Hıristiyan Haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm’ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.
Fetullah Gülen ise şöyle söylüyor:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru, 131. sh)
Bu adam böyle söylüyor. Bu doğrudan doğruya inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
Bu adam resmen inkâr ediyor da kılınız kıpırdamıyor! Bu söz bu karikatürlerden çok daha büyüktür. Hem inkâr ediyor, hem de bütün etrafını küfre sevkediyor.
Ey müslüman kardeş! Sizler de bu adama ve ona tâbi olanlara bu nazarla bakın!
Resulullah Aleyhisselâm’ı methetmeye beşerin gücü yetmez. Zira onu bizzat Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri methetmiştir. Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’de onun hususiyetleri zikredilmiştir. O madden manen bütün alemlere bir rahmettir. Zira bütün alemler onun nurundan yaratılmıştır. O olmasaydı felekler yaratılmazdı.
Bunlar ve bunlar gibi daha nice hakikatleri Allah ve Resul’ünün beyanlarından öğreniyoruz.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ı kabul etmeyen hiçbir kimsenin imanını kabul etmeyecektir. Bu çok açık bir İslâm düsturu ve akaididir.
Bütün bu hakikatler ortada iken Resulullah Aleyhisselâm’ı kabul etmeyen hıristiyan ve yahudilere iman ehli muamelesi yapanlar Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmişlerdir.
Bunlar Hakk’ın huzurunda; Resulullah Aleyhisselâm’ın sahibi Rabb’in huzurunda hesap verme günü geldiğinde ne kadar büyük cürüm işlediklerini anlarlar. Ancak iş işten geçmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ: 107)
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm bu ilâhî fermanının mazharı olmuştur.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî’nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah’ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî’sinde:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2, s. 164)
O: “Asluhu nur, cismuhu Âdem”dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de de:
“O sizden iman edenler için bir rahmettir.” buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez.” buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: “Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil” olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.
Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.
Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî’yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif’leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.
Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! De ki:Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor.” (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor.
“Ben de sizin gibi bir beşerim.” beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
“Allah’tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide: 15)
Âyet-i kerime’sinde geldiği haber verilen bu “Nur”u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, “Nur”a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime’de geçen; “Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir.
“Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir, o da hidayet rehberidir.
“Ben de sizin gibi bir beşerim.” Âyet-i kerime’sini görerek: “O da bizim gibi bir insandır.” diyenler, onun:
“Asluhu nur, cismuhu âdem” olduğunu, “Sirâc-ı münîr” olduğunu, “Nur saçan kandil” olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime’leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime’lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;
“Aslıhu kâfir, cismuhu necis” tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o “Nur”a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o “Nur”u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Ey insanlar! Rabb’inizden size HAK BİR PEYGAMBER gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin.” (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’ya teslim olmak isteyenler için takip edilecek tek yol, onun getirdiği İslâm dinidir.
“Ey insanlar! Size Rabb’inizden KESİN BİR DELİL geldi.” (Nisâ: 174)
Öyle bir “Delil” ki, karşı tarafa herhangi bir mazeret bırakmayacak, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldıracak kadar kesin bir “Delil”dir.
“O Hakk’ın nurudur
İlim-irfan kaynağıdır.
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır. Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı.
“Ey insan!” (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm’dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:
“Yâsin! = Ey insan!” diye hitap etmiştir.
Bu ism-i şerif’i ona bizzat Allah-u Teâlâ bahşetmiştir. Zira O kendi nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için, onu bu ism-i şerif’e mazhar etmiştir.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhî’ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için; nurun hülâsasını, hakikatın hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u Teâlâ ona koymuştur. Güzeller güzelliğini ondan alır. O Rehber-i sâdık’tır.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı kerim üzerine yemin ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
“Yâsin. Kur’an hakkı için ey Resul’üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin.” (Yâsin: 1-4)
Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilen ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.
Bu ilâhî beyanlar üç mânâ taşıyor:
Birincisi, bu ism-i şerif’i ona Allah-u Teâlâ vermiştir.
İkincisi, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim üzerine yemin ederek, onu en güzel hasletlere sahip olarak hususiyetle gönderdiğini beyan ediyor.
Üçüncüsü de, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru bir yol üzerinde bulunduğunu bildiriyor.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime’ler kâfidir.
Beşinci Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği Kur’an yolu üzerindesin.” (Yâsin: 5)
Onu yaratan ve onu peygamber gönderen Allah-u Teâlâ, onun Allah yolunda olduğunu buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini uyarıyor ve şöyle buyuruyor:
“Resul’üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.” (Zuhruf: 43)
Senin takip edeceğin yol Sırat-ı müstakim’dir. O yolu takip edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın neticesi cehennemdir.
Onu yaratan onu meth-ü senâ ediyor, onun doğruluğunu mühürlüyor, Kur’an yolu üzerinde bulunduğunu buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu hakikatler karşısında bir münkirin söyleyeceği sözün ne hükmü olabilir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin insanları en doğru ve en güzel yola çağırdığını bizzat haber veriyor:
“Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.” (Müminûn: 73)
Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden teslim olan, bu Âyet-i kerime’nin şümulü içine girer. Amma buna tenezzül etmeyen kendisini İslâm haricine koymuştur, o zaman küfre sapmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
“Sen Rabb’ine dâvet et, şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.” (Hacc: 67)
Resulullah Aleyhisselâm dâvet emrini en güzel şekilde yaptı. Hayat-ı saâdetlerinde de, ahirete intikallerinden sonra da o yolu iman edene bıraktı. Nasipdar olanlar hidayete erer, nasipdar olmayanlar küfürde kalır. İtaat eden kendisine, nankörlük eden yine kendisine.
Âyet-i kerime’sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
“Nûn.” (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât’tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif’lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime’lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat “Nun” çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime’lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime’lerin “Nûn”un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
“Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!” (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmak-la bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Resul’üm! Andolsun ki sen Rabb’inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin.” (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ’ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime’ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul’ünü tesellî etti.
“Senin için tükenmeyen bir mükâfât var.” (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen mükâfât”a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ’nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur’an-ı kerim’in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in “Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplar’a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cum’â: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
Peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir.
Ne var ki insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28)
Her peygamber kendi kavmine gönderilmiş ise de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara gönderilmiştir ve bu bütünlük kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şâmildir.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ’nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
“Resul’üm! De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.’” (A’râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: “Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim.” diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
Resulullah Aleyhisselâm’ın vazifesi bütün insanlara İslâm’ı duyurmaktır. Bu emr-i ilâhî’yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah’ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür.” (Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah’ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki yaratan ona âşık olmuş.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem’i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet’in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm’ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm’ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur.
Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan “Vesile”nin sahibi odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ’nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ’nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik.” (Bakara: 151)
“Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?” diye sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime’yi okumak kâfidir.
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük nimetidir:
“Çünkü onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm’ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’râf: 157)
Allah-u Teâlâ Peygamber’ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
“(Ey insanlar!) Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm’a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’ın, ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir.” (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Peygamber hakkı müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır.
Allah-u Teâlâ onu nasıl şereflendirmiş, hakların en büyüğünün onun hakkı olduğunu beyan etmişse; onun tertemiz zevceleri de, onun zevceleri olduklarından dolayı, müminlere anne kılarak onlara saygı ve hürmeti farz kılmıştır.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ onların müminlerin anneleri olduğunu bildirmiştir. Buna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminlerin mânevî babasıdır.
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
“Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif’leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ’nın varlığı onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: “Ben buraya âitim.” demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif’lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
O her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucûrât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imrân: 101)
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah’a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber’lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müminler derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiüs-sağir)
Muazzez ism-i şerif’leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Biz senin şânını yükselttik.” buyurdu. (İnşirâh: 4)
Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah’tır. Hakk’tan haber verir, Hakk’a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdaniyet ve Samedâniyet’e vasıta odur. O zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ’dır.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28)
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse, onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul ve kabul olmaz, cennete de giremez, zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdi. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edinmiştir. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber anmış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra“Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiş, onun sayesinde sapıklıkta olanları hidayete erdirmiştir.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Kişi: “Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O halde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin!“ diye emir buyurmaktadır. (Nisâ: 170)
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dini’ne girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i şehâdet”de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “İnanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre, her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geldiğini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. ‘Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi. Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imrân: 81)
O Azîz Peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
Âl-i imrân sûre-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin yoldan çıkmış kimseler olacağı bildirilmektedir:
“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imrân: 82)
Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberlerine bu emri vermiş, onlardan söz almış, onların da her biri ümmetlerine duyurmuşlardır.
Muhammed Aleyhisselâm en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmud’a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ümid edebilirsin ki, Rabb’in seni bir Makâm-ı Mahmûd’a gönderecektir.” buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm’dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm’ın insanlara şefaât etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği “Livâ-i hamd” altında muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama “Mahmûd” denilmiştir.
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve ahirete dâir gam ve hüzünleri, onun şefaati ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteseler-di, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah’ı affedici ve merhametli bulurlardı.” (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah’ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm’a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm’ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın müminlerin tamamına istiğfarda bulunması, Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’si ile hâsıl olmuş bulunmaktadır:
“Hem kendinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile.” (Muhammed: 19)
Bu Âyet-i kerime’ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma kapısıdır! Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Raûf ve Rahîm sıfatlarının mazharıdır. Bu yalnız ona mahsustur.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:
“Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe: 103)
Emr-i şerif’i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’sinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)
Kibir ve gururları onların Resulullah Aleyhisselâm’ın yolunda bulunmalarına engel olmaktadır.
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm’ı incitirse, Allah-u Teâlâ’yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime’lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
“Allah’ı ve Peygamber’ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzâb: 57)
Peygamber’e yapılan eziyetin, Allah’a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Kur’an-ı kerim’i indirmesiyle onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğunu, Kur’an-ı kerim’in hükümleri ile amel ettiğini buyuruyor ve bize duyuruyor:
“Hamdolsun o Allah’a ki, kuluna dosdoğru kitabı indirdi ve onda hiçbir eğrilik koymadı.” (Kehf: 1)
Allah-u Teâlâ nurunu, Kitab-ı kerim’i olan Kelâmullah’ı Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine indirdi. Ona en doğru, Hakk’a en kestirme varan yolu bildirdi.
Buna iman etmeyenler yoldan çıkmıştır, hakikatten sapmıştır, küfre dalmıştır.
•
Allah-u Teâlâ onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, kendi yoluna dâvet makamında da onu kulu olmakla vasıflandırmıştır.
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hakkı bâtıldan ayırdeden Kur’an’ı indiren Allah’ın şânı ne yücedir.” (Furkân: 1)
Hakikat ile dalâleti, doğru ile eğriyi ayırmak için Allah-u Teâlâ kullarını uyarıyor. Nasibi olan bu Âyet-i kerime’yi anlar, uyar. Nasibi olmayan sapıklıkta kalır. Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse onu o sapıklıktan kurtaramaz.
Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)
Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü birbirlerinin içine girerlerdi.
Bize hidayet bahşeden Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun ki; Kur’an-ı kerim’i indirdi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i bunu bize açıkladı. Biz O’nun dosdoğru yolu üzerindeyiz.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a “Abd” yani kul ismini verdiğini diğer bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin.
Eğer doğru iseniz, Allah’tan başka şâhitlerinizi de çağırın.” (Bakara: 23)
Allah-u Teâlâ buyuruyor ve dalâlet ehline duyuruyor. Muhammed Aleyhisselâm’a indirdiği hak olan Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, hepiniz bir araya gelin, onun benzerini meydana getirin. Fakat şüphesiz ki bunu yapamazsınız. Çünkü siz âciz bir mahluksunuz. Bu ise Allah kelâmıdır.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 40)
Bu Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak anlaşılır.
O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir Nur’dur. Nur’u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini’nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem’ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İslâm dini’nin ulviyetini, Resulullah Aleyhisselâm’ın cahiliye devri müşriklerine yaptığı hitabını beyan buyurmaktadır:
“De ki:Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz, ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Ancak sizi öldürecek olan Allah’a ibadet ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu.” (Yunus: 104)
Bu ilâhî beyan kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Kim ki gerçekten iman ederse, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiğini kabul ederse, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a uyarsa, hiç şüphe yok ki kendi lehinedir, aksi de aleyhinedir.
“Ve: ‘Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın müşriklerden olma!’ diye (emredildi).” (Yunus: 105)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenlerin kurtulduğu, yönelmeyenlerin müşrik olduğu beyan buyuruluyor.
“De ki:Ey insanlar! Size Rabb’inizden hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse, o ancak kendi iyiliği için hidayete ermiş olur. Kim de saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (Yunus: 108)
Ben sadece müjdeleyici ve korkutucuyum. Siz imana gelmedikçe, sizden dolayı sorumlu tutulacak da değilim.
“‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyesiniz.’ diye. Şüphesiz ki ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd: 2)
İnkâr ederseniz azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum, iman ederseniz saâdet ve selâmete ereceğinizi müjdeliyorum.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e teselli olarak bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki senden önce gelen peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasıl oldu?” (Ra’d: 32)
Diğer peygamberlere de bu olmuştu. Kimini yalanladılar, kimini taşladılar. Sana muârız olanlar da bunu yapacaklar. Amma onların dönüşleri banadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak bir peygamberdir, ona Rabb’inden hak gelmiştir, hakkı tebliğ eder, insanları Hakk’a çağırır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki hak sana Rabb’inden gelmiştir.” (Yunus: 94)
Öyle bir haktır ki aklını kullanan hiçbir kimsenin en küçük bir şüphesi olamaz, kesin mucizelerle desteklenmiştir. Kim ki ona gelen hak ve hakikatı inkâr ederse, kendisine zulmetmiş olur.
Bir diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bunda da sana hak ve müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hûd: 120)
Çünkü müminler ibret dolu öğütlerden istifade ederler.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitâben Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz.” (Bakara: 120)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Onlara de ki:Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim.” (Sâd: 86)
Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi, cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde kalırsınız.
Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da böyledir.
“Resul’üm! Onlara de ki:Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb’ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Furkân: 57)
Resulullah Aleyhisselâm’ın bir ücret talep etmek veya İslâm’a girenlerin kendisine sağlayacakları dünyâ hayatının geçici menfaatlerinden herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.
“Resul’üm! Onlara de ki:Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a âittir. O her şeye şâhittir.” (Sebe: 47)
Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm’ın risaletini ispat etmektedir.
Birincisi; İslâm’ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir. Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaatı beklemeyip yalnız uhrevî menfaatını istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
İkincisi; Allah-u Teâlâ’nın her şeye şâhit olduğunu beyan etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna Allah-u Teâlâ’yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.
Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime’lerinde onu nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:
“O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ: 6-7-8)
Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ’dır. Onun koruyucusu O’dur.
Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes’i olduğunu arzediyor.
Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş, hidayete nasibdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.
•
Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Resul’üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tûr: 48)
Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor. O’nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.
Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ’nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîyesinde bulunduruyor.
“Allah seni insanlardan korur.” (Mâide: 67)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde Resul’ünün insanlara Hakk’ı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzüsuyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.
Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ayırmıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih: 1)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a açık fetih ihsan etmiştir. O’nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, “Meydana gelmiş hadise” gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere büyük bir müjdedir.
Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i kerime’de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.
Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’nın lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed’e de ikramıdır.
“Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir.” (Fetih: 2)
Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini, seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.
“Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir.” (Fetih: 2)
Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.
Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.
“Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih: 3)
Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ona yardımı anlatılmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ Peygamber’ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber’in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır.” (Tahrim: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Siz bu Âyet-i kerime’yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman ediyorsanız Allah-u Teâlâ’nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.
“Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi.” (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul’ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş’in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır.” dediler. “Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?” buyurdu. “Evet iman ederiz.” dediler.
Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ’ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ’nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.
Allah-u Teâlâ onun sadâkatını halka bildirmek ve göstermek için bu hârikulâde mucizeyi de ona bahşetmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:
“Şâhit olunuz!.. Şâhit olunuz!..” diye seslendi. (Müslim)
Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. “Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı.” dediler.
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:
“Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer: 1)
Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.
Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen gerçekleşmiştir. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak “Büyülendik” diyebildiler.
Bu mucize mütevâtirdir. Kur’an-ı kerim’de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.
“Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: ‘Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.’ derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş kararlaşmıştır. Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir. O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor.” (Kamer: 2-5)
Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.
Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.
Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm’ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur’an-ı kerim’de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur’an-ı kerim’de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah’ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
“O halde sen de onlardan yüz çevir.” (Kamer: 6)
Çünkü onlar hakikata kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm’dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Resul’üm! Sen atmadın, Allah attı.” buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 38-42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, kâfirlerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:
“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.
“İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb’leri tarafından MUHAMMED’e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir.” (Muhammed: 2)
Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeğe inananların hallerini iyileştirecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşturacak.
Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Muhammed Aleyhisselâm’ın vefatı ile dininin terk olunmayacağı, dinden dönen kimsenin hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ’ya zarar veremeyeceği, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan, imanında sebat eden müminlerin güzel bir mükâfâta erecekleri Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir.
Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olamayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i imrân: 144)
Burada “Şükredenler” den maksat İslâm’da sebat ederek vazife yapanlardır. Onlar her durumda dinleri uğrunda mücadele ederler.
İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.
Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor.” (Hicr: 97)
Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.
O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.
O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikatı bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.
“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib’im!” (Şuarâ: 3)
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm’a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.
“İman edenlere Rabb’leri katında kendileri için bir Kadem-i Sıdk olduğunu müjdele.” (Yunus: 2)
Âyet-i kerime’sinde geçen “Kadem-i Sıdk” Muhammed Aleyhisselâm’dır.
Öyle bir “Kadem-i Sıdk” ki sâdıkların, sıddıkların rehberi; ümmetine doğruluğu sağlayan, duâsı ve şefaati red olunmayan yegâne Peygamber’dir.
Allah-u Teâlâ onu öyle bir önder, öyle bir yol gösterici, öyle bir Nur kılmış ki; o Zât-ı âli’yi, o Nur’u, o izi takip edenlerin, o izden ayrılmayanların saâdet-i ebedîye’ye ereceğini ve ahirette onun ile beraber olacağını müjdeliyor.
Allah- Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:
“Resul’üm! Senin ömrüne andolsun ki!..” (Hicr: 72)
Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve icraatlarından ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin hoşnutluğundan ileri geliyor. Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref vardır.
Ayrıca Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde üzerine de yemin etmiştir:
“Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!..” (Tîn: 3)
Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine vermemiş.
Mekke-i Mükerreme şehirlerin anasıdır, nurların özüdür. Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’yı orada kurdurdu, Nur’unu Arş’a kadar yükseltti. “Hacer-i esved” taşı cennet-i âlâ’dan getirilip bütün âleme şehâdet etmesi için Kâbe-i Muazzama’ya yerleştirildi.
Âlemlerin Nur’u orada doğdu. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Kur’an-ı Azîmüşân orada indirildi.
Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberi olduğunu, Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ’nın bu mübarek şehre yemin etmesi ile öğrenmiş oluyoruz.
Muhammed Aleyhisselâm Hicret’ten birbuçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.
Mirâc-ı şerif hadisesi Kur’an-ı kerim’de şöyle anlatılmaktadır:
“Kulunu (Muhammed’i) gecenin bir anında Mescid-i Haram’dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir.” (İsrâ: 1)
Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram’ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs’teki mescide “Mescid-i Aksâ” denilmiştir.
Bu bir esrâr-ı ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm’a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.
Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
O kendisi Allah-u Teâlâ’nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm’a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat’ta da İncil’de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar.” (A’râf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat’ta da, İncil’de de, Resulullah Aleyhisselâm’ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur’an-ı kerim’i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara: 121)
Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah ahirette de selâmette olurlar.
O hevâ ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.
Yahudiler Tevrat’ta hıristiyanlar İncil’de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (Bakara: 146)
Allah-u Teâlâ: “Bilmedik, bulmadık!..” dememeleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan, onu yaratan Allah-u Teâlâ’dır.
“Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Fakat Allah-u Teâlâ’nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ’nın emirlerine muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.
Ulül-azm bir peygamber olan İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere; İsâ Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsâ Aleyhisselâm’ın geleceğini duyurmuştur.
Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin ve hiçbir hıristiyanın bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir fermân-ı ilâhîye var. Zira Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bildirip açıklıyor. Yani “Ben bilmiyordum, duymadım.” gibi bir itiraz kabul edilmeyecektir.
Bu o kadar büyük bir vebal ki, altından kurtulmak mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Yahudi ve Hıristiyanlar’dan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla şöyle buyuruyor:
“Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER’imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.’ demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz.’” (Âl-i imran: 64)
Allah-u Teâlâ “Kelime”yi açıklayarak ve bu dâvetin ana prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:
“Allah’tan başkasına tapmayalım.
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.” (Âl-i imran: 64)
Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir şekilde gösterilmektedir.
Sizin onları Tevhid’e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen;
“Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.’ deyin.” (Âl-i imran: 64)
Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm üzere olduğunuza onları şâhit tutun.
Fakat ehl-i kitap Hakk’ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime’sinde şöyle haber vermektedir:
“Andolsun ki biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin, Tâğut’tan sakının!’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl: 36)
Allah’a kulluk edin ve O’nu birleyin. Allah’tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
“İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
“Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saf: 8)
O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm’a bahşedecektir.
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
Her zaman ve mekânda İslâm’ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.
Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.
Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.
Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.
Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nûr: 55)
Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını ödemediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.
İşte bu, onların Tevrat’ta anılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)
“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır:Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenleri incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümul bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
“Allah iman edip salih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih: 29)
O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.
Rahmet ve merhametinin engin tecellisinden dolayı, Allah-u Teâlâ bu ümmete, kendilerinden başka hiç kimseye vermediği iki haslet vermiştir. Onları bütün insanlar üzerine şâhitler yapmış ve din işlerinde kendilerine hiçbir güçlük yüklememiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O peygamber onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.” (A’râf: 157)
Yükümlü oldukları güç şeyleri Allah-u Teâlâ’nın müsaadesi ile bertaraf eder.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin kolaylık ifade eden beyanları incelendiğinde, onun her emrinin her yasağının müslümanlar için sırf kolaylıklardan ibaret olduğu kendiliğinden meydana çıkacaktır.
ümmet olanların; küçük büyük, bilerek ve unutarak işledikleri bütün günahları tevbe ettikleri takdirde affedeceğini Allah-u Teâlâ vâdetmiştir.
Allah-u Teâlâ bütün bu ikramları son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın hürmetine, ümmet-i muhteremesi için yapmıştır.
Aşağıların En Aşağısı:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm’dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Bu arada bir çok peygamberler gelip geçmiştir. Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Andolsun ki, senden evvel de peygamberler gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık.” (Mümin: 78)
Sayıları yüzyirmidört bini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhi’nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı Azimüşân’ı en iyi bilenler onlardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlar arasında Meryem oğlu İsâ’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlâtları gibidir. Dinleri birdir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1403)
Aslında aralarında fark yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız.” buyuruyor. (Bakara: 285)
Onları birbirinden ayırmak emr-i ilâhiye muhalefet etmek demektir. Müslümanlar imanlarının gereği olarak hepsine hürmet, saygı ve sevgi beslerler ve birini diğerinden ayırmazlar. İslâm’ın görüşü budur. Aslâ bir peygamberin aleyhinde katiyyen bulunmaz.
Peygamberlere iman etmeyen kimse, Allah-u Teâlâ’ya iman etmemiş olur. Birine iman etmemek de, hepsini inkâr etmek gibidir.
Onlar gerçek dinde kardeştir, muteber olan da dinde kardeş olmaktır, karında değil. Eğer karında kardeşlik muteber olsaydı Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu da dahil olurdu.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.” (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Derecelerinin yüksekliğinde, Allah-u Teâlâ’ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Kur’an-ı kerim’de ibretli kıssaları, güzel halleri anlatılmış, yürüdükleri yoldan ve izden gitmemizin, onları numune almamızın gerektiği beyan edilmiştir:
“Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar.” (Hud: 120)
Zorluklarla karşılaşan kimseler, böylece teselli bulmuş olurlar. İmanları artar, gönülleri rahatlar.
“Bunda da sana hak ve müminlere öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hûd: 120)
Çünkü müminler yapılan öğüt ve uyarılardan yararlanırlar, vakit kaybetmeden yola koyulurlar.
Bu çirkeflerin yaptıkları çirkefliklerinin icabındandır. Yoksa kişi güneşe tükürmekle, güneşe bir zarar vemiş olmaz, tükrüğü ancak kendisine döner.
Bunlara hiç şaşmayın! Bunlar pistir, murdardır, necistir. İçlerindeki necaseti dışarıya atıyorlar, murdarlıklarını ortaya dökmüşler.
Hıristiyan Haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm’ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.
Bizim Müslüman olarak Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i her zaman ve her şartta yüceltmemiz emrolunmuşken Fetullah Gülen ise şöyle söylüyor:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru, 131. sh)
İşte bu tür Din’e aykırı beyanlar kafirlerin yaptıkları karikatürlere zemin hazırlıyor, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hakaret edilmesine neden oluyor ve dolayısıyla İslamiyete büyük zarar veriyor.
Ey müslüman kardeş! Muhammed Allah’ın resulüdür denilip buna inanılmadan nasıl iman sahibi olunabilir?
Bu, bu adamın görüşüdür, sakın İslâm’a mâletmeyin. Zira böyle görüşler Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkındaki bütün Âyet-i kerime’lerini inkâr demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Kendileri küfrü irtikap ettikleri gibi, başkalarını da küfre sevketmişlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirler hakkında şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenrler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçınılması gereken pis koku gibidirler.
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Kâfirler karikatürlerle içlerindeki necaseti ileriye sürüyorlar.
Onların iman etmeleri beklenilemez.
“Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
Bu imansızlıktan bu pislikten ötürü hepsinin cehennemde olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. Bunlar bizim sözümüz değil.
“Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
“Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!” (Bakara: 89)
Küfürle iftihar etti ve papazlarla poz verdi, onları hazret olarak kabul etti.
Kim ki ona uyarsa o da onlardandır. Onunla beraber inkâra sapmıştır.
Tövbe edip dönmedikleri takdirde irtidat ettiklerine hükmolunur, nikâhı düşer,
karısı boştur. (Bkz. İslâm Hukukunda Suç ve Ceza, Muhammed Ebu Zehra)
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün önderleriyle (imamlarıyla) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
İşte bu imamlar böylece cehenneme götürüyor ve helâk ediyor.
Her önder arkasında ona tâbi olanları böylece cehenneme götürecek.
Oysa size:
“Fâsıka yardım eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî) Hadis-i şerif’ini defalarca söyledik.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.”
(Yâsin: 21) Âyet-i kerime’sini de size tebliğ ettik,
amma siz Âyet-i kerime’ye bakmadınız, Hadis-i şerif’e inanmadınız, bunlara uydunuz ve cehennemi boyladınız.
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur’an’ı öyle okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir hiç kalır. Kur’an’ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o aleyhlerine olacaktır.
Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan hemen çıkacaklar.
Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi.”
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif’i ve devamını rivayet ettiği zaman Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh-:
“Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına söyle! Sen bu Hadis’i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bizzat işittin mi?” diye sordu.
O da: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki evet!” dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer yemin etti. (Müslim: 1066)
“Onlar da namaz kılıyor!” diyorsunuz. Bu Hadis-i şerif’e bakın da kararınızı verin!
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a çağıran (Muhammed’e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun.” (Ahkâf: 31)
Buyuruyor.
Fetullah Gülen şöyle söylüyor:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru: 131. sh)
Bu söz küfürdür. Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz’i inkârdır.
Oysa insan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman iman sahibi olmaz.
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a çağıran Muhammed’e uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Ahkâf: 32)
Buyuruyor.
O ise yahudi ve hıristiyanlar hakkında inen 87 kadar Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve şöyle söylüyor:
“Yahudi ve hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Muhammed A.S döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı yahudi ve hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa Doğru: 45. sh)
İşte görüyorsunuz ya, Âyet-i kerime’nin hükmünü kaldırmaya çalışıyor.
“Onlara: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!” denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Peygamber’idir. Bir de, Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
“Eğer tövbe ederler, namazı kılarlar, zekat verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir.” (Tevbe: 11)
Buyuruyor.
Fetullah Gülen de Papa’ya gönderdiği mektubunda şöyle söylüyor:
“Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” (9 Şubat 1998, bkz. Aksiyon, 167. sayı)
Hazret-i Allah’ın kâfir dediği insanlarla hoşgörü ve anlayış adı altında kardeşlik kurmak istiyor.
Bu sözüyle bu Âyet-i kerime’leri alenen inkâr etmiştir.
“Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
Buyuruyor.
O ise Vatikan’a Papa’yı ziyaret etmek için gittiğinde şöyle söylüyor:
“Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.” (9 Şubat 1998, bkz. Aksiyon, 167. sayı)
Papalık misyonu diyalog ve hoşgörü adı altında müslümanların hıristiyanlaştırılmasıdır.
“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır.” (Jean Paul II. Redemptoris Missio Roma: 1991)
Bir parçası olmak istediği misyon işte bu!
Bunların “Kiliseye döndürme” misyonunun parçası olduklarını öğreniyoruz.
“Onlardan bir çoğunu, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde ebedî kalacaklardır.” (Mâide: 80)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır.” (Mâide: 51)
Buyuruyor.
Bu küfrü hoş gören ve hoş göstermeye çalışan ise şöyle söylüyor:
“Gerekirse bu mevzuda her köşe başında bir hoşgörü vakfı kurulmalı, herkes hoşgörü soluklamalı.” (30 Eylül 1996 Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ‘Mutlu Yarınlar İçin Elele' programında yaptığı konuşma)
Hıristiyan Haçlılar ve yahudilerin İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için taarruz etmeleri, Peygamberimiz Aleyhisselâm’a büyük hakaretlerde bulunmalarından sonra bu sözleri ile ortada kalakaldılar!
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur! Bunların bu Âyet-i kerime’lere inanmadığı apaçık ortadadır.
Bunlara daima bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ızlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Buyuruyor.
Bu adam ise:
“Kadınların başlarını örtmesi iman meselesi ölçüsünde önem arzetmez. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meseledir. ... Temel meseleler varken, teferruatla (furuatla) uğraşılmamalı.” diyor, Allah-u Teâlâ’nın emriyle alay ediyor. (Bkz. Hürriyet, 23-28 Ocak 1995; Sabah, 23-30 Ocak 1995 tarihli röportajlar)
Her türlü ilâhi hükmü hafife aldığı, önemsemediği iyice anlaşılmış oldu.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Buna daima bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” (Tevbe: 73)
Buyuruyor.
O ise şöyle söylüyor:
“Kimse kimseye inancından dolayı ithamda bulunmayacak, yine kimse kimseye dininden ya da dinsizliğinden dolayı taanda bulunmayacak. ... Vahşi insanlar (bağışlayın bu tabirimden dolayı) vuruşa vuruşa, dövüşe dövüşe bir şey gerçekleştirirler. Medeni ve aydın ruhlar düşüne düşüne, konuşa konuşa bu hedefi gerçekleştireceklerine inanırlar. Vahşet dönemini çok gerilerde bıraktığımız kanaatini taşıyorum.”
Resulullah Aleyhisselâm’dan bu zamana kadar bütün ehl-i İslâm’ın savaş meydanlarında yaptığı cihad’a hangi müslüman “Vahşet” diyebilir. Bunları tanıyın. Afganistan’da, Irak’ta ve daha pek çok yerde vahşet, zulüm ve işkenceler sergileyen “Medeniler(!)”e sığındığına göre bunun gerçek yüzünü görün!
“Oysa onlar Rabb’iniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
Bunlar “doğru yoldan sapmış” kimselerdir. Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir.” (Mücadele: 22)
Buyuruyor.
Bu ise Hazret-i Allah’ın vahiy elçisi olan Cebrail Aleyhisselâm hakkında şöyle söylüyor;
“Farz-ı muhal, o bile gelse Türkiye’de bir parti kursa, onun partisini bile destelemem...” (23.11.1995, Savaş Ay ile Röportaj)
“Cebrâil Aleyhisselâm’ı desteklemem” demek “Allah-u Teâlâ’nın vahyini kabul etmiyorum” demektir.
“(Cebrail dedi ki): “Biz ancak Rabb’inin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunların arasında bulunan her şey O’nundur.” (Meryem: 64)
“Kim Cebrâil’e düşman olursa, iyi bilsin ki bu Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.” (Bakara: 97)
Bunların durumu budur. Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyuruyor.
Bu ise gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ile trilyonlarca lira para toplattırıp Hazret-i Allah’ın emrine karşı geliyor.
“Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe: 9)
Buna bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan din veya kitapla sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Buyuruyor.
Bu ise kendine has inanışlar ortaya koymuş, böylece yeni bir din kurmuştur. Bu sebeple bunların nurculardan olmadığını, yeni bir din kurduklarını beyan için bunların ismine “Narcı” denmiştir. Bütün beyanatları, icraatları kurdukları narcılık dinine göredir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bunların durumu budur.
•
Allah-u Teâlâ Ferman-ı ilahi’sinde:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tahrim: 9)
“Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir.” (Mâide: 54)
“Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hac: 78)
Buyuruyor.
O ise bunca Âyet-i kerime’yi inkâr edip, “Küfrü hoşgörü cihadı ilan etmeli” diyor:
“Toplum hoşgörüye sahip çıkmalı. Hiçbir şeye karşı cihat ilan etmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan etmeli.” (Fethullah Gülen’le New York Sohbeti, Nevval Sevindi, sh: 27)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Buyuruyor.
Bu ise şöyle söylüyor:
“Şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. ... Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. ... Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. ... Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.” (Nevval Sevindi, Yeni Yüzyıl, 23.07.1997)
Amerika hesabına çalıştığı kendi ifadesi ile ortaya çıkıyor. Amerikan ajanlarının yapamadığını yapıyor.
O kadar senedir Amerika’da. Niye dönmüyor?
“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” (Enfâl: 58)
Buna bu nazarla bakın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” buyuruyor. (İsa: 71)
Bunlar sizi cehenneme götüren imamlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Bu saptırıcının peşine gittiğiniz müddetçe, gideceğiniz yer esfel-i sâfilîndir.
Hani siz müslüman gibi görünüyordunuz?
İşte bu sizi buraya götürüyor. Oysa biz size din-i İslâm’dan çıktığını, küfür diyarına gittiğini çok evvel haber vermiştik.
O papazlarla karıştı, onlara hazret dedi ve orada kaldı.
İsmini değiştirmedikçe buna küfür ehli nazarıyla bakın! Amma ismini değiştirirse hakikatin içyüzünü koyar.
Bir karikatürle İslâm dünyası ayağa kalktı, oysa en büyük hakareti bu yapıyor! Bunun yaptığı, bu karikatürden çok daha büyüktür. Çünkü onlar İslâm’ı küçük düşürmek için bunu yaptılar, bu ise hem inkâr ediyor, hem de bütün etrafını yanında bataklığa götürüyor.
•
Allah-u Teâlâ kimin kalbini çevirirse, mühürlerse, artık o hiçbir şey görmez. Bunlar Allah-u Teâlâ tarafından kalpleri çevrilmiş, mühürlenmiş kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.” (Bakara: 18)
Bunlardan hiçbir zaman iman ümit edilmez. Bunlara tâbi olanlara dikkat edin. Her fırsatta İslâm’ı yıkmaya çalışırlar. Siz de çocuklarınızı onlara gönderin, ondan sonra da cehennemde beraber olursunuz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” buyuruyor. (Tahrîm: 6)
Onu cehenneme gönderirken sanma ki sen cehennemden kurtulacaksın!
•
“Görmüyorlar mı ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kâdirdir. Evet O şüphesiz ki her şeye kâdirdir.” (Ahkâf: 33)
“Kâfirlere ateşe sunuldukları gün: ‘Bu gerçek değil miymiş?’ denir. Onlar: ‘Rabb’imiz hakkı için evet gerçekmiş derler. O hâlde küfrünüz sebebiyle tadın azabı!’ buyurur.” (Ahkâf: 34)
“Resul’üm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret! Onlar için acele etme! Onlar vadedildikleri azabı gördükleri zaman sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış fâsıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi?” (Ahkâf: 35)
O büyük velinin ardından gider gibi göründüler. Yoldan çıktıktan sonra küfür icraatlarına bu büyük veliyi de alet etmeye kalktılar. Onu da hoşgörücü gibi göstermeye çalıştılar. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri ledün ilmi sahibi çok faziletli bir zât-ı muhteremdir. Onun yolu nur yoludur. Bunların yolu ise nar yoludur.
Bunların bu icraatları sakın bu zâta atfedilmesin.
Bediüzzaman Hazretlerinin o devirleri ne güzel bir saâdet devri idi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmek idi. O bir iman âbidesi ve nümunesi idi.
Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.
O öyle bir zât-ı âlîdir ki, Allah-u Teâlâ onu zâhirî ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarından idi. Nur saçan kandildi, etrafını nurlandırdı. Daima nur saçtı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine gönülden bağlı idi, istikametten ayrılmadı. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda yürüdü, bununla mücadele etti. Her cefâya katlandı ve fakat bu cefâlar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı. Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı, dinde imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Etrafı da öyle idi. Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler imanlarını vermediler. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.
Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.
İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibi idi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Dünyaya aslâ meyil ve iltifat etmedi. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi.
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu iman ile küfür arasındaki berzaha daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi.
Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nur kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor!” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.
İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.
Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.
1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Bir çok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.
Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. “O abi, o abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri bir çok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Uyanlara “Nurcu”, ayrılanlara “Narcı” denilmesi bundandır.
•
Fethullah Gülen’in önceki halini ve tedrisatını biliyorum. Mütevazi bir hayatı vardı, kanaatkârdı. Dünyaya hiç meyletmez ve ehemmiyet vermezdi. Tedrisat ile meşguldü. Bediüzzaman Hazretlerinin temiz feyiz akışlarını bir kaç hocaefendi ile yürütüyorlardı. Ve fakat Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız zâhirî yolunu takip ediyorlar, o yolda da fidan yetiştiriyorlardı.
İzmir’de Akyazılı vakfı kuruldu. Bunlar bir kaç arkadaş idiler. Çocukları İslâmî bir terbiye ile, ibadet ve taat ile yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu duruma İzmir’e gittiğimde bizzat şâhit olmuştum. Talebelerin hepsi namaz kılıyordu, bu gençlere teheccüd namazı dahi kıldırıyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi, veli kulu olan Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip ediyorlar, zâhirî yolda yürüyorlardı.
O zamanlar dâima derdik ki: “Bâtınî yolunu da ele alsalardı, o feyiz ve bereket ile hayat-ı hakikiye nâil olurlardı.” Zira ancak mânevî aşı ile ehil meyve verir. Böyle bir seyyiat zamanında mânevî destek ve feyiz olmadıkça yürümek çok güçtür, âdeta mümkün değildir, bunun için de fidanların aşılanması şarttır.
•
İşte bu aşı olmadığı içindir ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sindeki emr-i ilâhî’yi yavaş yavaş kenara ittiler, gizli ve âşikâr para toplamaya başladılar, her emr-i ilâhî’yi unuttular. Aynı zamanda o büyük mürşidin izinden de ayrıldılar.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların da kalplerini çevirdi.
Nam, şöhret, makam ve menfaatın yanında, başta madde geliyordu. Haram girince imanları tamamen gitti. Ve artık Allah-u Teâlâ bütün ulviyattan soydu onları. Bütün iman güzelliklerinden mahrum oldular.
İlk evvelâ talebelere teheccüd namazı kıldırmakla işe başlayan narcılar, İslâm’ın ön safında görünerek; temiz, nezih ve saf müslümanları avladılar. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Halkı yemeğe dâvet ederlerdi. Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi, gelenleri oltaya takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek oradaki halkı utandırırlar, paralarını alırlardı.
Yanında parası olmayanı mahcup etmek suretiyle halka senet imzalattırırlar, bu senetleri günü gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alarak tahsil ederlerdi. Hiçbir şeyini bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine koyarlardı.
Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Halka bu kadar zulmederlerdi. Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu. Bu yolmalar, bu soymalar sofra eşkiyalığı değil midir?
Oysa Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
•
Haram lokma midelerine girince, hemen Refah’tan daha çok para toplamak yoluna girdiler. Refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya başladılar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, iç yüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı.
•
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Değil namaz, değil teheccüd namazı; o genç dimağlara küfrü hoş göstermeye çalıştılar.
Bunlar, bu din ve vatan düşmanları dinimizi kökünden söküp atmak ve vatanımızı da yıkmak için dinimizin ve vatanımızın en büyük düşmanları ile dostluk, birlik ve beraberlik kurdular. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı dosdoğru yollarından ayırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevâsı gazetelerde neşredildi.
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, İslâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasını ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymış oldu. Onları sevip kucakladıkları halde, onlara tâbi olan türemelerden hiç birinin onlara itirazda bulunduklarını gördünüz mü? Hepsi de küfrü hoş gördüler ve küfür içinde donup kaldılar.
Şimdi soruyorum! Hangisi küfrü reddetti, çirkin gördü, kabul etmediğini ilân etti? Duydunuz mu hiç?
•
Müslümanların küfrü çirkin ve iğrenç görüp ikrah ettiklerini ve kabul etmediklerini görünce; din-i İslâm’a ve müslümanlara zarar vermek için solcularla birleştiler, onlarla bir oldular. Öyle olmadı mı?
Bütün insanlara küfrü hoş göstermeye çalıştılar. Böylece ilk çığırı bunlar açmış oldu.
Öyle ki;
Küfre dâvet ettiler. Küfre girmeyenlere zulmetmek için solcularla birleştiler, solcuların tarafına geçtiler ve müslümanlara çok büyük eziyet ettiler. Amma en büyük zararı yine kendileri gördüler. Çünkü Fethullah Gülen ve diğerlerinin durumları hiçbir zaman bu solcuların zamanına kadar bu şekilde ayan beyan ortaya çıkmamıştı.
Oysa Allah-u Teâlâ Vâkıa sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Sağın adamları, ne uğurludur onlar!” (Vakıa: 8)
“Solun adamları ne uğursuzdur onlar!” (Vakıa: 9)
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, işte onlar (Allah’a en çok) yaklaştırılmış olanlardır.” (Vakıa: 10-11)
Bunlar bunu bilerek sola kaydılar ve Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildiler.
Biz demiyor muyduk? Dikkatli olun, bu sapıtıcı imamlar daha tehlikelidir diye.
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları destekliyordunuz ve yardım ediyordunuz. Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyetin yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini kaç defa önünüze koymuştuk.
•
Allah-u Teâlâ’nın kendi yolundan çıkanları belirttiği:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sini kaç defa önünüze sunmuştuk. Doğrularla eğrileri bu Âyet-i kerime ayırmıyor muydu?
Bunların bu azgınlığı Allah-u Teâlâ’nın gazabına vesile oldu. Onlara en büyük darbeyi solculardan verdi. Gördünüz mü? Daha dünyada iken onlarla birleşmenin cezasını gördüler.
Âhirette de onlarla beraber olacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuyor mu?
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhabbetle bir topluluğun arasına iltihak eden kişinin onlardan sayılacağını, mahşerde de onlarla haşrolacağını Hadis-i şerif’lerinde arzetmiyor mu?
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” (K. Hafâ)
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebu Dâvud)
İşte onlarla beraber olmanın mükâfatı! Onlar bunu daha dünyada iken tattılar.
•
Öyle azdılar ki, İslâm dininin bütün yasaklarını çiğnediler. Kendi kurdukları dinlerinin icraatlarını yapmaya başladılar. Dini dünyaya âlet ettiler. Din-i İslâm’da büyük bir bölücülük yarası açtılar.
Rahman’a kulluk yapsaydı, bir gün tok, bir gün aç olsa idi daha hayırlı değil mi idi?
“Her insan ölümü tadacaktır.” (Âl-i imran: 185)
Ve Allah-u Teâlâ zerreden hesap soracak, sonra da herkesin yaptığının karşılığını verecek.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükafatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzal: 7-8)
Nitekim bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruyor:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibâdet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Bu suretle Rahman’a da hasım kesildiler. O kadar ileri gittiler ki, müslümanları bırakıp papazları hazret olarak kabul ettiler. Kitleler halinde bütün talebelere küfrü hoş göstermeye çalıştılar. Nurcu iken narcı oldular. Açıktan açığa banka kurdular, Hazret-i Allah ile harbe tutuştular. Bu durumları en büyük azgınlık değil midir?
O ise, ne kadar hasım kesilseler de herkesi yere seriyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Hiçbir şüphe olmayan (kıyamet) gününde onları topladığımız ve herkesin kazandığı kendilerine tamamen ödenip hiç kimseye haksızlık edilmediği zaman halleri nice olur?” (Âl-i imran: 25)
Günümüzde kâfirden daha tehlikeli olan münafıklar içten türedi, iman kalesini içten yıkmaya başladılar. Bunlar diğerlerinden daha tehlikelidirler. Çünkü kâfirin hedefi var, bunların hedefi yok. Bu sapıtıcı imamlar sûret-i haktan göründüler, hepsi de müslümanları kurdukları dinlerine ayrı ayrı dâvet ettiler.
Nitekim bu tehlikeyi gören Bediüzzaman Hazretleri buyururlar ki:
“Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye vaktim bile yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmet olsa.” (Bediüzzaman Said Nursi:Eşref Edip; sh. 16)
Uyan be kardeş! Bu feryat senin içindir. Senin imanın için feryat ediyor. Dost ve düşmanını tanı artık! Koyun postuna bürünen kurtlardan sakın artık!
Bu mübarek zât nasıl da bu münafıklıkları görmüş ve ne kadar üzülmüş. Artık bu feryadın karşısında uyanmanız lâzım.
Uyan be kardeş! Düşmanını tanı! Bunlar daha evvel de kazancınızı aldılar, kanlarınızı emdiler, sizi imanınızdan ettiler.
Dinini, imanını, güzel vatanını kurtarman için; bombasını keşfet artık ve başına patlat.
Aslında her bölücü din-i İslâm’a düşmandır. İmanın kâmil ise, düşmanını dost eyleme.
Deccal’den daha beter ve daha tehlikeli olan münafıkları bil artık!
İçten türediler, kurt gibi iman gövdesini kemiriyorlar. Eğer harekete geçmezsen; mânen istilaya uğrarsın, nedametin çok olur, hem vatanın, hem de imanın elden gider.
Şu dostluklarına bir bak! Vatana ihanetlerini gör ve bil artık! Düşmanını içeride ara. Bunlar dışarıdakinden daha tehlikeli.
•
“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Ãyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz).
Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça), hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir).
(.......)
İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar), Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler).” (Lem’alar)
Narcılar bu Âyet-i kerime’ler karşılarına çıkınca şaşırdılar, içyüzleri ortaya çıktı diye. Oysa bu bir iman ve küfür çarpışmasıdır. Onlar küfrü savunmaya çalışırken biz de imanı savunmak zorundayız.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tevbe: 73)
•
Her fırsatta diyoruz ki elhamdülillah ben müslümanım. Bütün beyanlarım Âyet-i kerime’ye ve Hadis-i şerif’e dayanır. Ancak onları muteber tutarım ve itibar ederim. Bunun için bize cevap vermeye yeltenenler Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler ile cevap vermek mecburiyetindedirler. Bizim lâfa ve teferruata kıymet vermediğimizi hâlâ bilmediler mi?
Bu Âyet-i kerime’leri arzetmek ve açıklamaktaki gayem, halk da bilsin ve bunların içyüzünü öğrensin içindir. Ancak onlar hiçbir zaman cevap veremezler. Bütün işleri Ahkâm-ı ilâhi’ye mugayirdir. İslâm’mış gibi görünerek kendilerini göstermeye çalışmaları saf müslümanları yolmak, müslümanları küfürle hoşgörüye kaydırmak ve kandırmak içindir. Zira bunlar kâfirlerle içiçe olmuş ve anlaşmış durumdadır.
“Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir (yazar)! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye (İslâm’ın sembolü olan hususlara) zıd ve muhalif olan herzeler (saçmalıklar) ile İslâmiyeti lekelendirmeğe katiyyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir (vekil kılmıştır)? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll (hak yoldan sapmış) zannetme.
Dalâletini (sapıklığını) kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mümininin (müminlerin ekserisinin) kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete (ümmetin haklarına) tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı (kanuni ruhsat verilmediği) halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)
Biz bunlara narcı diyoruz, nurcu demiyoruz. Narcı başka, nurcu başka.
NURCULAR O BÜYÜK ZEVÂT-I KİRAM’IN İZİNDEN YÜRÜYEN, NURU TAKİP EDEN, ALLAH-U TEÂLÂ’NIN NURUNU YAYMAYA ÇALIŞANLARDIR.
NARCILAR İSE MÜNAFIKTIR, KÜFÜR İZİNİ TAKİP EDERLER, KÜFRÜ YAYMAYA ÇALIŞIRLAR. BUNLAR BİR TUTULMASIN VE BİR SANILMASIN.
Suret-i Hakk’tan görünür, “Ben de sizdenim.”, “İslâm hükümlerini değiştirmek gibi bir gayem yoktur.” der. Ancak bütün iş ve icraatları İslâm’a, Kur’an’a terstir. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin yerine kendi hükmünü koymaya çalışır. Küfrü üstün tutar. Küffar için çalışmaktan zerre imtina etmez. Çünkü onlardandır.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, Allah ve Resul’ünün hükmünü yaymaya çalışan, Kur’an-ı kerim ve sünnet-i seniyye’ye tam bir teslimiyetle teslim olmuş İslâm önderleri olduğu gibi bir de;
“Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık.” (Kasas: 41)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen, küffarın hükmünün yayılması için çalışan, küfrü ve kâfirleri hoş görerek İslâm hükümlerini yıkmaya çalışan nifak önderleri vardır.
Bunu nereden anlarsınız?
Suret-i Hakk’tan görünür, “Ben de sizdenim.”, “İslâm hükümlerini değiştirmek gibi bir gayem yoktur.” der. Ancak bütün iş ve icraatları İslâm’a, Kur’an’a terstir. İmanla küfrü karıştırmaya, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin yerine kendi hükmünü koymaya çalışır. Küfrü üstün tutar. Küffar için çalışmaktan zerre imtina etmez. Çünkü onlardandır.
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bir bu gibi adamların söz ve icraatlarına bakın, bir de Allah-u Teâlâ’nın hükmüne bakın!
Bunu bize maletmeyin. Kendi kararınızı kendiniz verin.
Zira Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur.
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” (Kehf: 27)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere Hazret-i Kur’an kıyamete kadar hükmünü sürdürecek, değiştirmeye ve bozmaya hiç kimse güç yetiremeyecektir.
Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmünü beyan ediyor ve hatırlatıyoruz. İsteyen kabul eder. İslâm’la işi olmayanla bizim işimiz olmaz. Kim ki ben müslümanım diyorsa, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kabul etmek zorundadır. Laf ile olmaz. İman ile olur. Başka türlü kurtuluş imkânı yoktur.
•
Yukarıda 33-37 nci sayfalarda izah edilen söz ve icraatlarını daha tafsilatlı şekilde ele alıyoruz.
Resulullah Aleyhisselâm’a İman Etmeyenleri Hoş Göstermek Âyet-i kerime’yi İnkârdır:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Peygamber’i Muhammed Aleyhisselâm hakkında birçok Âyet-i kerime nâzil buyurmuştur. Dergimizin ilk sayfalarında genişçe izah edildiği gibi Resulullah Aleyhisselâm’ın Allah katındaki değeri beşer idrakinin fevkindedir. Adem Aleyhisselâm’dan beri bütün peygamberlere Ahir zaman peygamberine iman mükellefiyeti yüklenmiştir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmeyenlerin imanını kesinlikle kabul etmediği gibi onu incitip üzenlere dahi acıklı bir azap vadetmiştir:
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm hakkında bir başka Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a çağıran (Muhammed’e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun.” (Ahkâf: 31)
Buyuruyor.
Bütün bu hakikatler güneş gibi ortada olduğu halde Fetullah Gülen ise şu sözü söylemiştir:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru, 131. sh)
Bu söz bunca Âyet-i kerime’yi inkâr etmek demektir.
Hıristiyan Haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm’ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.
Bu adam Resulullah Aleyhisselâm’a dâir bu kadar Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor da kılınız kıpırdamıyor!
Hâlbuki bunun yaptığı bu karikatürlerden çok daha zararlıdır. Hem inkâr ediyor, hem de bütün etrafını inkâra sevkediyor.
Ey müslüman kardeş!
Sizler de bu inkârcılara hakettikleri nazar ile bakın!
İnsan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman iman sahibi olmaz.
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Bunlara bu nazarla bakın!
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’i olan kitabı Kur’an-ı kerim’inde şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Kelime-i Tevhid Muhammedün-Resulullah ile tamamlanır. Muhammedün-Resulullah’ı inkâr eden imandan çıkmış olur, bu küfürdür. İslâm’dan çıkar. İslâm dinine göre İslâm’dan çıkanın karısı da boş olur.
•
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeyi, Tevhid’in iki rüknünden biri yapmış ve: “Lâ ilâhe illâllah” tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiştir.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur. Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
Yahudi ve hıristiyanlar ehl-i kitap olarak vasıflandırılmalarına rağmen, Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’lerinde inkârcı olarak, müşrik olarak kınamaktadır. Çünkü ehl-i kitap olmak bir kurtuluş değildir. Zira kurtuluş ancak Resulullah Aleyhisselâm’a iman ile mümkündür.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ehl-i kitabı küfürlerinden dolayı şöyle ikaz etmektedir:
“Ey ehl-i kitap! Görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” (Âl-i imran: 70)
Hanefi fıkhının İmam-ı Azam’dan sonraki en büyük iki müctehidinden birisi olan İmam-ı Muhammed de bu durumu çok açık bir şekilde şöyle açıklamıştır:
“Ama Yahudilerle Hıristiyanların durumu böyle değildir. Onların ‘lâ ilahe illallah’ demeleri, İslâm’a girmiş olmalarına delil sayılamaz.
Rasulullah’ın peygamberliğine inanmıyorlardı. Onun için İslam’a girmiş olmaları için ‘Muhammed’ür–Rasûlullah’ demeleri de gerekiyor.
Nitekim, rivayete göre, Rasulullah, hasta olan Yahudi komşusunu ziyarete gitti ve o Yahudi’ye telkin sadedinde:‘Şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben Allah’ın rasûlüyüm’ buyurdu.
Hasta Yahudi, babasına baktı. (Şahadeti getirmek için müsaade istiyordu) Babası da ona: ‘Ebü’l Kasım’a cevap ver’ dedi. Hasta, şahadeti getirdi ve sonra da ruhunu teslim etti. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu:‘Sayemde bir kişiyi cehennem ateşinden kurtaran Allah’a şükürler olsun.’ Daha sonra ashabına da dönerek:‘Din kardeşinizin cenaze işlemlerini’ yapın diye emretti.” (İmam Muhammed b. Hasan, Siyer-i Kebîr, c.1, s.163-165)
Bu hususta bütün Ehl-i sünnet alimleri aynı hükümleri ortaya koymuşlardır.
“‘Hıristiyan, yahudiden daha hayırlıdır’ diyen kimse kâfir olur. Zira bu sözü ile, şer’an ve aklen çirkin olan bir şeyi hayır kelimesi ile vasfetmiş oluyor.. Yahudilik hıristiyanlıktan şerlidir.’ diyebilir.” (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir yayınevi, sh: 100)
Siz kıyas edin, papazların ayağına gidip “Hazret” diyenlerin, “Rahmet ve merhametle bakmak lazım” diyenlerin durumunu.
“Kâfire, ta’zim ederek hürmet göstermek veya zımmîyi ta’zim ile selamlamak veyahut bir mecusiye ta’zim ile ‘ya üstad’ demek küfürdür.” (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir yayınevi, sh: 100)
Ehl-i sünnet itikadı budur. Vehhabilik dini kurucularının bile söylemediği sözü bunlar söylemiştir. Bunların durumunu artık siz kıyas edin.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ: 107)
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin.” (Enfâl: 1)
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Şimdi anladınız mı Allah-u Teâlâ’nın “Aşağılık kimseler” arasına koyduğu kâfirlere “Rahmet ve merhamet nazarıyla bakın.” demenin küfür olduğunu!
Bu hükmü bize atfetmeyin. Bu Allah-u Teâlâ’nın hükmüdür.
Muhammed Aleyhisselâm son peygamberdir, ahir zaman peygamberidir. İslâm’ın ve Kur’an’ın hükmü kıyamete kadar bakidir.
Bu temel İslâm akaidi asgarî dini bilgilere sahip her müslümanın bildiği bir hükümdür.
Bu hüküm Allah-u Teâlâ’nın zamandan ve mekandan münezzeh uluhiyetinin bir tezahürüdür.
Fetullah Gülen ise küfürlerini hoş gördüğü yahudi ve hıristiyanları hoş gösterebilmek, temize çıkartabilmek için onlar hakkında inen 87 kadar Âyet-i kerime’yi inkâr etmiş ve şöyle söylemiştir:
“Yahudi ve hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Muhammed A.S döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı yahudi ve hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa Doğru: 45. sh)
Bu sözü ile Allah-u Teâlâ’yı âciz göstermeye çalışmıştır. Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a çağıran Muhammed’e uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Ahkâf: 32)
Buyuruyor.
İşte görüyorsunuz ya, Âyet-i kerime’nin hükmünü kaldırmaya çalışıyor.
“Onlara: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!” denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Kur’an-ı kerim, Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabıdır. Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a indirilmiştir. Ondan bize kadar tevâtür yoluyla, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Bütün insanlığa gönderildiği için, bozulmadan muhafaza edileceği de garanti altına alınmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da biziz.” buyuruyor. (Hicr: 9)
Bu hitab-ı ilâhî, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar bâki ve dâim olacağına en büyük delildir.
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Tarık: 13)
Kâfir ve münâfıklar her ne kadar bu ilâhî Kitab-ı kerim’i bozmaya çalışsalar da, Allah-u Teâlâ onun bizzat koruyucusu olduğunu beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Bir tek Âyet-i kerime’sini değiştirmeye kalkışan, ilâhî hükmü değiştirmek isteyen kimse; kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de küfre kaymıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün. Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr: 21)
Buyuruyor.
Bunların kılı kıpırdamıyor. Bunca Âyet-i kerime’nin hükmünü ortadan kaldırmaya çalışmak ne büyük bir cesarettir? Bunun sebebi Allah-u Teâlâ kalplerini döndürmüş, mühürünü vurmuş. Artık onların gözleri görmez, kulakları işitmez. İmanları olmadığı için kılları da kıpırdamaz.
Bunları ahirette bir bahane bulamayasınız diye söylüyorum. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın mühürlediği bir kalbin açılması mümkün değildir.
“Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise; hakkı, bâtıla dayanarak ortadan kaldırmak için mücadele verirler. Onlar âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya alırlar.” (Kehf: 56)
Ey müslüman!
Küffar bütün hıncı ile İslâm’a ve müslümanlara hücum ederken, Bush açıkça İslâm’a harp açtığını, haçlı seferini yaptığını söylerken, Avrupalılar Resulullah Aleyhiselâm’ı -hâşâ- terörist gibi gösterip her türlü hakareti yaparken; bunları hoş ve makbul göstermesinden de mi uyanmıyorsun! Artık uyan be yahu! Küfrü ve küffarı hoş göstermeye çalışanları, onlarla işbirliği yapanları tanı!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Peygamber’idir. Bir de, Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
“Eğer tövbe ederler, namazı kılarlar, zekat verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir.” (Tevbe: 11)
Buyuruyor.
Fetullah Gülen de Papa’ya gönderdiği mektubunda şöyle söylüyor:
“Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” (9 Şubat 1998, Papa’ya yazdığı mektup, bkz. Aksiyon, 167. sayı)
Hazret-i Allah’ın kâfir dediği insanlarla hoşgörü ve anlayış adı altında kardeşlik kurmak istiyor.
Bu sözüyle bu Âyet-i kerime’leri alenen inkâr etmiştir.
“Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Allah-u Teâlâ ehl-i kitabın tümüne İslâm dinine girmelerini tavsiye edip, bu davete uyanlara vaadini açıkladıktan sonra, hıristiyanların bâtıl inanışlarını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17)
O ise Hazret-i Allah’ın kâfir dediği insanlarla hoşgörü ve anlayış adı altında kardeşlik kurmak istiyor.
Bundan daha büyük bir inkâr düşünülebilir mi?
Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme biz âyetlerimizi böyle uzun uzadıya açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Azimüşanında böyle ferman buyururken, bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmekle, ne yapmak istiyorlar?
Allah-u Teâlâ imanla küfrü kesinlikle ayırdettiği halde bu emirleri kaldırmaya kalkan, iman ile küfrü karıştırmaya gayret eden kimse; Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hükümsüz hâle getirmeye çalıştığı için küfre kaymış değil midir?
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Sizin yegâne dostunuz Allah’tır, O’nun Peygamber’idir ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
Allah’a, Peygamber’e ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür.
Şu Âyet-i kerime’de ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikati beşeriyete ilân edilmektedir:
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 71)
Zira Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine iman etselerdi, Resulullah Aleyhisselâm’ı rehber edinselerdi, tevbe edip şerefi küfürde değil de İslâm’da arasalardı, onlar için daha iyi olurdu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir. Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe: 10-11)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
Buyuruyor.
O ise Vatikan’a Papa’yı ziyaret etmek için gittiğinde şöyle söylüyor:
“Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.” (9 Şubat 1998, bkz. Aksiyon, 167. sayı)
Papalık misyonu diyalog ve hoşgörü adı altında müslümanların hıristiyanlaştırılmasıdır. Nitekim ziyaret ettikleri bu ölen Papa II. Jean Paul’ün 1991 yılında ilân ettiği “Redemptoris Missio” (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:
“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun evangelizasyon (misyon) dan ayrılmadığı gerçeği gözardı edilmemiştir.” (Jean Paul II. Redemptoris Missio Roma: 1991)
Bir parçası olmak istediği misyon işte bu! Bunların “Kiliseye döndürme” misyonunun parçası olduklarını öğreniyoruz.
“Onlardan bir çoğunu, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde ebedî kalacaklardır.” (Mâide: 80)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Onun bu sözünden hıristiyan, yahudi yakınlaşması ile Papa misyonuna hizmet ettiği görülmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ise;
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)
Bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmekteki cesareti nereden aldı? Bu küfür değil midir?
Onlarla öyle bir dostluk kurdu ki Vatikan’a kadar gitti ve devamlı olarak hoşgörü, diyalog adı altında hıristiyan ve yahudileri müslümanlara dost olarak tanıttı.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hâl böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi kesinlikle yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hüküm ve hudut budur. Bunu inkâr ediyorlar, bu hududu kaldırıyorlar.
Bu, Âyet-i kerime’leri inkârdır.
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapmışlık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Onlar ise bu ilâhi hükme karşı geliyor, yahudi ve hıristiyanları dost ve kardeş kabul ediyorlar. Bu, Âyet-i kerime’yi inkârdır.
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nûr ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
İman nûru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette cezasını çekecektir.
Onlar ise iman ile küfrü karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışıyorlar ve inananları küfrün içine daldırmaya çabalıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır.” (Mâide: 51)
Buyuruyor.
Bu küfrü hoş gören ve hoş göstermeye çalışan ise şöyle söylüyor:
“Gerekirse bu mevzuda her köşe başında bir hoşgörü vakfı kurulmalı, herkes hoşgörü soluklamalı.” (30 Eylül 1996 Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ‘Mutlu Yarınlar İçin Elele' programında yaptığı konuşma)
Hıristiyan Haçlılar ve yahudilerin İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için taarruz etmeleri, Peygamberimiz Aleyhisselâm’a büyük hakaretlerde bulunmalarından sonra bu sözleri ile ortada kalakaldılar!
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur! Bunların bu Âyet-i kerime’lere uymadıkları apaçık ortadadır.
Bunlara daima bu nazarla bakın!
•
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarından nefret etmektir. Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.
Âyet-i kerime’sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lâzımdır. Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği İslâm nimeti unutulmamalıdır.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ’ya, Peygamber’ine ve Kur’an-ı kerim’e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil midir?
Bu sapkınlıklarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey, ebedî olarak azaplandırılmalarına ve Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olmuştur.
Papazları hazret olarak kabul etti ve kâfirlerle beraber oldu. Papanın ayağına gidip “Sizin misyonunuzun bir parçasıyım” diyen bir kimseden başka nasıl bir söz beklenir. Papanın ve hıristiyanların misyonu nedir? Görüyorsunuz bu misyonun temsilcisi binlerce misyoner İslâm dünyasında her türlü yol ve yöntemle hıristiyanlığı yaymaya çalışıyorlar, kendi ülkeleri adına ajanlık yapıyorlar. Demek ki sen de onlardansın.
Bunun böyle olduğuna dair o kadar çok icraatları var ki!.. Bütün “Küfrü hoş görü” toplantılarını hıristiyanların kutsal saydıkları Türkiye’mizin güzide şehirlerinde tertip ediyorlar. Mardin’de, Tarsus’ta, Urfa’da.. bir çok yerde, hatta dünyanın çeşitli ülkelerinde. Bu toplantılarda hilalin yanına haçı ve yahudi yıldızını koyuyorlar. Ezan sesine çan ve hazan seslerini karıştırıyorlar. Bunu bir maharetmiş gibi, İslâm gibi göstermeye çalışıyorlar. Asla! İslâm, iman ile küfrü kesin olarak ayırmıştır.
“Birbirine hasım iki zümre” (Hacc: 19)
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ’nın ayırdığını karıştırmaya çalışıyorlar. Bu küfür değil midir? Buradan da mı uyanmayacaksınız?
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ızlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Buyuruyor.
Bu adam ise:
“Kadınların başlarını örtmesi iman meselesi ölçüsünde önem arzetmez. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meseledir. ... Temel meseleler varken, teferruatla (furuatla) uğraşılmamalı.” diyor, Allah-u Teâlâ’nın emriyle alay ediyor. (Bkz. Hürriyet, 23-28 Ocak 1995; Sabah, 23-30 Ocak 1995 tarihli röportajlar)
Her türlü ilâhi hükmü hafife aldığı, önemsemediği iyice anlaşılmış oldu.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Buna daima bu nazarla bakın!
Bunlar hudutları aşmakla yetinmiyor, kaldırmaya çalışıyorlar. Daha büyük bir cürüm işliyorlar. Gadabullah’ı celbediyorlar.
Bunlardan uzak durmak lazımdır, ilâhî gadaba düçar olmamak için.
•
Kadınlara tesettür farzdır. Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil, namusuna el uzatılmasını önlemek için müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin olarak emir buyurmuştur.
Kur’an-ı kerim’de erkek elbisesi hakkında hiçbir teferruattan söz edilmezken, kadın elbisesi hakkında oldukça geniş hususiyetler belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ, mümine hanımların şereflerinin muhafazası için tesettüre riâyet etmekle mükellef olduklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler.” (Ahzâb: 59)
“Cilbab”, kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri, kadını tepeden tırnağa örten her çeşit büyük örtüdür.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Ahzâb sûresinin ‘Dış elbiselerini üzerlerine giysinler.’ âyeti nâzil olunca, Ensar hanımları dışarı çıktılar. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başlarının üzerinde siyah kargalar vardı.” (Ebu Dâvud: 4101)
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir. Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (Ahzâb: 59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiçbir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’ Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını örttüler.” (Buhârî)
Örtünmeyi, setri hafife alan ve inkâr edenlere ise yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cevap veriyorlar:
Bir gün Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kız kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ- üzerinde ince ve şeffaf bir elbise olduğu halde, kendisini ziyarete gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ondan yüzünü ters istikamete çevirerek:
“Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, yüz ve ellerinin dışında hiçbir yerinin görünmesi doğru değildir.” buyurdu ve yüzü ile ellerini işaret etti. (Ebu Dâvud: 4104)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bunlar hakkında:
“Onlar her türlü Âyeti görseler yine de inanmazlar.” buyuruyor. (En’âm: 25)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Onun içindir ki o hitâb-ı kerim’in ilâhî hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar:
“Sen onları hidayete çağırsan da aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ: “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken, “Tesettür teferruattır!” ya da “İman meselesi değildir.” demek açıkça bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir.
“Doğrusu birçokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)
“De ki: ‘Gördünüz mü? Eğer o Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?’” (Fussilet: 52)
Sizler sadece kendinizi değil, başkalarını da dinden imandan uzaklaştırıyorsunuz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” (Tevbe: 73)
Buyuruyor.
O ise şöyle söylüyor:
“Kimse kimseye inancından dolayı ithamda bulunmayacak, yine kimse kimseye dininden ya da dinsizliğinden dolayı taanda bulunmayacak. Kimse kılığından, kıyafetinden, açıklığından saçıklığından, düşüncelerinden dolayı taana (yermeye, kötülemeye) maruz kalmayacaktır. ... Vahşi insanlar (bağışlayın bu tabirimden dolayı) vuruşa vuruşa, dövüşe dövüşe bir şey gerçekleştirirler. Medeni ve aydın ruhlar düşüne düşüne, konuşa konuşa bu hedefi gerçekleştireceklerine inanırlar. Vahşet dönemini çok gerilerde bıraktığımız kanaatini taşıyorum.”
Resulullah Aleyhisselâm’dan bu zamana kadar bütün ehl-i İslâm’ın savaş meydanlarında yaptığı cihad’a hangi müslüman “Vahşet” diyebilir.
Bunları tanıyın. Afganistan’da, Irak’ta ve daha pek çok yerde vahşet, zulüm ve işkenceler sergileyen “Medeniler(!)”e sığındığına göre bunun gerçek yüzünü görün!
“Oysa onlar Rabb’iniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
Bunlar “doğru yoldan sapmış” kimselerdir. Bunlara bu nazarla bakın!
•
Bunların diyaloğu ne demektir? Öz mânâda “Küfrü hoş gör.” demektir. Yani “İslâm ile küfrü ayırmayın.” demek istiyorlar ve bunun için çalışıyorlar.
Oysa Allah-u Teâlâ kâfirlerin birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi ışıktır, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Allah-u Teâlâ Kâfirûn sûre-i şerif’inde kıyamete kadar gelecek müslümanlara, onların dinlerinden bütünüyle uzak durmalarını emir buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki:Ey kâfirler!” (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet edenler!” diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, “Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. “Ey müminler!” hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra İslâm’ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedî olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
“Cebrâil Aleyhisselâm’ı Desteklemem” Demek, Allah-u Teâlâ’nın İndirdiğini İnkâr Etmektir:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir.” (Mücadele: 22)
Buyuruyor.
Bu ise Hazret-i Allah’ın vahiy elçisi olan Cebrail Aleyhisselâm hakkında şöyle söylüyor;
“Farz-ı muhal, o bile gelse Türkiye’de bir parti kursa, onun partisini bile destelemem...” (23.11.1995, Savaş Ay ile Röportaj)
“Cebrâil Aleyhisselâm’ı desteklemem” demek “Allah-u Teâlâ’nın vahyini kabul etmiyorum” demektir.
“(Cebrail dedi ki): ‘Biz ancak Rabb’inin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunların arasında bulunan her şey O’nundur.’” (Meryem: 64)
“Kim Cebrâil’e düşman olursa, iyi bilsin ki bu Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir. O Kur’an ki, önceki Kitaplar’ı tasdik edicidir, müminler için hidayet kaynağı ve müjdedir.
Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman olursa, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Resul’üm! Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları fâsıklardan başkası inkâr etmez.” (Bakara: 97-99)
Bunların durumu budur. Bunlara bu nazarla bakın!
•
Bu sözü ile Mücâdele sûre-i şerif’inin 22. Âyet-i kerime’sini inkâr etmiştir.
Bu emr-i ilâhi’yi Allah-u Teâlâ’nın emriyle getiren Cebrâil Aleyhisselâm’dır. Bu Âyet-i kerime’sinde “Ülâike hizbullah” = “Bu benim ve Resul’ümün partisidir.” diye ilân etti. Onun “Girmem” dediği parti işte budur.
Hazret-i Allah’ın partisi Cebrâil Aleyhisselâm’ın getirdiği İslâm partisi iken, onun vahiy elçisi Cebrâil Aleyhisselâm’ın getireceği partiye “Girmem” demesinin kaynağı nedir? Bu alenen Hazret-i Allah’a karşı gelmektir.
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
“Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bakara: 10)
“Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nûru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyuruyor.
Bu ise gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ile trilyonlarca lira para toplattırıp Hazret-i Allah’ın emrine karşı geliyor.
“Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe: 9)
Buna bu nazarla bakın!
•
İslâm’da para toplamak, İslâm adına dilencilik yapmak yoktur. Bunlar ise para topladılar, dilenciliğin adına himmet dediler. Bu icraatlar din-i İslâm’a aykırıdır.
Oysa size:
“Fâsıka yardım eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini defalarca söyledik.
Yâsin: 21 Âyet-i kerime’sini de size tebliğ ettik, amma siz Âyet-i kerime’ye bakmadınız, Hadis-i şerif’e inanmadınız, buna uydunuz ve cehennemi boyladınız.
Hadis-i şerif’te:
“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvî)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Dinlerini dünyalığa alet edecekler.”, “Koyun postuna bürünecekler” buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
•
Kim ki para topluyorsa, bu gibi kimselerin doğru yolda olmadığını Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si beyan etmektedir. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Emr-i ilâhî böyle iken buna karşı geldiler. Alenen küfürde olduklarını ilân ettiler.
O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan kimseler ise en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi şiddetle yasaklamıştır:
“Fâizi yemeyiniz!” (Âl-i imrân: 130)
“Fâiz yiyenler: ‘Fâiz ticaret gibidir’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.
Oysa, Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı. Böylece kendilerine tâbi olanları, o masum yavruların hepsini küfrün kucağına attılar.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imran: 118)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan din veya kitapla sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Buyuruyor.
Bu ise kendine has inanışlar ortaya koymuş, böylece yeni bir din kurmuştur. Bu sebeple bunların nurculardan olmadığını, yeni bir din kurduklarını beyan için bunların ismine “Narcı” denmiştir. Bütün beyanatları, icraatları kurdukları narcılık dinine göredir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bunların durumu budur.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır, narcılık dinine göre hüküm veriyorlar, iş ve icraat yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ bir isimle din kurup, bölücük edenleri kulluğundan tard etmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e tard etmesi için emir buyurmuştur.
“Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın.”
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Bu Âyet-i kerime mucibince dini parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün bölücüler İslâm dairesinden atılmışlardır.
Sakın sen de bunlardan olma!! Uyan be kardeş!! Halâ bu her türlü küfrü hoş görenleri hoş görme! Sen de onlardan olma!
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ buyuruyor. “O onlardandır.”
Küfürle iftihar etti ve papazlarla poz verdi. Kim ki ona uyarsa o da onlardandır ve kâfirdir. Karısı boştur. Bir müslüman kadın bir kâfirle evli bulunması mümkün değildir, şer’an câiz değildir. Bunu bildikten sonra bir kadın nikâhının altında durursa mesuldür. Demesinler ki yarın “Biz bilmiyorduk”. Ve İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur. İslâm dini lâf dini değildir.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün önderleriyle (imamlarıyla) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
“Firavun kıyamet gününde kavmine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!” (Hûd: 98)
İşte bu imamlar sizi böylece cehenneme götürüyor ve helâk ediyor. Firavun’dan murad; her önder, arkasında, ona tabi olanları böylece cehenneme götürecek.
Sakın “Bunlar da namaz kılıyor!” demeyin. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur’an’ı öyle okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir hiç kalır. Kur’an’ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o aleyhlerine olacaktır. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan hemen çıkacaklar. Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi.”
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif’i ve devamını rivayet ettiği zaman Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh-: “Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına söyle! Sen bu Hadis’i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bizzat işittin mi?” diye sordu.
O da: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki evet!” dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer yemin etti. (Müslim: 1066)
“Onlar da namaz kılıyor!” diyorsunuz. Bu Hadis-i şerif’e bakın da kararınızı verin!
Âyet-i kerime’lere bakın!
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O hâlde benden korkun.
Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.
Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile baş başa bırak.
Kendilerine servet ve oğullar vermekle zannediyorlar mı ki,
Onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 52-56)
Allah-u Teâlâ Ferman-ı ilahi’sinde:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tahrim: 9)
“Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir.” (Mâide: 54)
“Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hac: 78)
Buyuruyor.
Fetullah Gülen ise bunca Âyet-i kerime’yi inkâr edip, “Küfrü hoş görü cihadı ilan etmeli” diyor:
“Toplum hoşgörüye sahip çıkmalı. Hiçbir şeye karşı cihat ilan etmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan etmeli.” (Fethullah Gülen’le New York Sohbeti, Nevval Sevindi, sh: 27)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Bunlara bu nazarla bakın!
•
Görüyorsunuz kendi dinini kurmuş, “Küfrü Hoş Görmeyi” din haline getirmiş. Zira “Hiçbir şeye karşı cihat ilan etmese” diyerek cihad hükmünü inkâr ediyor, arkasından kendi hükmüne, kendi kurduğu hoşgörü dinine göre cihad ilan ediyor. Bu ilan ettiği cihad “Küfrü hoş görün” cihadıdır. Bu İslâm dini’nin cihadı değildir. Narcılık dininin cihadıdır.
“Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin!” (Tevbe: 41)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tevbe: 73)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın. O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide: 35)
“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla hem Allah’ın düşmanlarını, hem de sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutup yıldırırsınız.” (Enfâl: 60)
“Allah’ın Resul’üne muhalefet etmek için (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de): “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır!” Keşke bilseler!” (Tevbe: 81)
“Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hac: 78)
“Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım ve haberlerinizi de açıklayalım.” (Muhammed: 31)
Bunun bu sözü bütün bu Âyet-i kerime’leri inkârdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Buyuruyor.
Fetullah Gülen ise şöyle söylüyor:
“Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır.
... O açıdan, Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister, Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.” (Nevval Sevindi, Yeni Yüzyıl, 23.07.1997)
Amerika hesabına çalıştığı kendi ifadesi ile ortaya çıkıyor. Amerikan ajanlarının yapamadığını yapıyor.
“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” (Enfâl: 58)
Buna bu nazarla bakın.
Amerika’da oturuyor, Amerika ile dostça geçindiğini söylüyor. Artık herkes biliyor ki gerek Türkiye’de gerek İslâm dünyasında bu hoşgörü zihniyetini “Ilımlı İslâm” projesinin bir parçası olarak Amerika destekliyor. Böylece bunun Amerika hesabına çalıştığı kendi ifadesi ile ortaya çıkıyor.
Amerika’yı o kadar özümsemiş ki bir Türk yurdu olan Yakutistan’ı tarif ederken “Yakutistan biraz ötede, Alaska’nın ötesinde!…” sözlerini kullanıyor. Tariflerini Amerika’ya göre yapıyor.
Amerikan ajanlarının yapamadığını yapıyor. Amerika’nın adamı olmuş.
Burada açıkça görülüyor ki onların yardakçılığını yapmaktadır.
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak müslüman olduğunu söyleyen insana yakışır mı?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir gaflettir!
“Allah hâin günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
“Allah’ı ve Peygamber’ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzâb: 57)
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Bu ise şöyle söylüyor:
“Hatta konuştuğunuz, görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara Efendimiz’i anlatmanın bir mânâsı yoktur. ... Ve yine ‘Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin’ diyor Kur’ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda ‘Muhammedün Rasulullah’ yok.” (Perspektif, Muhammedî Ruh ve Mânâ İçinde Diyalog)
Bir Âyet-i kerime’leri bir de bunun sözünü kıyas et! Bir müslüman için bu kıyas kâfidir.
Küffara hoş görünmek için Resulullah Aleyhisselâm’dan bahsettirmiyor. Nitekim bütün hoşgörü toplantılarından Resulullah Aleyhisselâm’dan hiç bahsetmiyorlar. Zaten bütün hoşgörü toplantıları Türkiye’de müslüman ülkelerde yapılıyor. Hangi Avrupa şehrinde hıristiyan ahalinin önünde hoşgörü toplantısı yapıldığını gördünüz? Göremezsiniz, çünkü bu toplantıların maksadı müslümanlara hıristiyanlığı hoş göstermektir, yani misyonerliktir.
Hazret-i Allah’a Resulullah Aleyhisselâm’a iman eden bir kimse bunu yapmaz.
Bir de Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini tamamen tersine çevirirek kullanmaya çalışıyor:
“Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kiminiz kiminizi ilâhlaştırmasın.” (Âl-i imran: 64)
Bu Âyet-i kerime’de “Ehl-i kitap” “Allah’tan başkasına tapmak”tan vazgeçmeye, “Allah’a ortak koşmak”tan yani “Şirk”ten tevhide davet edildiği apaçık ortada iken “Küfrü hoş gören ve göstermeye çalışanlar” bu Âyet-i kerime’yi çarpıtarak yalan-yanlış tevillerle halkın kafasını karıştırmaya çalışmaktadırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hıristiyan bazı ülke ve memleket liderlerini İslâm’a dâvet ederken mektuplarında Allah-u Teâlâ’nın davetini beyan eden Âl-i İmran 64. Âyet-i kerime’sini zikretmişlerdir. Bu itibarla bu davet mektupları bu Âyet-i kerime’nin tefsiri hükmündedir.
Bakın Resulullah Aleyhisselâm hıristiyan hükümdarlarına mektuplarında nasıl hitap ediyor?
“Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rum’un büyüğü Herakl’e. Doğru yolda gidene selâm olsun. Bunu böylece bilesin. Sonra ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmette kalasın. Allah da (hem İsâ’ya, hem Muhammed’e iman ettiğin için) sana ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen, bütün halkın vebali senin boynundadır.
‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kiminiz kiminizi ilâhlaştırmasın.’ (Âl-i imran: 64)”
Ey müslüman!
Resulullah Aleyhisselâm hıristiyan Bizans İmparatoru’na ne diyor? “Ben seni İslâm’a davet ediyorum.” “Eğer kabul etmezsen, bütün halkın vebali senin boynundadır.”
“Aramızda ortaklık var, senin küfrün de hoş” demiyor. “İslâm’a girmezsen bütün halkın vebali senin boynundadır.” diyor.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Kıpt kavmi’nin reisi Mukavkıs’a gönderdiği bir başka mektupları ise şu şekildedir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Kıpt kavminin reisi Mukavkıs’a:
Doğru yola giden için emniyet ve selâmet vardır. Binaenaleyh sizi İslâmiyet’i kabule davet ediyorum. Kabul ederseniz selâmet bulacak, hem tahtınızı kurtarmış ve hem de tebaanızı İslâmiyet’le müşerref etmek yüzünden iki kat mükâfat kazanmış olacaksınız. Şayet bu davetten yüz çevirirseniz, tebaanıza gelecek felâketin günahı size aittir.
‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kiminiz kiminizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.’ (Âl-i imran: 64)” (Topkapı Sarayı Müzesi, Env. No: 21/174)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mısır’ın hıristiyan Kıpt kavminin reisine ne buyuruyorlar:
“Sizi İslâmiyet’i kabule davet ediyorum.”, “Şayet bu davetten yüz çevirirseniz, tebaanıza gelecek felâketin günahı size aittir.”
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde şöyle emir buyuruyor:
“Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: ‘Şahit olun ki, biz müslümanlarız.’ deyin.” (Âl-i imran: 64)
Âyet-i kerime bu tevilcilerin durumunu güneş gibi ortaya koyuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hıristiyanları İslâm’a, Allah’a ve Resulullah’a dâvet etti.
Ey Müslüman!
Bir Resulullah Aleyhisselâm’ın mektuplarına bak, bir de bunların sözlerine ve mektuplarına! Bunların durumlarını buradan anla!
Ölçü ve örnek Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Zira Allah’ın Resulü’nün mektubu ve dâveti böyleydi. Onlar ise küfrü hoş görüyor, küfre meylediyorlar. Kim ki onlara meylederse onlardandır. Bu böyledir.
İslâm dininde iken, inkâr ettiğini açıkça söyleyerek veya inkârı gerektiren bir söz ağzından çıkararak kendi arzusu ile İslâm’dan dönen mükellef kişiye mürted denir.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah-u Teâlâ’yı inkar etmek, peygamberleri kabul etmemek, bir peygamberi yalanlamak, fâiz gibi haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü helal saymak, beş vakit namazlardan birinin bir rekatını kabul etmemek, insanı İslâm’dan çıkaran küfürlerdendir.
Dinden çıkma ferdî olduğu gibi, cemaatler halinde de olabilir.
İçinde küfrü sakladığı halde dışından müslüman görünen kişiye de zındık denir.
İster müslüman ana-babadan doğup büyümüş, isterse önceden kafir iken sonradan müslüman olmuş kimse, İslâm dinini terk edecek olsa mürted olur.
İnanç hürriyetine, İslâm’ın izzetine vurduğu darbe sebebiyle irtidat hakkındaki hüküm kesin ve açıktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedi kalırlar.” (Bakara: 217)
Müslümanlardan herhangi biri, hangi sebepten olursa olsun dininden döner ve kâfir olarak ölürse, artık onun daha önce müslüman olarak işlediği bütün iyi ameller bâtıl olur. Tıpkı bütün ömürlerini küfür içinde geçiren öteki kâfirler gibi olurlar. Dininden dönenlerin ve hak yoldan yüz çevirenlerin âkibeti budur.
Mürtedin cezası sadece kendisine ölüm cezası verme biçiminde değildir. Tam tersine onun malına da yönelir.
Mürtedin malları, dinden dönme hadisesi üzerine “Mevkuf” duruma düşer. Yani sonucu belli olup karara bağlanana kadar mallarına hacir (tasarruf etme yasağı) konur. Şayet tekrar İslâm’a dönerse mülkiyetinin devam ettiği anlaşılır. Eğer mürted iken ölür veya öldürülürse mallarından mülkiyetinin kalktığı anlaşılır.
Müslüman iken kazandığı malları mirasçılarına intikal eder. İrtidat ettikten sonra kazandıkları ise bütün müslümanlar için ganimet olarak beytülmâle konur.
Mürtedin nikâhı düşer. İster kadın ister erkek olsun irtidat halinde nikâhları fesholur. Kestiği hayvan da yenmez.
Mürted öldürülünce yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, cenazesi müslüman mezarlığına gömülmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)
Allah-u Teâlâ Hazret-i Kur’an’ı idrakten çevirdiği zaman, onların kalplerini çevirir ve mühürler. Artık onlar hiçbir şey dinlemezler ve hep birlikte cehenneme girerler.
•
“Gönlü imanla mutmain olduğu hâlde, zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların üzerine Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.
Bu da onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah’ın da inkâr eden topluluğu hidayete erdirmemesinden ötürüdür.
İşte onlar Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve onlar gafillerin tâ kendileridir.
Hiç şüphesiz ki onlar ahirette hüsrana uğrayacaklardır.” (Nahl: 106-109)