, kime-neye çarpacağı belli olmaz.
Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne varsa dışına o sızar.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Haramlardan sakın, insanların en çok ibadet edeni olursun.” (Tirmizî)
İman etmek, son derece takvâ sahibi olmayı gerektirmektedir. Her şeyde takvâ lâzımsa da, yeme-içmede daha çok lâzımdır.
Mutlak helâl ile haram olmasında hiç şüphe olmayan şeylerin yanında bir de şüpheli saha vardır. İslâm, bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmayı takvâ kabul etmiştir.
Numan bin Beşir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli noktalar vardır. İnsanlardan çoğu bunu bilmezler. Şüpheli şeylerden kaçınanlar dinini ve namusunu korumuş olurlar. Şüpheli şeylere düşenler, yasak bir koruluğun etrafında hayvan otlatan ve her an için koruluğa düşmek ihtimali olan bir çoban gibidir. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir koruluğu vardır. Gözünüzü açın! Allah’ın koruluğu ise haramdır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 48)
Şüphelilerden kaçınan insan harama girmez. Helâl hudutları içinde kalır.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Siz asıl ibâdetten gaflet ediyorsunuz. O ise şüpheli şeylerden sakınmaktır.” buyurmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü içtiği zaman, parmağını ağzına sokarak istifrâ etmiştir.
“Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederdik.” sözü ne kadar düşündürücüdür.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü içince, boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra:
“Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ etmiştir.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretlerinin yaşadığı dönemde, Irak’ta Bâdiye sürülerinin koyunları ile Kûfe’nin koyunları birbirine karışmış, koyun sahiplerinin hukuku ayırt edilemeyecek bir şekle girmişti. Hazret bu koyunların etlerini yemeyi takvâya aykırı sayarak koyun cinsinin ortalama kaç sene yaşadığını sormuş, yedi sene yaşadığının bildirilmesi üzerine tam yedi sene ağzına koyun eti koymamıştır.
İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır. Harama götüren, harama yardım eden her şey haramdır.
•
Helâl lokma yiyebilmek için bugün müslümanların üzerinde durması gereken mühim meselelerden birisi de, hayvan kesiminde Besmele ve etleri yenilip yenilmeyen hayvanların bilinmesi hususudur.
En’âm sûresi 145. Âyet-i kerime’sine göre, kendiliğinden ölmüş hayvan leşi, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanlar olmak üzere haram yiyecekler dört sınıftır.
Mâide sûresi 3. Âyet-i kerime’sinde ise boğulmuş, bir yerine taş veya sopa vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış, putlar adına boğazlanmış hayvanları yemenin ve fal okları ile kısmet aramanın haram olduğu bildirilmektedir.
Boğulmak, başına tokmak vurulmak, bir yerden yuvarlanmak, süsüşmek, yırtıcı hayvan tarafından yaralanmak... gibi bir sebeple ölmek üzere bulunan hayvan yetişilerek kesilirse eti yenir.
Hayvanı keserken Allah’ın ismini anmak vaciptir. “Bismillahi Allahu Ekber” demek ise müstehaptır, daha faziletlidir.
Allah-u Teâlâ çok açık bir hüküm olarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın âyetlerine inanan müminler iseniz, üzerlerine Allah’ın ismi anılmış (Besmele ile kesilmiş) hayvanlardan yiyin.” (En’âm: 118)
Bu sizin için mübahtır, bunlardan yiyip istifade edebilirsiniz. Allah-u Teâlâ’ya iman edenler O’nun helâl kıldığını mübah bilirler, ondan istifade edebilirler, haram kıldığından da kaçınırlar. Bu, gönüllerindeki köklü imanın gereğidir.
“Kesilirken Allah’ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır.” (En’âm: 121)
Besmelesiz kesilen hayvanı yemenin açık bir zararını anlamasanız bile, gizli ve mânevî zararının ve bir cezâsının olduğunu muhakkak biliniz.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’âm: 121)
Kesilerek yenilecek hayvanların üzerine Allah-u Teâlâ’nın ismini anmamak sadece bir fısk olarak kalmaz, şirk veya şirke sebep olur.
Bu Âyet-i kerime’ler hayvanı keserken Allah-u Teâlâ’nın adının anılmasının ilâhî bir emir olduğuna, terk etmenin haramlığına ve o etin katiyetle yenmeyeceğine doğrudan doğruya delâlet etmektedir.
Hayvanı kesecek olanın boğazlamaya ehliyetli olması lâzımdır. Müslüman bir erkek ve kadın kesebileceği gibi, kesmesini bilen ve Besmele çekebilen bir çocuk da kesebilir.
Tesmiyenin tam kesilme halinde bulunması şarttır. Besmele çektikten sonra bir şey yer içer, başkası ile konuşursa önce çektiği besmele kifayet etmez, yeniden çekmesi gerekir. Besmele unutularak terk edilmiş olursa zararı olmaz.
Çünkü Hadis-i şerif’te:
“Ümmetimden yanılma, unutma ve zorla yaptıklarının mesuliyeti kaldırılmıştır.” buyuruluyor. (Buhârî)
Ancak kasten terk edenlerin kestikleri yenmez, haram olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asır sûre-i şerif’inde buyurur ki:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asır: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Kişi iman etmekle beraber, amel-i sâlih işlerse, Hakk’ı bilir Hakk’ı tavsiye ederse, Hakk’ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse kişi hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Buradaki sabır, kötülüklerden içtinab etmek ve ettirmektir.
Bu Asır sûre-i şerif’inde öyle incelikler var ki, Allah-u Teâlâ lütfetmeyip hiç bir Âyet-i kerime indirmeseydi, nizam-ı ilâhî için bu sûre-i şerif kâfi gelirdi.
Buna rağmen yine herkes tehlikededir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük tehlike üzerindedir.” (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunçtur. Bu korkunçluğu arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif daha bariz bir şekilde belirtmektedir.
Ebû Said-i Hudrî -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“(Kıyamet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Ey Âdem!’ buyuracak. O da icabet ederek: ‘Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.’ diyecek.
Allah-u Teâlâ: ‘Cehenneme gidecekleri seç.’ buyuracak. Âdem Peygamber: ‘Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?’ diye soracak. Allah-u Teâlâ: ‘Binde biri cennete, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme!’ diye cevap verecek.
Cenab-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1373)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashabımın yolunda olanlardır.” (Ebu Davud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetine âittir.
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashab-ı kiram’ın, Selef-i salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ona duyurmuş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla kulluk yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nurlandırmış olur.
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış ümmetlerden misal vererek, insanları uyarmak için öğüt vermenin ve öğüt verenlerin faziletini, bu öğütleri kabul etmeyenlerin de sonunda ne gibi azaplara mâruz kaldıklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“İçlerinden bir topluluk: ‘Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediler. Onlar da: ‘Rabb’inize karşı mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’tan korkarlar diye.’ cevabını verdiler.” (A’râf: 164)
Yani bizler bu davranışımızı Allah-u Teâlâ’nın huzurunda bizim için bir mazur görülme sebebi olsun diye yapmaktayız.
“Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.” (A’râf: 165)
Neticede Allah-u Teâlâ’nın azabı tahakkuk etti. Hakk yolunda bulunup öğüt vermekte devam edenler onların arasından ayrıldılar ve kurtuldular. İsyankârlar topluluğunu ise şiddetli bir azap sarıverdi.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler.” (Nahl: 61)
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler, şeref ve üstünlüğün bir alâmeti değildir, aksine bir istidraçtır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar.” (Âl-i imrân: 178)
Bunlar birer istidraç olup, görünüşte bir nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
“Bu sözü yalan sayanlarla beni başbaşa bırak. Biz onları bilmeyecekleri bir cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz.
Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir.” (Kalem: 44-45)
Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Bununla beraber:
“İman edip de Allah’tan korkanları kurtardık.” (Fussilet: 18)
Allah-u Teâlâ onları muhafaza edecektir.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde fitne çıkınca herkese isabet edeceğini beyan ediyor ve şöyle buyuruluyor:
“Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. (Hepinize sirayet eder.) Bilin ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl: 25)
Ya bu fitneyi bastırmamız lâzım, veya bu fitneden gelen azaba bizim de uğrayacağımızı unutmamamız lâzım.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
– Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
– Evet vardır.
– O halde onlara bunu nasıl yapar?
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah’tan bir bağışlanma ve hoşnudluğa ulaşırlar.” (Ahmed bin Hanbel)
Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler.” (Buhârî)
Böyle bir gün gelmezden evvel tevbe edip Allah ve Resul’üne yönelenlere ne mutlu! Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği şekilde kurtarır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir kavme, (bir topluluğa) azap indirince, bu azap onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (sâlihler mükâfâtını görür, fâsıklar azap olunur).” (Buhârî Tecrîd-i sarîh: 2119)
İyiler saâdet-i ebediye’ye nâil oldukları gibi cennet-i âlâ’ya girerler, en güzel bir hayatla yaşarlar, kendilerine vadolunan ilâhi mükâfatlara nâil olurken sonsuz bir hayatla müşerref olurlar.
Ve fakat azgın nankörlere gelince, inkârları ve günahları sebebiyle cehenneme girerler ve orada azap üstüne azap görürler. İsyan edip karşı gelenlerin cezası budur.
•
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm’ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah’ım!” (A’raf: 155)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime’sinde:
“Rabb’in kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)
Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kadir-i mutlaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.” (A’râf: 96)
Zâlimler zulümlerini artırdıkları için onları helâk etti.
Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar. Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah bir millet için kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli (yardımcı) da yoktur.” (Ra’d: 11)
Bilmezler ki halkın zararı memleketin zararıdır ve memleketin zararı herkesten önce başında bulunanların zararıdır.
•
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.” (İbn-i Mâce)
“Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.” (Beyhaki)
İstiğfara devam edip de ihtiyaçtan ve sıkıntılardan kurtulmayanlar, istiğfarın şartlarını yerine getirmeyen kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurur:
“Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü işittirmezdim.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Allah-u Teâlâ hakiki imana sahip ve ilâhî hükümlere tâbi olanların nice nimetlere nâil olacaklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Eğer ehl-i kitap inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık.
Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’lerinden kendilerine indirilen Kur’an’ı, gereğince uygulasalardı; hiç şühpesiz ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi. (Her yönden nimete ermiş olurlardı).
İçlerinden aşırılığa kaçmayan, mutedil bir zümre vardı, çoğunun yaptıkları ise kötü idi.” (Mâide: 65-66)
Rızıkları bol bol, yerden ve gökten fezeyan edip duracaktı. Ağaçları bol meyve verecek, ekinleri neşvünemâ bulacak, kendilerine her yönden nimetler gelecekti. Kendilerine zaman zaman bir takım musibetler yüz gösterip durmayacaktı. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi, dünyaları da mâmur olacaktı. Fakat onlar imana yönelmediler, inkârlarına devam ettiler.
En iyi, en faydalı gıda Allah-u Teâlâ’nın rızâsı ve hoşnutluğudur. Diğer nimetler zâhiridir, geçicidir, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğu ise ebedîdir. Hayatın en üstünü budur. O’nun hoşnutluğu dairesinde yaşayan kimsede huzur olur, maiyyet olur, kurbiyet olur, teşviş olmaz, sıkıntı olmaz. Çünkü o Rabb’ine teslim olduğu için, her verdiğine râzı olduğu için, onu müsterih bir hayat içinde yaşatır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” buyurmaktadır. (Talâk: 2)
•
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felaketlerin geldiğini bize göstermektedir.
Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah’ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah’ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, âkıbetimiz ne olur?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.” (En’âm: 44)
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.
Ad kavmi, Hud Aleyhisselâm’ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.
Salih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lut Aleyhisselâm’ın kavmi helal olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayib Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlakını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.
Yahudiler de itaatsizlikleri sebebiyle yoldan çıktıkları için maymun, domuz ve fare suretine çevrilmişlerdir.
“Böylece onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince kendilerine ‘Aşağılık birer maymun olunuz!’ demiştik.” (A’raf: 166)
Hazret-i Allah’ın onları lânetlediğini, azabına müstehak kıldığına dair kıssalar Kur’an-ı kerim’in çeşitli yerlerinde beyan edilmektedir.
Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah’a ve elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve niyaz etmesi sebebiyle kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır. Ancak uyarılarını dinlemeyen, tebliğ ettiği İslâm’ı yaşamayan, getirdiği Allah kelâmını tasdik ve tatbik etmeyip, dinini unutan kavmi ve isyan edenler birçok afat ve felaketlere müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler.” (Nahl: 61)
Eski kavimler böyle oldu. Bizim âkıbetimizin ne olacağı belli değil.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ:
“İşte biz günahkârları böyle yaparız.” buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecelli eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamış, şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
Allah-u Teâlâ’ya inanmayıp yolunda bulunmamakla kendisine zulmeden kâfir ve münâfıklar dünyada her ne kadar müreffeh bir hayat yaşasalar da gün gelip dünyadan göçecekler ve ahiretin yanında dünya hayatının çok kısa olduğunu anlayacaklar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı?
Onlar bunlardan daha çok, daha kuvvetli ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha sağlam idiler.
Fakat kazandıkları şeyler kendilerine asla fayda vermemiştir.” (Mümin: 82)
Ne kendilerine bir fayda sağladı, ne de onlardan azabı savdı.
Onlar yeryüzünü imar etmişler, ziraat için tarlalar sürmüşler, madenler çıkarmak için ocaklar kazmışlar, su menbâları bulup hertarafa akıtmışlar, arazileri sulamışlar, bağlar-bahçeler yetiştirmişler, sonraki nesillerden daha fazla kazanç elde etmişler, sağlam binalar eşsiz sanat eserleri meydana getirmişlerdi. Fakat onlar kendilerine verilmiş olan nimetlerin kendilerinden hiç alınmayacağını sandılar ve pek büyük bir aldanış içine girerek, müstehak oldukları en adil cezaya çarptırıldılar. Çünkü onlar cemiyetlerin helâk olmasını gerektiren günahlar işliyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri pek kötü oldu.” (Rûm: 10)
Âkıbetlerin en kötüsü, en kötü ceza olan cehennem azabıdır.
Onlar hem dünyadaki varlıklarını kaybettiler, hem de bu varlıklarını kötüye kullandıkları için bu yüzden uhrevî azaba da müstehak oldular.
Eğer onlar bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu, bir gün zevale erip son bulacağını, insan için gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilselerdi, böyle cahilâne hareket etmezlerdi. Her dakikasını ahiretleri için hazırlık yaparak geçirirlerdi.
Yarın Hakk divanında pirinçle, taş ayrılır.
“O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.” (Şûrâ: 7)
Bir tek emir gelir, her şey biter.
“Ey günahkârlar..! Bu gün şöyle ayrılın!” (Yasin: 59)
Haklı ile haksız işte o zaman ayrılır.
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette vuku bulacaktır.
“Bütün yüzler Hayy ve Kayyum olan Allah’a zelil olarak boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ: 111)
Yükü zulüm, isyan ve tuğyan olan kimse hüsrana uğramıştır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, kendilerinden çok daha kuvvet ve satvete sahip iken isyanları ve günahları yüzünden helâk olup gitmiş bulunan kavimlerin tarihi hayatlarını hatırlatarak ve ibret almaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:
“Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol yağmurlar indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık.
Günahlarından ötürü onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil vârettik.” (En’âm: 6)
Allah-u Teâlâ sizden önceki Âd, Semud ve benzeri kavimleri, günahları yüzünden helâk edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Buradan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahlarının ve hatalarının sebep oluşu mühimdir.
Bu Âyet-i kerime’de öncekilerin helâk edildiği gibi, isyan ettikleri takdirde sonrakilerin de helâk edileceğine işaret edilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hud sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize haber verirken Lut Aleyhisselâm’ın kavminin bütün yurtlarının yıkılıp alt üst olduğunu ve üzerlerine ateşli taşlar yağdırdığını beyan buyurmaktadır:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.” (Hûd: 82-83)
Bu taşlar yeryüzü taşlarına benzemeyen hususi taşlardı. Her taşın üzerine o taş kime atılacaksa onun ismi yazılmıştı. Bu taşlar Rabbin katından atılıyordu. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş, sonunculara varıncaya kadar helâk etmiş, Lut kavminden hiç kimse kalmamıştır. Memleketin altı üstüne geldikten sonra yağmur gibi taşlar yağdırılması, cezalandırmanın tam olması içindir. Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele olması gibi.
Âyet-i kerime’nin nihayetinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd: 83)
Böyle bir azap, zulümlerinde onlara benzeyecek kimselerden hiçbir şekilde uzak kalmayacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a:
“Zâlimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman:
“Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir.” buyurdu.
Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zâlimlere erişeceğini haber vermektedir. İşte bugün o hâle gelindi.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman, böyle taşlar zâlimlerin başlarına hemen yağıverir. Velev ki o taşlar göklerde bulunsun.
İlâhî irade tecellî ettiği zaman anında yeryüzüne iner, mestehak olanların beyinlerini patlatır.
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir.” (Taberânî)
Allah-u Teâlâ felaket taşlarının eninde sonunda bütün zâlimlere erişeceğini haber vermektedir.
Çünkü onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmediler, hidayete yönelmediler. Kendi sapıklıkları içinde kaldılar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Nice şehirlerin halkını, zulmederken helâk edip yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır.” (Hacc: 45)
Bütün bunlar hep birer ibret levhasıdır.
•
Yâ Rabb’i! Biz onlardan değiliz. Biz senin hasımlarına düşman kesildik. Yardım ve desteğinle hiç kimseden çekinmeyerek mücadelemize ve mücahedemize devam ediyoruz. Zâtına iman ettik ve sığındık. Allah’ım bu büyüklük taslayan beyinsizlerin yüzünden bizi helâk etme!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif buyurduğu bu Bayraklılar’ın cihadı, “Cihad-ı Ekber”dir.
Bir Hacc vardır, bir de Hacc-ı ekber vardır. Biri diğerinden, yedi veya yediyüz derece üstün olduğu gibi, bu cihad-ı ekber de çok büyük faziletleri haizdir.
Şöyle ki;
Savaşa giden bir kimse bir veya birkaç düşmanla karşılaşır. Fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif buyurduğu bu Bayraklılar, bu mücahidler Türkiye’de olduğu gibi, ecnebî devletlerde de fitnelerle mücadele ediyorlar.
Bilindiği gibi bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hacc: 78)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Ashâb-ı kiram Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“Azîz ve Celîl olan Allah’ın yolunda cihad etmeye muadil ne olabilir?” diye sordular.
“Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdu. Bu sözü kendisine iki veya üç defa tekrarladılar. Hepsinde:
“Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdular.
Üçüncüde buyurdu ki:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; oruç tutan, namaz kılan, Allah’ın âyetlerine itaatkâr olan bir kişi gibidir. Ki, Allah-u Teâlâ’nın yolundaki mücahid dönünceye kadar ne oruçtan gevşer ne de namazdan.” (Müslim: 1878)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar arasında peygamberlik makamına en yakın kimse, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, insanları peygamberlerin getirdiği hükümlere yöneltirler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği hükümleri kılıçları ile korumak için cihad ederler.” (Ebu Nuaym)
Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
İşte bu Bayraklılar yaptıkları bu cihad-ı ekberle, hakikat ile dalâletin arasına berzah koymaktadırlar.
Bu berzah o kadar mühimdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Buyurarak bunların üzerine yemin etmiştir.
•
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır.”
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz.” deyince buyurdular ki:
“Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır.” (Müslim: 2831)
Bunlar onun ümmetinden dünyaya nâdiren gelen vekiller ve velilerdir. Yani: “Benden sonra gelecek ümmetimin içinde böyle cevherler, böyle yıldızlar mevcuttur.” mânâsına gelir.
Bu beyanlarımız birer hatırlatmadır, uyandırmadır. Hatırlatılmadı denilmesin. Ola ki Allah-u Teâlâ bize acır da bizi kurtarır.
Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun. Kardeşler! Sizi sevmiş seçmiş, bu yola koymuş. Dininin korunması için, ahkâmını muhafaza için size bu lütfu bahşetmiş. Binaenaleyh gaye maksat menfaat olmamaksızın hakikati yaymaya çalışalım, Allah bize yeter!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Nihayet o gün dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür: 8)
Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır. Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilen, içilen, giyilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye tutulacaklardır.
O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp helâlinden mi harcadıkları, haramdan kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp yapmadıkları bir bir sorulacaktır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona ayrılıp verilmiş gibi olur.” (Tirmizi: 2449)
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında şükredip etmediklerinden hesaba çekileceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın, Allah’ın rızkından yiyin.
Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanların sonu yine o başlangıca dönecek, sonunda O’na varacaklardır.
Kötü iş ve icraatlarıyla ateşi körükleyenler cehennemi boylayacaklar, güzel amelleriyle cenneti süslemeye çalışanlar Allah-u Teâlâ’nın geniş mağfiretine ve cennet-i âlâ’ya uluşacaklardır.
Öyleyse;
“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’i mucibince, huzur-u ilâhiye varıp hesap verileceği düşünülerek, hudutları muhafaza etmeye çalışılmalıdır.