Muhterem Okuyucularımız;
Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam, soykırım -hemen tüm insanlık suçlarının- tarihidir. Bu vahşet sadece insanların canlarına, mallarına kastetmekle yetinmemiş, maneviyatlarına, ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş büyük bir tecavüzdür. Nitekim son birkaç yüzyıldır insanlık âlemini kasıp kavuran büyük harplerin ve katliamların tamamına yakını Batı kaynaklıdır.
Batılı’nın “Medeniyet”i de kendisi içindir, “Refah”ı da kendisi içindir. Başka kimseyle paylaşmak gibi bir fikri yoktur. Zira böyle bir tarihi altyapısı, kültürü yoktur. Sömürmek istedikleri milletlerin hem nesillerini, hem de kültürel değerlerini; ahlâk, fazilet namına ne varsa yok etmeye çalışmışlardır. Özellikle müslümanlar üzerinde bu uğurda çok büyük emekler sarfetmişlerdir. Bu kültürel soykırım en az fiziksel soykırım kadar dehşetli ve gaddarca icra edilmiştir.
Batı’nın bu hastalıklı ruh hali dünyanın başına “Komünizm”, “Faşizm”, “Amerikanizm” gibi dehşetengiz belalar musallat etmiştir. Komünizm dinsizliğinin, faşizm ırkçılığının, Amerikanizm ise; Batı’nın sömürme, işgal etme, pervasızca talan etme gibi ihtiraslarının cisimleşmiş bir tezahürüdür.
Bunları bilmeden Amerika’yı tanımak mümkün değildir. Irak’ta, Afganistan’da yaşananları anlamak mümkün değildir.
Nasıl bir ülke ile karşı karşı karşıya olduğumuzu bilelim, bu zâlimlerin ve insanlık suçlularının oyunlarına gelmeyelim.
Zira aynı yöntemlerle, Irak’ta, Ebu Garib Cezaevi’nde, Felluce’de, Telafer’de, Afgan dağlarında, Pakistan köylerinde, Guantanamo’da ve daha bilinmeyen birçok gizli işkence merkezlerinde vahşet ve katliam sergilenirken, mazlum insanlar, bütün müslümanlar vahşi, terörist, kafa kesiciler olarak takdim edilmektedir.
Müslümanların ikinci sınıf vatandaş, ya da terörist gibi gösterildiği dünya düzeninde İslâm ve müslümanlara yaşama hakkı vermek istemeyen, topraklarını, madenlerini, petrollerini sömürmek, ülkelerini işgal etmek, İsrail’in arzularını yerine getirmek isteyen Amerika’nın bu tutumu dünyada huzur ve adalet bırakmamış; savaşların, ölümlerin, katliamların sebebi olmuştur. Ve daha da büyüklerine sebep olacaktır.
Masum insanlar öldürülmekte, toprakları işgal edilmekte, çocuklar katledilmekte, kadınların namusları kirletilmektedir.
İşte bunların demokrasisi bundan ibaret. Yani zulüm. Bunlara göre demokrasi bu.
Yani barbarlık, zulüm, vahşet, kan, ölüm... Mazlum ve masum halklar sömürülecek, o insanların ve nesillerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri çalınacak. Sadece bunlar gelişecek semirecek, diğerlerini geri kalmaya, bunlara tabi olmaya, her dediklerini yapmaya zorlayacak. Gerekirse vahşetle, savaşla...
Bush koyu bir kâfirdir. İslâm düşmanıdır. Yani içi küfürle dolu. İslâm’dan intikam almak için ne lâzımsa bu adam yapıyor. İslâm için büyük tehlikedir. Hem Osmanlı’ya hem İslâm’a karşı müthiş bir kini var.
Gayesi İslâm ülkelerine yavaş yavaş yayılmak. İran’a, Suriye’ye, Mısır’a, Suudi Arabistan’a, buraları halkaya almak.
Bugün Amerika ve İngiltere kendilerinde büyük bir kuvvet olduğunu kabul ediyorlar. Ve fakat asıl kuvvet Hazret-i Allah’tadır. Onlar dünyayı tutuşturmaya çalışıyorlar, amma dünya tutuşursa onlar rahat kalacaklarını mı sanıyorlar? Binaenaleyh, vaktaki bu nötron bombaları olsun, atom bombaları olsun, bu silâhlar patladığı zaman dünya tutuşur. Tek kelime ile şöyle arzedelim: İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri helâk edeceğini beyan buyuruyor:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Hüküm Allah-u Teâlâ’nındır. O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi? Nükleer harbi, atom harbi, nötron harbi...
Ateşi tutuşturmak için sahaya bunlar çıktılar, ondan sonrasını Allah bilir.
Dünyadaki zulüm ve vahşetleri elbette kendilerine dönecektir. Bu dünyada görecekleridir. Ahirette ise Allah-u Teâlâ bu yaptıklarının karşılığını fazlasıyla verecektir:
“O gün suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün!
Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.
Bu, Allah’ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir. Doğrusu Allah hesabı çabuk görendir.” (İbrahim: 49-51)
Hicri yeni yılınızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam, soykırım -hemen tüm insanlık suçlarının- tarihidir. Bu vahşet sadece insanların canlarına, mallarına kastetmekle yetinmemiş, maneviyatlarına, ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş büyük bir tecavüzdür. Nitekim son birkaç yüzyıldır insanlık âlemini kasıp kavuran büyük harplerin ve katliamların tamamına yakını Batı kaynaklıdır.
Bunları bilmeden Amerika’yı tanımak mümkün değildir. Irak’ta, Afganistan’da yaşananları anlamak mümkün değildir.
Nasıl bir ülke ile karşı karşı karşıya olduğumuzu bilelim, bu zalimlerin ve insanlık suçlularının oyunlarına gelmeyelim.
Zira aynı yöntemlerle, Ebu Garib Cezaevi’nde, Felluce’de, Telafer’de, Afgan dağlarında,
Pakistan köylerinde, Guantanamo’da ve daha bilinmeyen birçok gizli işkence merkezlerinde vahşet ve katliam sergileniyor. İslâm ve müslümanlara yaşama hakkı vermek istemeyen, topraklarını, madenlerini, petrollerini sömürmek, ülkelerini işgal etmek, siyonizmin emellerini yerine getirmek isteyen Amerika, dünyada huzur, adalet bırakmamış, savaşların, ölümlerin katliamların, vahşetin sebebi olmuş, dünyanın düzenini bozmuştur.
Huzursuzluğun baş kaynağı Amerika oldu. İşte numune olarak Irak! Onların demokrasisi bu kadar, onların demokrasisi vahşetten ibaret!
Bu meziyet(!) onlara atalarından tevarüs etmiştir. Zira bütün Batı tarihi vahşet, katliam ve soykırımlarla doludur.
Cehennemin dereceleri olduğu gibi küfrün de dereceleri vardır.
Küfür ehli içinde İslâm’a, müslümanlara, insanlığa en büyük zararı dokunan ülke Amerika’dır.
Nitekim; dinsizliğin ismini değiştirdiler “Medeniyet” dediler, vahşetin ismini değiştirdiler “Demokrasi” dediler.
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Amerika İslâm’a ve İslâm ülkelerine harp ilân etti. Hem haçlı nefreti ile hareket ediyor, hem de petrol ve ganimetlere konmaya çalışıyor. Ancak bu durum sadece bölgeyi değil, bütün dünyayı ateşe sürüklüyor. Büyük bir hızla 3. dünya harbine doğru ilerliyoruz.
Amerika burayı yumuşak buluyor, amma onlara bu çok pahalıya mâlolacak. Irak’ta İran’da petrol var. Bu petrolleri ele geçirmek istiyor, dünyayı sıkıntıya koymak için. Amma dünya da onlara bırakacak değil. Avrupa, Kore, Rusya. Birbirlerine girdikleri zaman 3. dünya harbi olur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın dediği olacak, O ne murad ettiyse onu yapacak. O zaman gelmişse dünya harap olacak.
Bütün petrol devletleri harbe girince dünya petrolsüz kalacak. Dünya çok büyük tehdit altında. Amerika bunu yapıyor amma, Amerika’ya da bırakacak değiller.
Çünkü İsrâ: 58. Âyet-i kerime’si bize çok şey gösterecek.
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
•
Allah-u Teâlâ küffârın, müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imran: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâima uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler, bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyleri yapacakları unutulmamalıdır.
“Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyen ve onların harap olmasına çalışan kimseden daha zâlim kim olabilir? Onların bu mescidlere aslında korka korka girmeleri gerekir. Dünyada onlar için rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.” (Bakara: 114)
İşgalci Amerikan askerleri Irak’ta camileri kirletmekle işe başladılar.
Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam, soykırım -hemen tüm insanlık suçlarının- tarihidir. Bu vahşet sadece insanların canlarına, mallarına kastetmekle yetinmemiş, maneviyatlarına, ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş büyük bir tecavüzdür. Nitekim son birkaç yüzyıldır insanlık âlemini kasıp kavuran büyük harplerin ve katliamların tamamına yakını Batı kaynaklıdır.
Batılı’nın “Medeniyet”i de kendisi içindir, “Refah”ı da kendisi içindir. Başka kimseyle paylaşmak gibi bir fikri yoktur. Zira böyle bir tarihi altyapısı, kültürü yoktur. Sömürmek istedikleri milletlerin hem nesillerini, hem de kültürel değerlerini; ahlâk, fazilet namına ne varsa yok etmeye çalışmışlardır. Özellikle müslümanlar üzerinde bu uğurda çok büyük emekler sarfetmişlerdir. Bu kültürel soykırım en az fiziksel soykırım kadar dehşetli ve gaddarca icra edilmiştir.
Batı’nın bu hastalıklı ruh hâli dünyanın başına “Komünizm”, “Faşizm”, “Amerikanizm” gibi dehşetengiz belâlar musallat etmiştir. Komünizm dinsizliğinin, faşizm ırkçılığının, Amerikanizm ise; Batı’nın sömürme, işgal etme, pervasızca talan etme gibi ihtiraslarının cisimleşmiş bir tezahürüdür.
Açgözlü vahşiler Amerika kıtasına ayak bastıklarında bu kıtada yaklaşık 90-112 milyon arasında yerli nüfus vardı. Bunların tamamına yakını (% 95’i, yaklaşık 100 milyon kişi) öldürülmüştür. (Bu tarihte Avrupa nüfusu 60-70 milyon, Afrika nüfusu 40-72 milyon arasında tahmin ediliyor.) (Bkz. Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard)
Bunları bilmeden Amerika’yı tanımak mümkün değildir. Irak’ta, Afganistan’da yaşananları anlamak mümkün değildir.
Nasıl bir ülke ile karşı karşı karşıya olduğumuzu bilelim, bu zalimlerin ve insanlık suçlularının oyunlarına gelmeyelim.
Zira aynı yöntemlerle, Irak’ta, Ebu Garib Cezaevi’nde, Felluce’de, Telafer’de, Afgan dağlarında, Pakistan köylerinde, Guantanamo’da ve daha bilinmeyen birçok gizli işkence merkezlerinde vahşet ve katliam sergilenirken, mazlum insanlar, bütün müslümanlar vahşi, terörist, kafa kesiciler olarak takdim edilmektedir.
Müslümanların ikinci sınıf vatandaş, ya da terörist gibi gösterildiği dünya düzeninde İslâm ve müslümanlara yaşama hakkı vermek istemeyen, topraklarını, madenlerini, petrollerini sömürmek, ülkelerini işgal etmek, İsrail’in arzularını yerine getirmek isteyen Amerika’nın bu tutumu dünyada huzur ve adalet bırakmamış, savaşların ölümlerin katliamların sebebi olmuştur. Ve daha da büyüklerine sebep olacaktır.
Masum insanlar öldürülmekte toprakları işgal edilmekte, çocuklar katledilmekte, kadınların namusları kirletilmektedir.
İşte bunların demokrasisi bundan ibaret. Yani zulüm. Bunlara göre demokrasi bu.
Yani barbarlık, zulüm, vahşet, kan, ölüm... Mazlum ve masum halklar sömürülecek, o insanların ve nesillerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri çalınacak. Sadece bunlar gelişecek semirecek, diğerleri geri kalmaya, bunlara tabi olmaya, her dediklerini yapmaya devam edecek. Gerekirse vahşetle, savaşla...
Bunlar yeni çıkmış şeyler değildir. Batı’nın tarihi bu türlü vahşetler üzerine kurulmuştur. Bazı Avrupa şehirlerinde işkence müzeleri vardır. Avrupa’nın icat ve keşifleri işkence aletlerinin icadı ile başlar gibidir. İnsan Hakları’na dair sözleşme ve beyannamelerin Avrupa’dan çıkması bir tesadüf değildir.
Zira yüzyıllar boyu Engizisyon mahkemeleri akla hayale gelmeyecek işkencelerle insanları öldürmüştür. Osmanlı ve İslâm ülkelerinde psikolojik rahatsızlığı olan hastalar hastanelerde tedavi edilirken, Avrupa’da bu insanlar içlerine şeytan girdi diye işkencelerle öldürülüyor, yakılıyordu. Hâlâ günümüzde, içinde şeytan var diye insanları çarmıha geren rahipler vardır. 2005 yılının ortalarında Romanya’da bir rahibe kilise papazı tarafından içinde şeytan var diye çarmıha gerilmiş, üç gün aç susuz bekletildikten sonra ölmüştür.
Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları, katliamları, vahşetleri ile doludur. Batı’yı ve Amerika’yı tanımak için tarihine bakmak yeter.
Hıristiyan Batı dünyası İslâmiyet’in doğmasından itibaren müslümanlara bir önyargı, bir kin ile bakmışlar, bu yüzden de Haçlı seferleri adı altında yüzyıllarca İslâm beldelerine saldırmışlardır. Bu savaşlar esnasında hıristiyan haçlıların müslüman çocukları parçalayıp pişirerek yedikleri, masum insanların ırzlarına geçmeleri, derilerini yüzmeleri, kazıklara oturtmaları ve türlü türlü işkenceleri unutulmamıştır.
Onlar savaşta ya da barış zamanında İslâm ve müslümanlar üzerinde her türlü vahşiliği, katliamı, zulmü, soykırımı yaparken, bedevilik sergiliyorken, müslümanların düşmana savaşta ya da barışta gösterdikleri insanlık, medenilik örnekleri tarih kitaplarında övgüyle bahsedilmektedir.
Binaenaleyh müslümanlar insanlık âlemine medeniliği, insanlığı, ahlâkı, asâleti, adaleti getirmişlerken, hıristiyan batılılar vahşeti, kini, menfaati, adaletsizliği getirmişlerdir.
Hıristiyanlar insan haklarını bilmezken, müslümanlar insanın hak ve hukukunu gözetmiş, hatta hayvan hakkını bile nizam ve intizama bağlamışlardır.
İspanya’da bulunan müslümanlar hıristiyanlarca katledilip şehit edilmiş ve Kurtuba, Granada, Kadiks’teki müslümanlar kılıçtan geçirilmiş, sürülmüş, kalanlar zorla hıristiyan yapılmış, Halife Abdurrahman’ın yaptırdığı cami kiliseye çevrilmiştir. Bütün kitaplar yakılmıştır. İspanya’da bir tane müslüman bırakılmamıştır. Şu barbarlığa bakınız!
Bir de Osmanlı’ya, Fatih Sultan Mehmed’e bakınız. İstanbul’u fethediyor, kimsenin malına, ırzına, kılına dokunmuyor, ibadetine karışmıyor, adaletle yönetiyor. Kıyası mümkün değildir.
Bush’un bütün gayesi İslâm’dan intikam almaktır. Hem içeriden hem de dışarıdan yıkmak ister. İçeriden münafıklarla, papazlarla, dışarıdan da siyaseti ile.
Bush Evangelist hıristiyandır. Evangelistler İslâm’ı yeryüzünden silmeye kararlıdırlar. Türkiye’yi bir hıristiyan ülkesi haline getirmek istiyorlar. Türk halkını hıristiyan yapmak istiyorlar.
Bush 11 Eylül’deki intihar saldırılarının ardından terörizme karşı “Haçlı Seferi” başlattığını söyledi. (18 Eylül 2001 tarihli gazeteler)
Haçlı seferi sözünü üç yıl sonra Bush’un seçim kampanyası başkanı Marc Racicot tekrar etmiş, Bush’u terörizme karşı dünya çapında bir haçlı seferine önderlik ediyor sözleriyle övmüştür. (20 Nisan 2004)
Görüldüğü gibi Bush’un gayesi İslâm’ı içten ve dıştan yıkmaya çalışmaktır.
Bush koyu bir kâfirdir. İslâm düşmanıdır. Yani içi küfürle dolu. İslâm’dan intikam almak için ne lâzımsa bu adam yapıyor. İslâm için büyük tehlikedir. Hem Osmanlı’ya hem İslâm’a karşı müthiş bir kini var.
Gayesi İslâm ülkelerine yavaş yavaş yayılmak. İran’a, Suriye’ye, Mısır’a, Suudi Arabistan’a, buraları halkaya almak.
Dünya öyle kaynıyor, kaynıyor ki bir gün patlayacak. Önümüz kötü. Allah-u Teâlâ’nın hükmüne kalmış. İşler Amerika’nın direktifi ile yürüyor. Zaman onların bu gün için. Daha ne kadar sürer Allah bilir. İleride büyük harpler var. Yakın zamanda her şey değişecek.
“Hakk kulundan intikamını yine kul ile alır,
İlm-i ledun bilmeyen onu kul etti sanır.”
Karşılıklı kuvvetler ile Cenâb-ı Hakk dengeliyor. Onu ona, onu ona, yok edecek. Böylece dünyayı yok edecek; o onunla, o onunla! Hüküm Allah’ındır. O icraatı Cenâb-ı Hakk yaptırır. Birbirine vurdurur. Yok eder, dünyayı perişan eder.
Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’indeki savaş emrinin hikmetini ve insanlığa olan büyük faydasını beyan ederek bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu.” (Bakara: 251)
Zira eğer savaş olmasaydı, yeryüzünde fesat çıkaran şer kuvvetler dünyaya hâkim olurlar, akla hayale gelmeyen zulümler işlerlerdi. Düzen bozulur, yeryüzünde insan nâmına bir şey kalmazdı.
“Fakat Allah bütün âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir.” (Bakara: 251)
Fakat Allah-u Teâlâ âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve keremi ile zaman zaman sâlih kullarına inayet ve nusret ihsan eder, onların vasıtası ile dünyayı fesat ehlinin şerrinden korur, birçok fesatların zuhurunu önler. Beşeriyete Hakk’ı bildirecek, hakikati duyuracak zâtlar yaratır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Allah’ın def’i, Allah’ın savması olmasaydı!” mânâsına gelen: “Ve levlâ def’ullahi” buyurmak suretiyle fesat ehlini defedip savma işini bizzat kendisine nisbet etmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, mümin kullarını fesat ehlinin şerrinden ve zulmünden korumayı bizzat üzerine almış bulunmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara karşı zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandırsın.” (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip tesirsiz bir hâle getirmeyi üzerine almıştır. Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Kâinattaki akıllara durgunluk veren muhteşem denge ve düzen O’nun adaletinin eseridir. Adaletli olan müminleri sever, mütecâvizleri durdurur ve cezalandırır.
Bütün bunlar O’nun değişmez kanunudur. İnsanlık âlemi için lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Tarihte görülen galibiyet ve mağlubiyetler de bunun açık bir delilidir.
Şüphesiz ki tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, hayır ile şer... yüryüzünde devamlı var olmuş, inananlarla inanmayanlar arasındaki mücadele sürüp gitmiştir. Bu hususta Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Allah-u Teâlâ cihadı takdir buyurmasa idi, dalâlet ehli sapıklıklarını sürdürürler, kendi zamanlarındaki muhtelif milletler üzerine saldırırlar, yurtlarını istilâ ederler, mâbedlerini harap edip dururlardı.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına savaşsız da yardım etmeye kâdirdir. Şu kadar var ki kulları ne derece kendisine itaat edecek diye denemek ister.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer Allah dileseydi onlardan intikam alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek ister.” (Muhammed: 4)
Kim Allah’ın dinine sarılıp yardım ederse, Allah da elbette dalâlet ehline karşı onlara yardım eder. Müminler her zaman için ilâhî desteğe mazhardırlar.
Dikkat ederseniz dünya Rusya’dan korkuyordu. Çeçenler’le Afganlılar onu bitirdi. Ummadığı yerde. Bunları ne ile yıkacağını O bilir.
NATO yıkmadı, amma Afganistan’la Çeçenistan yıktı. Hiç ummadığı iki devlet. Öyle murad etmiş.
Afganistan’da, Irak’ta yaşananları görüyorsunuz. Sırf işkence etmek, aşağılamak için insanları hapishanelere atıyorlar, her türlü alçaklığı reva görüyorlar, kadınlara tecavüz ediyorlar. Görgü tanıkları basına yansıyan fotoğraf ve haberlerin buz dağının görünen yüzü olduğunu ifade ediyorlar. Dünya üzerinde Amerika’nın kaç tane işkence hapishanesi olduğu bilinmiyor. Amerikan uçakları bilinmeyen yerlere insanları taşıyorlar. Bu sorgulamalarda İsrailliler’in de olduğuna dair kuvvetli rivayetler var. İsrailliler Irak’ta -özellikle Kuzey Irak’ta- o kadar etkinler ki, bu durum bir kısım Amerikalılar’ı bile rahatsız ediyor.
Bugün Amerika ve İngiltere kendilerinde büyük bir kuvvet olduğunu kabul ediyorlar. Ve fakat asıl kuvvet Hazret-i Allah’tadır. Onlar dünyayı tutuşturmaya çalışıyorlar, amma dünya tutuşursa onlar rahat kalacaklarını mı sanıyorlar? Binaenaleyh, vaktaki bu nötron bombaları olsun, atom bombaları olsun, bu silâhlar patladığı zaman dünya tutuşur. Tek kelime ile şöyle arzedelim: İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri helâk edeceğini beyan buyuruyor:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Hüküm Allah-u Teâlâ’nındır. O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi? Nükleer harbi, atom harbi, nötron harbi...
Ateşi tutuşturmak için sahaya bunlar çıktılar, ondan sonrasını Allah bilir.
Dünyadaki zulüm ve vahşetleri elbette kendilerine dönecektir. Bu dünyada görecekleridir. Ahirette ise Allah-u Teâlâ bu yaptıklarının karşılığını fazlasıyla verecektir:
“O gün suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün!
Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.
Bu, Allah’ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir. Doğrusu Allah hesabı çabuk görendir.” (İbrahim: 49-51)
Amerika Irak harbinde Türkiye’yi harbe sokmak için ne lâzımsa yapıyordu. Onun plânı Türkiye’ye göre idi. Türkiye’den çıkarma yapacak, Türkiye asker yığacak, Türk askeri ile beraber harp yapacak ve bu saha kolaylaşacaktı ona. Yani mânen istilâ edecekti. Amma Allah-u Teâlâ ne murad ettiyse o oluyor. Hasbünallah ve ni’mel vekil.
Türkiye harbe girmiş olsaydı çok büyük kayıp olurdu. Müslümanların nazarında bugünkü zulümlerin müsebbibi kabul edilirdi.
Bugün de İran’ı vurmak için hazırlık yapıyor. Ve yine Türkiye’yi kullanmak istiyor.
Şimdi bir temsil arzedelim.
Amerika Türkiye’ye diyor ki: ‘Arabacı tekerleğini versene!’, ‘Ben ne yapayım?’, ‘Sen sürt!’
Hep ister ki Türkiye’yi hem bölsün, hem harbe soksun. “Sen sürt, ben yaşayayım” diyor. Türkiye kuvvet bulmasın parçalansın. Çünkü Türkiye’yi büyük görüyorlar. Türkiye içinden çökük amma, onlar büyük görüyorlar, parçalayalım diyorlar. ‘Yunan yutsun, şu yutsun, bu yutsun kâfir yutsun!’ diyorlar. Allah’ım korusun, Allah’ım korusun, Allah’ım korusun! O koruyor zaten. İç düşman dış düşman.
Kâfirden müslümana hiçbir zaman fayda gelmez. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, onların birbirleriyle dost olduklarını beyan buyuruyor.
“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
İslâm’a ve müslümanlara olan kinleri hiç sönmemiştir. Özellikle Türkler’e karşı ayrı bir garezleri vardır. Zira tarihte Allah-u Teâlâ en derin galebeyi İslâm’a vermiş. Asr-ı saâdet’te ve Osmanlı Devleti zamanında. Geçen ayki dergimizde bu konuyu uzun uzadıya izah etmiştik.
Hiçbir sınır tanımayan açgözlülüklerini tatmin uğruna giriştikleri ifsat ve sömürgecilik gayretlerinin önündeki en büyük engel daima İslâm milletleri ve bilhassa Türkler olmuştur.
Nitekim geçen ayki dergimizde “Batı Bizi Neden Sevmez?” başlığı altında izah edilen 10 maddeyi sıralayan Prof. Neumark’ın son tespiti şuydu:
“Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama batı size bu imkânı vermez.”
1930 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan bu yahudi profesör bunu söylüyor.
Her ne kadar bu yahudi profesörü böyle diyorsa da;
Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman bir ıslâh edicisini gönderir ve eski duruma getirir. Bu halka bırakılmaz, Hakk’ın işidir.
“Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imrân: 26)
Binaenaleyh hasmımızı tanımamız ve çok uyanık olmamız icabediyor. Zira Amerika olsun, Batı olsun bu İslâm milletini silâh ile yıkamayacağına kani olduktan sonra yaklaşık 300 yıldır Haçlı seferlerinin şeklini değiştirmiş, öncelikle iç bünyemizi ve manevî değerlerimizi bozmak ve yıkmak için sinsice çok büyük bir gayret içerisine girmiştir. Bu veçhesiyle Haçlı seferleri büyük bir kin ve vahşetle devam etmektedir. Her türlü işkence vahşet yöntemini insan bedeni üzerinde pervasızca uygulayan Batı ülkeleri, benzer bir vahşet ve yok etme duygusuyla bizim dini ve manevî değerlerimizi, millî duygularımızı yıkmak, parçalamak için elinden gelen her yolu kullanmaktadır.
Nitekim hususiyetle şu günlerde bütün dünya ibresini Türkiye’ye göre ayarlamaktadır. Zira Türkiye Amerika’nın yanında hareket ettiği zaman Amerika’ya diş bileyecek kuvveti kendilerinde görmüyorlar. Türkiye Amerikan boyunduruğundan kurtulabilmiş olsa, akıllı bir siyasetle Amerika’dan rahatsız olan birçok ülkenin maddi, manevî desteğini göreceği kesindir.
Amerika bir plan çeviriyor, ancak ona da kalacak değil!
Tarih boyunca bir iniş bir çıkış olmuş. Öyle murad etmiş. Bir galebe, bir mağlubiyet, bir galebe bir mağlubiyet... Bu mülkün padişahı bir tane, başka yok. Ve yarın da göçüp gideceğiz. Nereye? Murad ettiği yere. Murad-ı ilâhî ne ise o olur. Mülk O’nun çünkü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyur ki:
"Biz o sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında (bazen lehe bazen aleyhe) döndürür dururuz. Bu da Allah’ın, ihlâslı ve azimli müminleri ayırt etmesi, içinizden şehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i imrân: 140)
Binaenaleyh Amerika’ya da kalacak değil.
Bu fotoğraf 1994 yılında Sudan’daki “kıtlık” zamanında çekildi.
Resimdeki çocuk yaklaşık 1 km. ötedeki BM yemek kampına emekleyerek ulaşmaya çalışıyor, akbaba ise onun ölmesini bekliyordu.
Fotoğrafı çeken Kevin Carter bu fotoğraf sayesinde Pulitzer ödülü aldı. Ancak fotoğrafı çektikten sonra çocuğa yardım edip onu kurtarmayı unutmuş(!)tu. Carter bu fotoğrafı çektikten 3 ay sonra intihar etti.
Bu trajik hikâye çok konuşuldu. Konuşulan Carter’in durumu idi. Ancak burada dikkatten kaçan bir husus var ki; Carter’in hareketi ortalama bir Avrupalı davranışı idi. Farklı olan kendi iç çelişkisini kendisinin fotoğraflamış olması ve bu fotoğrafla hergün yüzleşmek zorunda kalmasıydı.
Adına “İnsanlık” denilen haslet Batı insanının üzerinde iğreti duruyor, ufak bir rüzgârda, küçük bir çıkar söz konusu olduğunda hemen düşüyor. Çünkü iç dünyaları barbar ve faşist bir tarihi alt yapının mirasını taşıyor.
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’sinde küfrü ve kâfirleri bize tanıtmış, onların birbirleriyle dost olduklarını, müslümanların onları dost edinmesinin yasak olduğunu, küfür ehlinin müslümanlar için daima kötü fikirler beslediğini, onların müslümanlara düşman olduklarını, küfür ehlinin birer necis (pislik) olduklarını ve buna mümasil küffarın iç durumunu bize bildirmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, O’nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimseye “Kâfir” denir. Aynı mânâda “Münkir” kelimesi de kullanılır.
Küfür, “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur’an-ı kerim’de müstakil olarak kâfirler için “Kâfirûn” sûre-i celîle’si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler!” (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet edenler!” diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, “Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar.
•
Allah-u Teâlâ küfrün vasıflarını da Âyet-i kerime’lerinde beyan buyuruyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi nurdur, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
İman ile küfrün, mümin ile kâfirin ayrılması ve bilinmesi lâzımdır. Bu ise ancak Allah-u Teâlâ’nın emri ile ayrılır ve bilinir. Temiz ile pisin ayrıldığı gibi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Mümin ve kâfir) iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir.
Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Hûd: 24)
Hakikati gören ve hidayet nûrları ile nûrlanan kimsenin durumu, dalâlet karanlıklarında bocalayan ve yolunu bulamayan kimsenin durumuna elbette benzemez.
“De ki: Hiç körle gören (kâfirle mümin) bir olur mu? Hiç tefekkür etmiyor musunuz?” (En’âm: 50)
Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini görüp kabul edenler ile inkâr edenler elbette beraber olamazlar.
O’nun yüce peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın sünnet-i seniyye’sine ittiba edenlerle etmeyenler şüphe yok ki aslâ bir seviyede bulunamazlar.
“Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilen (mümin) bir kimse, kör gibi olur mu?” (Ra’d: 19)
Buradaki körlükten maksat kalp gözü körlüğüdür. Bu dünyadaki durumları birbirinden farklı olduğu gibi, ahiretteki âkıbetleri de aynı şekilde farklı olacaktır.
“Allah’ın hoşnutluğunu gözeten kimse, Allah’ın gadabına uğrayan kimse gibi olur mu? Berikinin yeri cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Âl-i imrân: 162)
Allah-u Teâlâ’ya itaat edip rızasını arayan ile, O’na isyan edip gadabına müstehak olan ve hüsranla dönen kimse eşit değildir.
“Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Âl-i imrân: 163)
Allah-u Teâlâ’nın ne dünyada ne de âhirette müminlerle kâfirleri eşit tutması mümkün değildir. Çünkü müminler takvâ ve itaat üzere yaşarlar, kâfirler ise inkâr ve isyan üzere yaşarlar.
“Hiç mümin olan kimse, fâsık olan kimse gibi midir? Elbette bunlar eşit olamazlar.” (Secde: 18)
Mümin; mümin olarak yaşar, mümin olarak ölür, mümin olarak diriltilir. Kâfir ise; küfür içinde yaşar, kâfir olarak ölür, kâfir olarak diriltilir.
“Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar.
O halde ateşin içine atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır?
Dilediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet: 40)
Âyet-i kerime’de geçen “İlhad”; doğruluktan eğrilmek, istikametten ayrılmak. Hakk’tan bâtıla sapmak, bâtıl tevillerde bulunmak mânâlarına gelir.
•
Allah-u Teâlâ, âyetlerini yalanlayıp inkâr edenlerin cehennem ateşi ile cezalandırılacaklarını, inananların ise kıyamet gününde emniyet içinde olacaklarını beyan buyurmaktadır.
“Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ardından ona kavuşan kimse, dünya hayatının geçici nimetlerinden vererek yaşattığımız, sonra da cezalandırmak için kıyamet günü huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi olur mu?” (Kasas: 61)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine vâdettiği kimseler müminlerdir. Dünya hayatlarında Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanmışlar, ahkâma sıkı sıkı sarılmışlar, ahiretleri için en güzel hazırlıklar yapmışlar ve o vaade kavuşmuşlardır.
Kendilerini az bir süre faydalandırdığı kimseler ise kâfirlerdir. Allah’a ve âhiret gününe inanmamışlar, ahkâm-ı ilâhî’yi arkalarına atmışlar, huzur-u ilâhî’ye eli boş gelmişler.
Bu iki zümrenin eşit olmayacağı apaçık bir gerçektir.
“Yoksa biz muttakileri, yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sad: 28)
Müminlerle kâfirler, takvâ sahipleri ile fâcirler aslâ bir tutulmayacaklar; müminler nimetlere kavuşacaklar, münkirler ise lâyık oldukları cezalara çarptırılacaklardır.
“Rabb’inden apaçık bir delil üzerinde bulunan (mümin) kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen ve heveslerine uyan (kâfir) kimse gibi olur mu?” (Muhammed: 14)
Delil üzerinde olan ve o delil ile Allah yolunda yürüyenler müminlerdir, hevâ ve heveslerine uyanlar da onlara muhalefet ederek giden kâfirlerdir.
“Körle gören, iman edip de iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz.
Ne de az düşünüyorsunuz!” (Mümin: 58)
İnsanların pek çoğu çok az düşünüp, çok az öğüt ve ibret almaktadırlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmuştur.
“Kötülükleri kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?” (Fâtır: 8)
Onlar kötü işler yaparlar, bununla beraber güzel iş yaptıklarına inanır ve öyle zannederler.
İlmi olup da gereğiyle amel etmeyenler, görüp de görmemezlikten gelenler de kör hükmündedir.
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir değildir. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır: 19-20-21-22)
Kabirde olanlardan murat ruhu ölmüş olanlardır. Onlar hiçbir hakikati duymazlar.
Mümin imanı sayesinde gölge ve rahat içindedir. Kâfir de inkârından dolayı yakıcı sıcak içinde ve sıkıntıdadır.
Kalpleri iman ile mârifetullah ile diri olan müminlerle, içleri küfür ve isyan zulmetleri içinde kalmış, mânen ölmüş kâfirler müsavi olamazlar.
“Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa, o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.
Kalpleri Allah’ı zikretmeye kaskatı olan kimselere ise yazıklar olsun! Onlar apaçık dalâlet içindedirler.” (Zümer: 22)
Onlar hidayet yolunu takip edemezler, dünya saâdetine, ahiret selâmetine eremezler, hak ve hakikatten daima uzak bulunurlar.
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?
İşte böyle; kâfirlere yaptıkları şeyler süslü gösterildi.” (En’âm: 122)
Bu cazibe sebebiyledir ki, kâfirler yaptıklarını beğenirler ve karanlıklardan hiçbir zaman çıkamazlar. Bunun neticesi olarak da ahirette cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilân etmekte;
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmaktadır. Hâl böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi yasaklanmıştır.
Âdem Aleyhisselâm’dan beri gelip geçen bütün insanlar iki zümreye ayrılmışlar; Hakk’tan yana olanlar Hakk’ı savunmuşlar, bâtıldan yana olanlar Hakk’ı ve hakikatı reddedip kendi kurdukları dinlerini savunmuşlardır. Zira bu iki zümrenin biri diğerine hasımdır.
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir, sapıklıktadır. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhiden kovulur.
Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ küfürdür.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı saâdet’ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan bir çok fitneleri gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin gecenin karanlıkları gibi her tarafı saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır. Günümüzde ise haber verdiği o fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne devrinde yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde iman ve küfrü birbirinden ayırmış, aralarına kesin berzahı koyarak insanların bir kısmının kâfirlerden, diğer bir kısmının da müminlerden ibaret bulunduğunu Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmuştur:
“İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 1)
Zira onların bütün yaptıkları işler Allah için olmamış, bu sebeple de iptal edilmiş, boşa çıkmıştır. Allah-u Teâlâ o yapılanların hepsinin geçersizliğine hükmetmiştir.
Diğer taraftan:
“İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb’leri tarafından MUHAMMED’e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir.”(Muhammed: 2)
Günahların bağışlanması, hallerin düzeltilip iyileştirilmesi, iman nimetinden sonra gelen çok büyük bir nimettir. Hâl ve ahvâli iyi olanın gönlü berraklaşır, düşünceleri salimleşir, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşur.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen Hakk’a uydular.” (Muhammed: 3)
Onların bâtıla uymaları, bâtılı Hakk’a tercih etmelerindendir.
Âyet-i kerime’de geçen “Hakk” kelimesinin değişik mânâları vardır:
Hakk, Allah-u Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisidir. Gerçekte var olan, varlığı hiç değişmeden duran, ulûhiyeti fiilen tahakkuk eden O’dur. Her şeyi hikmetinin gereğine uygun olarak O yaratır.
Allah-u Teâlâ’nın zâtı hak olduğu gibi, O’ndan gelen ve O’na rücû eden her şey de haktır.
Kur’an-ı kerim’in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak mefhumu, Allah-u Teâlâ’dan başka Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e de nisbet edilmektedir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” (Bakara: 119)
Olması gereken vakitte gerektiği gibi bulunan söz ve hareket de haktır.
Hakk ve hakikat değişmez bir esastır ve Hakk’a dayanır. Yer ve gökler hak esası üzerine kaimdirler. Bunun içindir ki, Hakk’a bağlı olan herkes ve her şey de hak esası üzerine kaimdirler.
Bâtıl ise, bütün bu mânâlarda hakkın zıddıdır. İman haktır, çünkü Allah-u Teâlâ’nın buyruğudur. Küfür bâtıldır, çünkü Allah-u Teâlâ yasaklamıştır.
Hakk’a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapıtmıştır.
“Allah insanlara misallerini işte böyle anlatır.” (Muhammed: 3)
Allah-u Teâlâ her iki zümrenin durumunu bir berzah olarak apaçık beyan ediyor ki, insanlar ibret ve öğüt alsınlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime’ler İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Küfrün tek millet olduğunu” haber vermişlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır.” (Enfâl: 73)
Onlar küfür ve sapıklık hususunda bir tek millettir.
Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki düşman münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî düşmanıdırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 104)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müsülanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhi buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
•
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in birçok Âyet-i kerime’lerinde yeri geldikçe onların vasıflarını bir bir beyan etmekte, inananların onlara karşı uyanık bulunmaları için uyarılarda bulunmaktadır:
“Onlar düşmandır, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)
Onlar hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler. Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah onları kahretsin!” (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır. Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Kitap ehli’nden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb’inizden bir hayır inmesini istemezler.” (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb’iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i imrân: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imrân: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
“Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar.” (Enfâl: 56)
Bu onların tıynetlerinde vardır. İşlerine gelince anlaşmaya sadık kalırlar, işlerine gelmediği zaman kitabına uydurup kaldırırlar, işlerine geldiği şekilde kendi menfaatlerine uygun olanı yürürlüğe koyarlar.
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilâf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
“Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
Onların bu vasıfları tarih boyunca devamlı olarak sergilenmiş, bir ibret numunesi olarak kalmıştır. Her devirde her mekânda onlar kargaşalık çıkarmışlardır.
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!’ denildiği zaman: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Yeryüzünde fesat çıkarmak küfürdür. Kim Allah’a isyan ederse yeryüzünde fesat çıkarmış olur.
Kendilerinin ıslah edici kimseler olduklarını iddia ederlerken, yaptıkları anarşiyi örtmek isterler. Çünkü onlar doğruyu ve gerçeği seçemedikleri için, bozmayı düzeltmek sanırlar. Kalplerindeki hastalık sebebiyle fesadı ıslah şeklinde tasavvur ederler ve gizli gizli hâinlik yaparlar.
“Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler.
“Onlardan birçoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün!” (Mâide: 80)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımamız için yeterlidir.
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler.” (Tevbe: 32)
İçlerini ve dışlarını saran küfür, onlara bu cehaleti yaptırmaktadır.
“Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar.” (Âl-i imrân: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler.
“Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar.” (Âl-i imrân: 118)
Bu gibi kimseler İslâm’a daima karşıdırlar ve müsülanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
“Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imrân: 118)
Sinelerinde gizledikleri açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm’a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
“Allah onlara lânet etmiştir.” (Nisâ: 46)
Bu lânet onlar için dünyada da ahirette de geçerlidir.
“Allah onlara gazap etmiştir.” (Mâide: 80)
Lânet üstüne lânete, gazap üstüne gazaba uğramışlardır.
“Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
“Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!” (Bakara: 89)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Resulullah Aleyhisselâm’a ancak Zât-ı akdes’inden korkmayı ve tevekkül etmeyi tavsiye buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Ahzâb: 1)
İlmi her şeyi kuşatmıştır, bütün işleri hikmet iledir. O halde yalnız O’ndan kork ve yalnız O’na itaat et.
“Rabb’inden sana vahyedilene uy! Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Ahzâb: 2)
Kur’an-ı kerim’in emir ve hükümlerine göre hareket et, herkes yaptığına göre cezâ veya mükâfat görecektir.
“Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb: 3 ve 48)
Bütün işlerinde O’na güven, O’na yönel. O’nun koruduğuna başkası zarar veremez, O’nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz.
“Onların eziyetlerine aldırma!” (Ahzâb: 48)
Rabb’inden başkasından korkma, O seni yalnız bırakmayacak, eziyetlerini bertaraf edecektir.
“Seni O’ndan başkaları ile korkutuyorlar.” (Zümer: 36)
Ve diyorlar ki: “Sen bizim ilâhlarımıza sövüyorsun, oysa onlar seni delirtebilirler veya öldürebilirler.”
“Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer: 36)
O dilediği kulunu, hususiyetle sevgili Peygamber’ini daima himaye eder, her türlü düşmanlıklardan korur.
İslâm tarihi zulümleriyle ün yapmış kavimlerin şirretlikleriyle doludur. Allah-u Teâlâ beşeriyete bir ibret numunesi olarak onları Kur’an-ı kerim’de anmış, âkıbetlerini de beyan etmiştir. “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü darb-ı mesel hâline gelmiştir. Zulümde ileri giden milletlerin aynı âkıbete uğrayacakları şüphesizdir.
Âd Kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Şan, şöhret ve kuvvet itibarı ile onlardan üstünü yoktu. Uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler.
Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Arazileri münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri, sürü sürü davarları, akar suları, yer altında da su depoları vardı, bol nimetlere rızıklara garkolmuşlardı. Allah’ın kendilerine verdiği imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı. Büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı.
Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki onlara size vermediğimizi vermiş, onları sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiştik.” buyuruluyor. (Ahkâf: 26)
Yapı tekniğinde çok ileri gitmişler, büyük bir terkip ve inşa gücüne sahip bulunuyorlardı. Servet ve oğulları ile iftihar ederlerdi.
Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdir. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı. Evleri kat kattı.
Halkın bütün imkânları kullanılarak cennete nazire olmak üzere büyük ve yüksek köşkler, kireçle dondurulmuş saraylar konaklar inşa ediyorlardı. İçlerinde cesim havuzlar vardı.
Son derece kaba, haşin ve zorba idiler. Kendilerinden başkalarına hiç insafları yoktu. Ellerine geçirdikleri komşu kabileleri ve fakir halkı angaryalar, zulümler ve işkenceler altında köle gibi en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Öldürdüklerini zulümle öldürüyorlar, dövdüklerini zulümle dövüyorlar, asla merhamet etmiyorlardı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yakaladığınız zaman zorbalar gibi mi yakalarsınız?” (Şuarâ: 130)
Âd kavmi isyan ve tuğyana, zulme ve şirke dalınca, Allah-u Teâlâ onları iman ve istikâmet yoluna getirmek için uyarmak üzere, içlerinden Hûd Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Hûd Aleyhisselâm, kendisine peygamberlik verildikten sonra; kavmini Tevhid’e, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye çağırdı.
Âd kavmi Hûd Aleyhisselâm’a kulak vermedi. Gurur ve kibirlerinden, cehalet ve bencilliklerinden, bu aziz peygamberin dâvetine icabet etmediler. İçlerinden pek azı iman etti ve imanlarını gizli tutmak mecburiyetinde kaldılar. Geride kalanlar bildiklerinden şaşmıyor, yine bina yapmakta birbirleriyle yarış ediyorlardı.
Gönüllerini Hakk’a açmadıkları gibi, küfür ve azgınlıklarını büsbütün artırdılar.
Her defasında kavmin ileri gelenleri Hakk’ın karşısına dikiliyor, mükevvenatın sahibine teslim olmayı reddediyorlar, yalanlama ile karşılık veriyorlardı.
Hûd Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın geri çevrilmez intikamının yakın oluduğunu, büyük bir felâkete uğrayacaklarını haber vererek uyardığı halde; taşkınlıklarına devam ettiler, şirk ve küfürlerinde ısrar ettiler.
Hûd Aleyhisselâm onların bu muhalefet ve yalanlamalarını, inatlaşmakta devam etmelerini Allah-u Teâlâ’ya havale etti.
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti.
Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgâr halketti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiçbir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
Sonunda da olan olmuş, ilâhî hüküm tecellî edip gerekeni yapmış ve böylece inkârcı Âd kavminin kökü kazınıp yeryüzünden nesilleri kesilmiştir. azap onları helâk olma çizgisinde yakalayıverdi.
Dünyaları mahvolup, hayatlarını kaybettikleri gibi; bu rüsvaylıkla da kalmadı, Allah-u Teâlâ’nın âlemleri ihata eden engin rahmetinden mahrum edildiler. Onlar bu cezaya müstehak olmuşlardır.
Cezaya müstehak olmaları üzerine şiddetli bir rüzgar ile helâk edilen ve “Âd-ı ûlâ” adı verilen Âd kavminden sonra, bu kavmin helâktan kurtulan inanmış efradından “Âd-ı sânî” diye anılan Semud kavmi ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddi imkânlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Âd kavmine verilen bütün imkânlar bunlara da verildiği, geniş bir maişet içinde bol nimetler altında yaşadıkları halde; fakat ne çare ki bu nimetlerin nereden geldiğini, işin nereye varacağını hesaba katmıyorlar, kendilerini yoktan vâr edene, nimetlerle donatana, bu güç ve kuvveti bahşedene şükretmiyorlardı. Rehavetin kucağında idiler.
Şeytan onları azdırmak ve ‘Hak din’den çıkarmak için şehvet ve arzularının peşine düşürdü. Nihayet yoldan saptılar. Allah’ı ve ahiret gününü inkâr ettiler, bir takım hacer ve şecerden yaptıkları putları mâbud edindiler. Toplumda şirk ve putperestlik iyice yerleşmişti. Bolluk ve rahatlık bu derece yükselmişken, insanlık ve ahlâk seviyesi de alçaldıkça alçalmıştı. Halkın en bayağı kişileri işbaşına geçmiş ahkâm kesiyor, etraflarına topladıkları bir takım adamlarla fitne ve fesat çıkarıyorlardı.
Aslında ehl-i küfrün tıyneti birdir. Muhtelif asırlarda ve devirlerde değişik şekilde ortaya çıkmaktadır.
Semud kavmi tıbkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, ‘Tevhid akidesi’ni öğretmesi için kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Sâlih Aleyhisselâm ilâhî emri aldıktan sonra Semud kavmini yeniden İslâm’a çekmek, tuttukları yolun kesinlikle tehlikeye uzandığını haber vermek, putları atıp bir olan Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın iman ve ibadet etmeye dâvet etmek için tebliğe başladı.
Aşırı putperest olan Semud halkı, Sâlih Aleyhisselâm’ın dâveti karşısında ilgisiz kaldılar, inkâr ve küfürle karşılık verdiler.
Sâlih Aleyhisselâm onlara yeri geldikçe öğüt vermekten, içlerine tesir edecek dokunaklı sözlerle uyarmaya çalışmaktan bir an bile geri kalmıyordu.
Fakat onların basiretleri o kadar bozulmuş, kalpleri o kadar katılaşmıştı ki, vahiy mahsülü bu tesirli sözler, hatırlatılan bu apaçık gerçekler; ne kulaklarından girmiş, ne kafalarına gitmiş, ne de en küçük bir yumuşama hasıl olmuştu.
Semud kavminin işlerine hakim olan ileri gelenleri arasından dokuz terörist kişi vardı ki, bunlar halkın en kâfiri ve en bozguncuları idiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu azgınları haber veriyor:
“O şehirde dokuz kişi vardı ki, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, ıslah tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” (Neml: 48)
Daha önce plânladıkları üzere deveyi öldürdükleri gibi, Sâlih Aleyhisselâm’dan kurtulmanın tek çaresinin de onu ve ailesini bir baskın düzenleyip ortadan kaldırmak olduğunu düşündüler. “Sâlih üç güne kadar bizden kurtulacağını sanıyor, üç günden önce biz onun ve âilesinin işini bitirelim.” dediler.
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Âyet-i kerime’lerde:
“Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik.
Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik.” buyuruluyor. (Neml: 50-51)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi. Şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu.
Bâtılı hakka, nârı nura tercih eden, dünyayı ahiretten üstün tutan, maddeyi mânâya değişen, Yaratan’ı unutup yaratılanlara meyleden, küstahlaştıkça küstahlaşan, nankörleştikçe nankörleşen, kibirlendikçe kibirlenen... bir millet; işledikleri cürümlerle birlikte, yaptıkları yanlarına kâr kalmamak üzere kahrolup gittiler.
Allah-u Teâlâ onları bir seher vakti kökünden kazıyıp düzleyiverdi, bir varmış bir yokmuş oldular.
Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya mâloldu. Sâlih Aleyhisselâm’ı öldürüp ortadan kaldırmayı düşünen zorbalar, düşüncelerini gerçekleştiremeden yerle bir edildiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Âd ve Semud’u da helâk ettik. Bu, oturdukları yerlerden size belli olmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler, bakıp ibret alabilirlerdi.” (Ankebût: 38)
Semud kavminin helâk edilmesi ile ilgili Âyet-i kerime’ler gözler önüne serilirken Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’de de buyurur ki:
“Bu işin âkıbetinden O’nun korkusu yoktur.” (Şems: 15)
Semud kavmi bu âkıbete müstehak olmuşlardı. Başlarına gelen bu felâket bihakkın olmuştu.
Allah-u Teâlâ’nın iktidarı her şeyin üstündedir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Dünyadaki hükümdarlar gibi, icraata geçmeden evvel neticesinin ne olacağını, işin nereye varacağını düşünmekten münezzehtir, karşı konulacağını düşünmekten de münezzehtir.
Yaptığı savaşı kazanan bir hükümdar, her ne kadar düşmanını kırıp geçirse de, yine de düşmanının toparlanıp karşı taarruza geçeceği hakkındaki korkusu kesilmez, dâima endişe üzerinde bulunur. Halbuki Allah-u Teâlâ isyan eden kavmi helâk eder, o işin âkıbetinden ise aslâ endişesi olmaz.
Yapacağı bir işin varacağı neticeden korkmayan bir kimse, eğer kırıp geçirmek isterse, son derece kırar geçirir. Dolayısıyla Kahhâr olan Allah-u Teâlâ’nın kırıp geçirmesi de böyle olmuştur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Hepsini kırdık geçirdik.” buyuruluyor. (Furkân: 39)
Allah-u Teâlâ hükmünde hikmet sahibidir. Her iş ve icraatı plânlı ve programlıdır. Her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir. Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür. Her hükmü âdil ve dengelidir, hiçbir hükmünde hiçbir surette haksızlık ve adaletsizlik bulunmaz. Yanlış bir fiil veya hüküm, O’ndan mümkün değil sâdır olmaz.
O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir. Bütün kuvvetler O’nundur, dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Hiçbir şey O’na güç ve ağır gelmez. Zorlanmaktan, yorgunluk ve durgunluktan, usanmaktan münezzehtir. Hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir.
Neticesi nedamet doğuracak bir emir O’ndan tecellî etmez. Bunun içindir ki, indirdiği ve indireceği hiçbir emir ve hükmünün neticesinden korkmaz, endişe etmez. İşin başı O’nun katında nasıl kesinlikle biliniyorsa, sonu da kesinlikle bilinmektedir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz.” buyuruyor. (Tâhâ: 110)
Hükmünde hata yapması, tedbirinde ve tespitinde yanılması düşünülemez.
Mülkün yegâne sahibi O’dur. Kullarının elindeki de O’nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O’nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tassarruf eder.
Dilerse dilediği insanlara dilediği kadar muvakkat bir zaman için mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar.
Zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder. Bütün hakları âdilâne korur, mazlumun hakkını zâlimden alır, haksızlıkları düzeltir, hakkı yerine getirir.
İtaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılar. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.
İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Küfür ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ı ilâhlık dâvâsında bulunan bir hükümdarı Hakk’a dâvet etmekle görevlendirdi.
Lâkabı İsrail olan Yakup Aleyhisselâm’ın Mısır’a gelip yerleşen ve on iki oğlundan üreyip çoğalan bu nesle “İsrailoğulları” mânâsına gelen “Benîisrail” denilmektedir. İsrailoğulları on iki kabile idi ve her kabilenin bir başkanı vardı. Bunlar bir araya gelince, büyükçe bir kuvvet hâsıl oluyordu. Fakat bir baş etrafında birleşerek yekvücut haline gelemiyorlardı. Gelebilseler kurtulacaklardı.
Birkaç asır çok sıkıntılı ve acı bir hayat geçiren İsrailoğulları’nı; Allah-u Teâlâ aralarından Musa Aleyhisselâm gibi güzide bir peygamberi çıkararak, esaretlerine son vermeyi irade buyurdu.
Musa Aleyhisselâm’ın doğumunun yaklaştığı günlerde idi. Firavun bir gece rüyâsında Beyt-i Makdis tarafından bir ateşin zuhur ettiğini, kısa zamanda büyüyerek bütün Kıpti’leri yaktığını, fakat İsrailoğulları’na dokunmadığını gördü. Uyandıktan sonra günlerce bunun tesirinden kurtulamadı ve bir hayli endişelendi. Bu rüyasını devrin meşhur kâhinlerine anlattığında: “İsrailoğulları’ndan bir çocuk doğacak. Büyüyünce senin devletin onun eliyle yıkılacak, doğacağı zaman da iyice yaklaştı.” diye yorumda bulundular.
Bu haberden son derece ürken Firavun, hem İsrailoğulları’nın çoğalmasını önlemek, hem de kendisi için tehlike teşkil edecek çocuğun doğmasını engellemek maksadıyla, İsrailoğulları’ndan doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini, kızlara dokunulmamasını emretti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İçlerinde bir zümreyi güçsüz buluyor, onların oğullarını boğazlıyor, kızlarını sağ bırakıyordu.” (Kasas: 4)
Bir kuvvetleri olmadığı için İsrâiloğulları bu katliam karşısında sadece seyirci kalıyorlar, kaderin tecellîsini beklemekten başka ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
İşte böyle zor şartlar altında İsrailoğulları’ndan İmran oğlu Musa Aleyhisselâm dünyaya geldi. Zamanla kendisine peygamberlik verildi ve İsrailoğulları’nın yanında yer aldı. Gerek kendi kavmi olan İsrailoğulları’ndan, gerekse Firavun’un kavminde az kimseler iman ettiler.
İsrailoğulları’nın ihtiyarları Firavun’dan baskı ve zulüm gördükleri için, aşikâr olarak iman etmeye cesaret edemiyorlardı. Firavun ve erkanına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu halde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler. Fakat denizde boğularak yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödediler.
“Muzill” İsm-i şerifi tecellî ederek Allah-u Teâlâ onları zelil ve İsrailoğulları hakkında da Muizz ism-i şerifinin sırrı zuhur ederek onları aziz kıldı.
“Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!
Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.” (Tâhâ: 78-79)
Kâfirlerden bir takım kimseler yerde hendekler açarak içinde ateşler yaktılar. İnananları bu ateşin karşısına diktiler. Dininden dönenleri bıraktılar, imanda ısrar edeni yaktılar.
Bu gibi hadiseler insanlık tarihi boyunca zaman zaman husule gelmiş, inananlar ölümü bile aratan çetin imtihanlardan geçirilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde imanlarından dolayı müminlere hakaret eden ve ateşte yakarak şehit eden eski bir kavmin başına gelen yangın azabını haber vermektedir:
“Andolsun burçlar sahibi gökyüzüne!” (Bürûc: 1)
Gökyüzü bu burçlarla süslenmiştir. Yüksekliklerinden dolayı saraylara benzetilmişlerdir. Bu burçlar gezegen yıldızların meskenleridir.
“Andolsun vaad olunan o güne!” (Bürûc: 2)
O vaad olunan ahiret günü ki, geleceğinden hiç şüphe yoktur. Dâvâların görüldüğü, cezâların verildiği, hüküm ve hükümranlığın sadece Allah-u Teâlâ’ya âit olduğu bir gündür. Bu dünyada zulmedenler çok iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir.
“Andolsun şâhitlik yapana ve şâhitlik edilene!” (Bürûc: 3)
Kıyamet gününde öncekilerden ve sonrakilerden, şâhitlik edecek ve edilecek olanlar üzerine yemin edilmiştir.
“Kahrolsun o hendeğin sahipleri!” (Bürûc: 4)
Bu korkunç katliamı gerçekleştirenler Allah-u Teâlâ’nın gadabına maruz kalmışlar, günahları ile yakalanarak ilâhî kahra uğramışlardır. İlâhî rahmetten kovulmak suretiyle ezilmişler, başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılmışlardır.
“Tutuşturulmuş o ateşin.” (Bürûc: 5)
Hendek ateşle doldurulunca daha korkunç olmuştur. Kalplerdeki imanı bu şekilde yakmaya çalışanlar başarılı olamamışlar, aksine lânetlenmişler ve adları kötüye çıkmıştır.
“Hani onlar o ateşin başına oturmuşlardı.” (Bürûc: 6)
Dinlerini terkedenleri bırakıyor, terketmeyenleri ateşe atıp yakıyorlardı.
“Müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı.” (Bürûc: 7)
Hendeğin etrafına toplanmışlar, en ufak bir acıma ve merhamet duymaksızın müminlere yapılan işkenceleri karşıdan zevkle seyrediyorlardı.
“O müminlere kızmalarının sebebi de sadece Azîz ve Hamîd olan Allah’a iman etmeleri idi.” (Bürûc: 8)
Onların hiçbir suçu yoktu, o müminler kendilerinden intikam alınmaya kalkışacak başka birşey yapmıyorlardı. Ancak Allah’a iman ediyorlar ve o iman ile gitmek istiyorlardı.
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur. Allah her şeye şâhiddir.” (Bürûc: 9)
Kullarının yaptıkları işlerden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.
“İnanmış erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip, sonra tevbe etmeyenlere cehennem azabı vardır ve onlar için yangın azabı vardır.” (Bürûc: 10)
İmanlarından çevirmek için onlara belâ olan ve mazlumları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakan zâlimler, cehennemde görecekleri azaptan ayrı bir ateşe daha gireceklerdir. Bu ateş hiç şüphesiz ki cehennemdeki ateşten farklı ve daha şiddetli olacaktır. Çünkü ceza, yapılan iş cinsinden olur.
Allah-u Teâlâ müminlere işkence eden kâfirlerin acı âkıbetlerini anlattıktan sonra, müminleri bekleyen güzel neticeyi beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:
“İman edip de sâlih ameller işleyenlere, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur. (Bürûc: 11)
Cehennemden uzaklaşıp cennete girmekten daha büyük kurtuluş düşünülemez.
Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir.
Burada sıralamaya çalıştığımız bazı bilgi ve belgeleri aktaran şahitler bu anlatılanların, yapılan vahşetin küçük bir kısmı olduğunu ifade etmişlerdir.
Hazret-i Allah bu vahşilere fırsat vermesin! Bizleri şerlerinden muhafaza eylesin!
Târihte İslâm’ın nezâfetini, şefkat ve adâletini gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri’nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı ve yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delilleridir.
Roger Graudy’nin sunduğu şu tespit, küffârın asırlardır hiç değişmeyen bu husustaki tavrını özetler mâhiyettedir:
“Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? hıristiyan batı uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini yaşamaktayız...” (İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak”, s. 37, bas.: İstanbul, 2000.)
Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve ftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm’ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye cür’et etmektedirler.
Haçlı seferleri’nde barbar hıristiyanların zulüm ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II. Urban’ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel’anetler işleyen râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal ruh’u ve İsâ’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.
Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.
Haçlı seferleri’nin kışkırtıcılığını üstlenen Papa II. Urban, arka plânda tamâmen siyâsî menfaatler elde etmeyi arzuladığı hâlde, “Kutsal savaş” nidâlarıyla hıristiyan halkı galeyâna getirip müslümanların üzerine salarken, onları kışkırtmak için her türlü yalan ve hîleye başvuruyor, uydurduğu asılsız iğvâlarla gönüllerindeki kin ve nefret hislerini canlandırıp harekete geçirmeye çalışıyordu:
“Lânetlenmiş bir millet, hıristiyan beldelerini kasıp kavurdu, ateş ve zulüm yağdırdı. Bu alçaklıkların intikamını, Tanrı’nın kahramanlıkta diğer milletlerden üstün kıldığı (!) sizlerden başka kim alabilir? Vazifelerin en önemlisi mukaddes Kudüs’ü kurtarmak, mukaddes yerleri istilâ eden pis milletten kutsal yerleri geri almaktır.”
“Tanrı, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya ve topraklarından uzaklarda, o lânetli ırkı kökünden kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi sık sık dâvet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri benim ağzımdan teşvik etmektedir.” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 10.)
Haçlı seferlerinde hıristiyan çapulcu sürüsüne önderlik edenlerden Saint Bernard ise, etrafında topladığı kuru kalabalığa şöyle diyordu:
“Kendisini düşmanlarına karşı savunmayanları cezâlandıracağını bildirmeye ulu Tanrı beni görevlendirmiştir. Hemen silâha sarılın; savaşta hepinizi mukaddes bir hınç canlandırsın ve hıristiyanlık âlemi, elçinin ‘Kılıcını kana batırmayana yazıklar olsun!’ sözleriyle çınlasın...” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 12.)
Bu asâletsiz papaz takımı, bu gibi sözlerle, etraflarındaki câhillere her ne kadar kendilerinin ilâhî bir vazife gördüklerini ispatlamaya çalışmışlarsa da, aralarındaki insaf ve vicdan sâhibi bâzı papazları dahi kandıramamışlardır.
Nitekim bölge halkına her türlü vahşeti, katli ve dayanılmaz işkenceyi revâ gören, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış bu barbar haçlı sürüsünün çirkin katliamlarından tiksinen L. Pierre Anquetil adlı râhip, yazdığı eserde: “Sâdece dinî hislerle hareket eden pek az haçlı vardı” derken; yine yapılan çirkin işlere tahammül edemeyen İngiliz târihçi Thomas Fuller’de; “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askeri hâline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi!..” diyerek, haçlı gürûhunun katliamlarından duyduğu utanç ve nefreti dile getirmişti.(Thomas Fuller - Holywar “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)
Vahşet ve yamyamlık duygularını müslümanların etleriyle ve kanlarıyla bastırmak için yola koyulan haçlı gürûhu, iddiâ edildiği gibi soylu ve asil (!) askerlerden değil, aksine tamâmen dengesi bozuk, çürük-çarık, seviyesiz mahlûklardan ibâret olan “suçlular, bulaşıcı hastalık taşıyanlar, günahkârlar, dinsizler, kutsal şeylere karşı saygısız hırsız ve haydutlar, kâtiller, kendi ana veya babasını öldürenler, yalancı tanıklıktan suçlu olanlar, zinâ işleyen erkekler, vatan hâinleri, korsanlar, fâhişe tüccarları, ayyaşlar, tâlih oyuncuları, ikiyüzlü keşişler, genelevde yaşamak için kocalarını terk eden kadınlar ve gerçek eşlerini bırakıp yerine başkalarını alan erkekler” den meydana geliyordu. (“Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı”, trc.: Ziyad Ebuzziyâ, Ankara, 1988, s. 100, 105.)
Haçlıları temsil makâmında bulunmasına rağmen râhip Fleury de haçlı seferlerine katılan hıristiyan süvârileri hakkında; “Haçlı seferi, borca boğulmuş kimselere borçlarından kurtulmak için, mücrimlerin ve mahkûmların cezâ çekmemeleri için, kilise nizamlarına uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için, manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastırı terk edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icrâ imkânı bulabilmeleri için fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunlar gözönüne alınarak, haçlı gürûhunun ne gibi insanlardan oluştuğu düşünülsün!” demekten kendini alamıyordu.(R. C. Financane, “Soldiers of the Faith: Crusaders and Muslims at War”, s. 39. bas.: London, 1983.)
Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içi papaz Pierre I’Ermit’in ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler’in cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde, gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.
Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder:
“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden haçlılara, hıristiyan din adamı (!) Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine haçlılar onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)
Bugün kendilerini medenî olarak tanıtmaya çalışan ve müslüman devletlere kendilerince medeniyet dersi vermeye kalkışan batılı ülkelerin nasıl bir dinî ve millî geçmişe sâhip olduklarını, soylarının ve köklerinin nasıl bir asla dayandığını bu gibi “Millî Destan”larından açıkça görmek mümkündür. Bugün ellerine fırsat geçse, yine aynı şeyleri yapacaklarında şüphe yoktur. (Avrupa dillerinin ilk yazılı eserleri arasındaki bu gibi birçok destan, Türkler aleyhindeki söz ve iftiralarla doludur.)
Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve katliamdan bahsederken; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demişti.(Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 57)
Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek:
“Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi.” diyordu.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)
Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep’in Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak büyük bir iştahla yutmuşlardı.
Haçlı gürûhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında papaya gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “ Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)
Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında, Frank kumandanı Raymond Maaratü’n-Nu’man şehrini işgâl etmiş ve bu esnâda yüz binden fazla müslümanı hunharca ve acımasızca katletmişti. Aralarında her türlü pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnâda haçlılar arasında şiddetli bir kıtlık ve salgın başgöstermişti. Frank ordusunda bulunan ve yaşananlara şâhid olan bir hıristiyanın ifâdesine göre, insanlıkla hiçbir alâkaları bulunmayan bu barbar sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş müslümanların etini yiyerek bastırmaya çalışmışlardı:
“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.” (“The Crusades Through Arab Eyes”, s. 38-39.)
Haçlıların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Funck Brentano’nun zikrettiği şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz gürûhun, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaştıklarını göstermektedir:
“Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, s. 76-78, bas.: Paris, 1934.)
Kudüs’ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirmişler, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii’ne sığınan on bin müslüman’ı da boğazlayarak şehid etmişlerdi. Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, haçlı sürülerinin işgâlinden sonra âdetâ bir mezbahaya dönmüştü.
Birinci Haçlı seferi’nde müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs topraklarını müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsâ’nın rûhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu:
“Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.” (Necati Kotan, “Tarih Fıkraları”, İstanbul, 1988, s. 80)
Üç gün boyunca Kudüs sokaklarını remen kana boyayan, bütün Kudüs’ü parçalanmış müslüman cesedleriyle dolduran, en kanlı cânîlere dahî parmak ısırtan bu eşi-benzeri görülmemiş vahşet, başka bir kaynakta şöyle târif ediliyordu:
“Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs’te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu.” (Louis Brehier, “Histoire Anonyme De La Premiére Croisade”, bas.: Paris, 1924.)
Öldürülenlerin çoğu da kadın ve çocuktu!..
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı; insanlık târihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numûnesi olan Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: “Katliâm korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar.” (G. E. Perry, “The Middle East: Fourteen Islamic Centuries Englewood Cliffs”, s. 78, bas.: 1983.)
İlk Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hâtıralarında bizzat görgü şâhidi olarak aktardığı şu mâlumat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.” (T. G. Djuvara, “Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37, bas.: İstanbul, 1979.)
Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük, kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri savunan müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliâmı ise, ismi bilinmeyen şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı. (“Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37.)
Haçlılar, Kudüs’te işlerini bitirdiklerinde şehir tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: “Şövalye ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip, bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!..” Ünlü Arap târihçisi Ebu’l-Fidâ ise “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinin ilgili kısmında; “Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi.” demekteydi.
Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliâmı, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri, Üçüncü Haçlı seferi’ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard’ın, bağışlayacağına söz verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletmesiyle ortaya çıkıyordu.
Nitekim “Histoire des Croisades”adını taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills, milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: “Kanlı Richard, silâhsız ve savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş, ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek, büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu âkıbetten uzak tutmuştu.” diyerek kınamıştı.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 183.)
Oysa Üçüncü Haçlı seferi’nden sonra Selâhaddin Eyyûbi Hazretleri’nin, büyük bir yenilgiye uğrattığı hıristiyan ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemişti. Onları katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye ödemeden salıvermişti.
Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.(Thomas Fuller - Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)
Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir hıristiyan olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca haçlıların yaptığı çirkin katliâmların bir benzerine rastlanmadığını ifâde ederek: “Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor, onlardan daha da barbar olan hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti. (L. Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades - Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme”, s. 414.)
Haçlılar’ın Kudüs’e ulaştıklarında yaptıkları katliam ve mezâlimi, Tyre Başpiskoposu William ise “Historia Rerum in Partihus Transmarins Gestarum” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek şöyle diyordu:
“Karşılaştıkları her düşmanı, hiçbir ayrıma tabi tutmaksızın yere serdiler. Her taraf kan gölüne dönmüştü, her yerde parçalanmış kafa kümeleri vardı. Katledilenlerin cesedlerini çiğnemeden bir yerden bir yere yürümek imkânsızdı. Komutanlar, zaten değişik yolları zorluyarak şehrin hemen hemen merkezine yaklaşmışlar ve ilerledikçe târif etmek için kelimelerin âciz kaldığı bir katliam yapmışlardı. Arkalarında, düşman kanına susamış ve kendilerini yıkıma adamış bir insan topluluğunun öncüsü?”
“Katledilen çok sayıdaki insan manzarasına, nefret duymaksızın bakmak imkansızdı; her yerde cesed parçaları kol geziyordu. Zemin maktullerin kanlarıyla doluydu. O, sadece kafası gövdesinden ayrılmış ve kötürüm edilen organların, bunlara bakan herkesin tiksintisini uyandıracak şekilde, her tarafa dağılmış cesedler manzarası değildi. Bunlara bakmak, gâliplere, katillerin kendisine bile korkunç geliyordu. Kafadan ayaklara damlayan kanlar, onlarla karşılaşan herkesi dehşete boğuyordu. Sadece Mâbed’in duvarlarında yaklaşık on bin müslümanın yok edildiği bildirilmiştir. İlaveten, şehrin her köşesinde, caddelerde ve mahallelerde uzanan cesetlerin sayısının da bundan az olmadığı tahmin edilmektedir.”
“Askerlerin geri kalanları, ölümden kurtulmak için dar girişlere ve ara yollara saklanmaları muhtemel hayatta kalan sefilleri aramak için şehirde aramadık yer bırakmadılar. Bunlar halkın gözü önünde sürüklenerek koyun gibi boğazlandılar. Bazıları çeteler halinde evlere girerek aile reislerine, bunların eşlerine, çocuklarına ve aile fertlerine her türlü işkenceyi revâ görmüşlerdir. Bu kurbanlar, sefil bir şekilde ölmeleri için ya kılıçtan geçiriliyor ya da yüksek bir yerden kafa üstü yere atılıyordu. Her yağmacı yağmaladığı evin, eşyâlarıyla birlikte dâimî sahibi oluyordu. Çünkü şehrin zaptedilmesinden önce haçlılar, şehri güç kullanarak ele geçirdikten sonra kim tecâvüz yoluyla kendi nâmına birşey kazanırsa, onun mülkiyet hakkına sahip olacağı konusunda anlaşmışlardı. Bunun sonucunda, haçlılar şehri didik didik aradılar ve insanları pervâsızca katlettiler.” (Z. Serdar - M. W. Davies, “Batı Irkçılığının Kaynakları”, s. 39-40. )
Böyle bir zulüm, böyle bir vahşet târih boyunca görülmemişti!
Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs’lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.
Gustave le Bon, İspanya’daki hıristiyanların müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır:
“Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)
Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri geliyordu.
Macarlar’ın ‘Drakul’, yani şeytan, Ulahlar’ın ‘Çpelpuç’, yani cellâd, Türkler’in de “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III. Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar bir kimseydi. Hattâ bu sebeple, dönemin târihçilerinden Tursun Bey “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde onu “Keferenin Haccac’ı” diye isimlendirmişti.
Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur, öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.
Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:
“Kimilerini arabanın tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını, göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl etmedi. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üzerine attırdı.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, Hürriyet Tarih dergisi, 5 Şubat 2003, s. 5.)
Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı Voyvada’nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler’di. Bu hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler içinde can vermekte olan Türkler’in karşısına geçerek, onlara baka baka saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer çivi ile başlarına çiviletmişti.
Târih kaynaklarında bu hâdiseden şöyle bahsedilir:
“Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvada’nın huzuruna çıkınca onu kendi geleneklerine uygun şekilde selâmladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula sordu: ‘Büyük bir prensin huzurundasınız, niçin böyle davranıyorsunuz?’ Osmanlı elçileri dediler ki: ‘Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir!’ Bunun üzerine Drakula, ‘Ben de geleneğinizi pekiştireceğim!’ diyerek, elçilerin sarıklarının kafalarına çivilerle, bir daha çıkarılamayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da ‘Şimdi gidin pâdişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem!’ dedi. Ancak kafalarına sarıkları çivilenmiş elçiler, hayatlarını kaybettiklerinden mesajı ulaştıramadılar.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, a.g.d., s. 5.)
Drakula’nın korkunç işkenceleri yalnız Müslüman Türkler’le sınırlı kalmıyordu. Kendi halkından gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını, kocasını ortalıkta böyle dolaştırdığı için önce kazığa geçirtti, sonra da adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni kadına da kocasına iyi bakmazsa adamın eski karısının durumuna düşeceğini tenbihledi. Voyvoda’nın zulmünden korkan zavallı kadın, herhangi bir sebeple Drakula’nın öfkesini üstüne çekmemek için, ömrü boyunca saçını süpürge ederek kocasına baktı. Evli bir kadın evlilik dışı bir ilişki kurarsa, ya tenâsül uzvunu kestirir, ya da diri diri derisini yüzdürür; sonra da derisi yüzülmüş vücüdu ve deriyi ayrı ayrı şehirlerin ana meydanlarında halka teşhir ettirirdi. Aynı cezâyı bekâretini koruyamayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da tatbik ettirirdi.
Târih boyunca yaşamış en zâlim ve gaddar hükümdarlardan biri olan Kazıklı Voyvoda’nın yaptığı zulümler haddi aşmış, işlediği korkunç cinâyetler artık mide bulandırıcı bir hâl almıştı. Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmaya kalkışan acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha alevlenmemek üzere söndü.
Pâdişah’ın kudretli pençesiyle köşeye kıstırılan Kazıklı’nın saltanat ve iktidârı tamâmen dağılmakla kalmadı, binbir güçlükle kaçıp sığındığı Macaristan’da kıskıvrak yakalanarak başı gövdesinden ayrıldı.
İsmâil Çolak’ın “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı” adlı makâlesindeki şu tespitleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Arap yarımadasını kan gölüne çeviren yahudi vahşetini özetleyecek mâhiyettedir:
“Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: “Siyonist Vahşet”... Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler kadar Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerini, toprak sâhibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs ve Filistin’i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: ‘Vatansız bir halk için halksız bir vatan!’ (Alan R. Taylor, ‘İsrail’in Doğuşu’, bas.: İstanbul, 1992. s. 1362.)
Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler, Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi) muharref Tevrat’ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: ‘Rabbin Musa’ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!’ (Edward Said, “Oryantalizm”, s. 477, trc.: S. Ayaz, bas.: İstanbul, 1989.)
Avrupa’da soykırıma mâruz kalan yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri Filistin’de soykırımın daniskasına girişmekte bir mahzur görmeyeceklerdi. Bu cümleden olarak, 1900’lerin başında Filistin’deki yahudi nüfus yüzde 10’un altındayken, programlı çalışmalar netîcesinde, 1920’lerde 100 bine, 1930’larda 232 bine, 1947’de de 630 bine çıkaracaklardı.
Bu faaliyetler başlangıçta sözde gâyet mâsumâne yöntemlerle icrâ edilirken 1930’lu yıllardan îtibaren İngiliz mandasının da teşvikiyle yerini tamamen terörist metodlara ve toplu katliamlara bırakacaktı. Haganah, Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri, İsrail’in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup, her türlü insanlık dışı yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Soykırımın en âlâsını irtikap ederek Filistin köylerini boşaltıyor, Yahudi göçmenlere yeni yerleşim alanları açıyorlardı. Misâlen, 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. Terörün amacı apaçık ortadaydı; ya öldürüp yok etmek, ya tedhiş hareketleriyle kaçırtmak ya da hiçbiri olmazsa köleleştirerek yaşamaya mahkûm etmek. Tel Aviv Belediye Başkanlarından General Shlomo Lahat, günümüze uzanan çizgide değişmeyen bahis konusu ‘Siyonist taktiği’ şöyle sloganlaştırmıştı: ‘Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!..’
Nitekim dediklerini de yaptılar; 1 Ocak 1948’de Filistin’de 600 bin Yahudi, bunun iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak 1950’de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye muvaffak oldular. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, şirretlikte sınır tanımayan Siyonistlerin eliyle, koca bir kan gölüne, kabristana ve ıssızlığa dönüşen talihsiz bir diyar haline getirilecekti. Ve Filistin’i Müslüman’dan arındırma faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut katliamı, Deir Yasin katliamı, Saf Saf Köyü katliamı, Kibya Köyü katliamı...
Hele Eylül 1982’deki ‘Sabra ve Şatila Katliamı’, Haçlı Seferleri esnasındaki emsâllerini hiç de aratmayacak türde, dünyayı insanlığından utandıracak ve kanını kelimenin tam anlamıyla donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı hüviyetiyle ‘Beyrut Kasabı’, ‘Buldozer’ nâmıyla müsemmâ, Haganah’ın azılılarından Ariel Şaron idi. İsrail’in Lübnan’ı işgâli sırasında, Filistinli mültecilerin yaşadığı kamplar kuşatılmış ve kundaktaki bebeklerden eli silahsız hareket eden binlerce masum insana dek (çoğu çocuk 2500 kişi) hunharca kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl almıştı.
Bu ve bundan sonraki katliamların en baş fâillerinden olan Ariel Şaron’un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: ‘Yemin ederim ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her Filistinli’yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah’ta 750 Filistinli’yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz. Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne yapacağını söyleriz!..’ Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı eylemlerinde daima, İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un şu doktrini istikâmetinde hareket ediyorlardı: ‘Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız, mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.’
Şaron ve avânelerinin insanlıktan zerrece nasibini almamış menhûs anlayışı İsrail’in Filistin’lilere bakışı ve muamelesinde de kendisini belli etmiştir. İsrail’in gözünde, kendisine karşı direnen Filistin’liler ya ahmak bir vahşî ya da varlık olarak ciddiye alınmayacak kemiyetten öte bir anlam ifâde etmemiştir. Zirâ yasalara göre, ancak yahudinin tam vatandaşlık hakkı mevcuttur ve muhâcereti hiçbir sûrette tahdîde tâbî değildir. Vatanı gasp edilen toprakların gerçek sâhibi Filistin’lilere ise, ‘daha az gelişmiş’ olduklarından ötürü yahudilerden daha az ve basit haklar tanınmıştır.
Buraya kadar zikrini ettiğimiz gerçekleri, istisnaî bir vicdan ehli hakikatperest ve ‘onlardan birisi’ olarak İsrailli muhalif yazar İsrael Şamir’in şu muhteşem itiraf tespitleri adeta taçlandırmaktadır: ‘Yahudi ordumuz sivilleri öldürüyor, evleri yıkıyor, milyonları açlığa mahkûm ediyor ve Filistin köylerini ablukaya alıyor; işlediğimiz suçlar Çeçenistan ve Afganistan’daki Rus zulmünü, Vietnam’daki Amerikan zulmünü, Bosna’daki Sırp zulmünü geçti. Alman Nazilerinin sevmediğimiz yanı nedir; ırkçılıkları mı? Bizim ırkçılığımız daha az ve daha az zehirsiz değil! Biz ırkçılığa başkası öyle olduğunda karşıyız. Biz ölüm mangalarına ve gizli operasyonlara bize karşı yapıldığı sürece karşıyız. Kendi kâtillerimiz, yahudi özel kuvvetleri bizim övünç kaynağımız. Yahudi devleti, yasal olarak cinayet mangaları bulunduran, katliam politikası güden, Ortaçağ işkenceleri uygulayan dünyadaki tek yerdir!..’ (İsrael Şamir, ‘Kaybedilen Ateş İmtihanı’, trc.: A. Ünaltay, Yarın Dergisi, Mayıs - 2002.)
İsrail bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyütülmüş bir vaziyette bugün de bütün hızıyla sürdürmektedir. Geride bıraktığımız yıl İsrail, güyâ terörle mücadele yalanını kalkan yaparak Filistin topraklarını yine kana ve jenoside boğmaya muvaffak oldu. Binlerce insan tanklardan ve uçaklardan atılan tonlarca bombanın altınca can verdi ve feryad ü figanları yere göğe sığmadı. Bu defa ki katliamların tarihteki emsâllerinden tek farkı, telekomünikasyon imkânlarının altın çağında yaşayan sözüm ona medenî dünyanın gözü önünde canlı yayın eşliğinde yapılmasıydı. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, sınıfta kalması bir kez daha tescillenen yahudi medeniyetinin insafsızlık ve azgınlığı altında mükerreren karardı. hıristiyanlar bahis konusu olduğunda kıyametler kopartan ve hümanizm edebiyatında mangalda kül bırakmayan sözde çağdaş Batı her zamanki alışkanlığıyla bunlara da sağır sultan kesilmeyi tercih etmişti.
Tüm dünyanın kahredici duyarsızlığı sayesinde Siyonist vahşet ve soykırım olanca şirretliğiyle maalesef rutinleşmiş ve kanıksanmış bir hâlde devam etmektedir. Dünya kamuoyu, Bosna ve Kosova’da patlak veren Sırp katliamına gösterdiği duyarlı ve caydırıcı tepkiyi, Filistin’de yıllardır süre giden İsrail barbarlığına karşı aynı ölçüde göstermekten imtinâ etmemelidir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm ve fitne odağının etkisiz hâle getirilmesi Müslümanların ve tüm medenî dünyanın insanlık ve boyun borcudur. Şaron ve hempalarının tıpkı Miloşeviç gibi savaş suçlusu sıfatıyla yargılanmaması; daha da mühimi Batı ve işbirlikçisi İsrail’e, tarihten bugüne irtikap ettikleri katliamların hesabının sorulmaması insanlık âlemi için en âlâ bir kara leke ve ayıp olarak yeter de artar bile. Şurası katî bir gerçek ki, haçlılar ve Siyonistler, Kudüs ve Filistin’de hep terör estirdiler, kan ve gözyaşına doymak bilmediler; o hâlde bölgenin aradığı ideal barış ve saâdeti, geçmişte olduğu gibi bugün de, yine İslâm’ın insancıl, âdil, müsâmahakâr ve kuşatıcı inanç ve yönetim anlayışı hakiki mânâda tesis edebilecektir.
Zulüm ile âbâd olanın âhiri mutlaka berbat olacaktır.” (İsmâil Çolak, “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı”, Vuslat Dergisi / 10. 01. 2006, sayı: 55.)
Batı, sadece müslümanlara karşı değil, bütün insanlığa benzer soykırım ve vahşetler yapmıştır.
“1492’de Hispaniola diye adlandırdığı adalara ayak bastığında, ilk kez gördükleri beyaz insanları dostça karşılayan yerlileri, Colon şöyle tanımlayacaktır: ‘Hemcinslerini kendileri kadar seviyorlar. Sevimli ve yumuşak bir konuşma tarzları var. Hep gülümsüyorlar.’ Las Casas da Colon’a katılarak, bu dünya cennetinin sakinleri hakkında şunları söyler: ‘Ne hırs, ne gurur, ne küfür, ne de adlarını bile bilmedikleri başka birçok kötü huydan haberleri var.’
Sömürgeci, art niyetli, ihtiyatlı, silâhlı ve köpeklidir. Yalnızca Amerika’nın değil, köpeklerle insan avlama yönteminin de Colon tarafından keşfedildiği söylenir. .... yerlilerle savaşırken aldıkları yaralarla ün kazanan Becerillo, oğlu Leoncillo, Amadis, Calisto, Amigo... adlı köpeklerden övgüyle sözedilir. ... İnsanları parçalatmak üzere köpek yetiştiren sömürgecilerle yerliler arasındaki anlayış farkı, farklı uygarlıkların yokedilmesine yol açan unsurlardandır.
Colon gerçek niyetini şu sözcüklerle açığa vuracaktır: ‘Dünyada varolan en değerli şey altındır. Ona sahip olan, her istediğini yapar. Ruhları cennete bile koyar.’
Toribio de Benavente Motolinia, yerlilerin sinekler gibi ölmesine yol açan koşulları ... olarak sunsa da, şunları eklemekten kendini alamayacaktır: ‘Böylesine bir felaketin nedeni sorulacak olursa, bunun açgözlülük olduğunu, kasaya bir kaç altın külçesi daha atma hırsı olduğunu söylerim.’
... tüm Avrupa’ya, yılda ortalama iki yüz elli ton gümüş ve beş buçuk ton altın, köle işgücünün madenlerde yokolması sayılmazsa, neredeyse karşılıksız akmaya başlayacaktır.
... Kendilerine hıristiyan diyen bu insanlar, onları izliyen, sakin ve savunmasız yerlilerin karşısında, birden içlerine şeytan girmiş gibi kılıçlarına sarılır ve nedensizce, bir köy halkını yokederler. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının kucağından alıp, onların gözleri önünde köpeklere parçalattırmak ya da bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol, bacak kesmek, insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme göndermek yaygın sömürge eğlencelerindendir. Zevk için öldürülmedikleri zaman da, yerlilerin içinde bulundukları zorla çalıştırılma koşulları öylesine tüketicidir ki, kadın ve erkeklerin üremeye yönelik etkinlikleri sıfırlanmış, nüfus çoğalmaz olmuştur. Tek tük rastlanan hamileliklerde, analar, ümitsizlikten, çocuklarını düşürmek için her yönteme başvurur, bunu yapamazlarsa bebekleri boğarlar. Kaldı ki, sütten kesilmiş olduklarından, onları öldürmeseler bile, çocuklarının yaşaması yine de mümkün değildir. .... yetişkin yerlilerin çoğu, beyazların eline düşmektense, kurtuluşu kendilerini öldürmekte bulurlar.
Ne var ki, Las Casas’ın örneklerini verdiği bu akıl almaz gaddarlığı, yoketme tutkusunu, sömürgecilerin bu et ve kan sarhoşluğunu yalnızca para hırsıyla açıklamak mümkün değildir. Avrupa’nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon ... İngiltere’nin dört milyon olduğu bir dönemde, 1500’den 1650’ye, Meksika’nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen milyondan 10 milyona indirerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte birini ... ortadan kaldıran felâketin nedenleri daha derinde yatar” (Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Cemal Bali Akal, sh. 134-138)
“‘İsponyollar’ dönemin diğer Avrupalılarından ‘ne daha az ne de daha çok insandılar ve ne daha az ne de daha çok insancıldılar.’ Bu görüşü savunanlar için, İngilizlerin ve sonra Amerikalıların davranışları özel bir ilgi konusudur.
... İspanyolların kanlı yağmalarında yalnız olmadığı -Avrupa soyundan gelen başkalarının da mizacen aynı ölçüde soykırıma yatkın oldukları- yönündeki daha ciddi iddia, göreceğimiz gibi, hem daha güvenilir hem de daha doğrudur.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 164)
“...on altıncı yüzyılın ikinci yarısında ... İngilizler de İrlandalıları etkisiz hale getirmekle uğraşıyordu. ...İngiliz toplumu, insanlarının üçte birinin ölmeyecek kadar geçimlik sınırında yaşadığı bir toplumdu ve burada sağlık ve hıfzısıhha koşulları öyle dehşet verici bir durumdaydı ki bir kişinin otuzlu yaşlarının ortalarına dek yaşaması çok nadir görülüyordu. ... on altıncı yüzyılın son yıllarında Essex Vilayet mahkemeleri, cadılıkla ilgili 1500’den fazla suça ilişkin 650 civarında davayı karara bağlamıştı. Yine de Britanya halkı kendisini yeryüzünün en uygar toplumu olarak görüyordu ve çok geçmeden Oliver Cromwell Tanrı’nın İngiliz olduğunu ilan ettiğinde tasvipkâr bir şekilde kafa sallayacaktı. Bundan dolayı bu döneme ait İngiliz risalelerinin ve resmi kayıtlarının, ‘vahşi İrlandalılar’ı ... Kısacası İrlandalılar ‘akıl almaz hayvanlar’dı.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 166)
“İngilizler, Kızılderililer’in kampına üşüşerek hareket eden her şeyi kesip biçtiler. ...diğerleri yatakların altına girdiler, diğer bir kısmı ise ‘büyük bir cesaretle saldırıya karşılık verdiler .... Mason daha sonra kendisinin, ‘Onları yakmalıyız’ diye bağırdığını ve ardından da ‘bir meşale yakarak .... Manzara tüyler ürperticiydi ... alevlerin arasında ölenlerin ve Mason’un kan damlayan kılıcından kaçıp yatakların altında büzülenlerin çoğu kadınlar, çocuklar ve güçsüz yaşlı adamlardı.
... Bundan sonra sağ kalan Pequotlar da yakalanarak hemen hemen tamamen yok edildiler. Diğer köyler bulunup yakıldı. Küçük savaşçı grupları kıstırılarak öldürüldü. Açlıktan ölmek üzere olan kadın ve çocuk gruplarının yerleri tespit edilerek yakalandılar ve köle olarak satıldılar. Tabii eğer şanslılarsa. Diğerlerinin elleri ve ayakları bağlanarak limanın hemen gerisinden okyanusa atıldılar.
... John Mason, kasaplığının onuruna Connecticut silahlı kuvvetleri tümgeneralliği makamına terfi etti.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 185-187)
“Kızılderili avı o dönemde New England’da popüler bir spor olmuştu. Yaygın nakaratı söylersek, ‘bizimkilerden yalnız bir kayıpla’ denerek yüzlerce Kızılderilinin öldürülmesine ilişkin rapor üstüne rapor geliyordu. Yine, ‘keşif kolumuzca, Dedham yakınlarındaki ormanlarda, hemen hemen açlıktan ölü vaziyette dolaşırken toplanan çoğu kadın ve çocuk, 26 kadar Kızılderili’nin yakalandığı’ şeklindeki ifadeler de aynı ölçüde yaygındı. Şüphesiz bütün bunlar ‘Tanrının iradesi’ idi, der bu olayları nakleden İngiliz...” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 189)
Her şey İngiliz saldırılarıyla başlayıp kılıç ve tüfekle bitmiş ve Büyük Dağılma denilen olayla bölgenin tamamında zirveye ulaşmıştır. ... batı Abenaki halkının ... yok etme oranı %98. ... Mahicanların %92’si, Mohawkların %75’i, doğu Abenakilerin %78’i, Maliseet-Passamaquoddy halkının %67’si yok edilmişti. Vesaire vesaire.
... Avrupalıların, Amerikan yerlilerine yönelik düşmanlıklarında ayrımsız olarak kadın ve çocukları öldürme alışkanlıkları gaddarlıktan fazla bir şey, düpedüz ve kasıtlı bir soykırımdır. Çünkü, kadın ve çocukları öldürülen bir halk yaşayamaz.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 191)
“Korunmak için bir çukura saklanan 30-40 kadar kadın vardı; bunlar altı yaşlarında küçük bir kız çocuğunu ince bir dala bağlanmış beyaz bir bayrakla dışarı gönderdiler; ancak çocuk henüz bir iki adım atmadan, askerler tarafından vuruldu. Bu kadınların hepsi de, ... sonradan öldürüldü. ... Gördüğüm her ölünün kafa derisi yüzülmüştü. Doğmamış çocuğu karnı yarılarak çıkarılan bir kadın gördüm. ... Bunların tamamına yakınının, erkek, kadın ve çocuk, kafa derileri yüzülmüştü. Edep yerleri kesilip çıkarılan bir kadın gördüm. Cesetler korkunç bir şekilde doğranmıştı.
... Çatışmadan sonraki günün sabahı bir hendek içinde gizlenen Kızılderililer arasında küçük bir çocuk gördüm, hala sağdı. 3. Alaydan bir binbaşı tabancasını çıkarıp bir darbede çocuğun kafasını patlattı.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 210)
Alıntılar yaptığımız yazar en yokedici savaş yıllarından örnekler vererek; meselâ, atom bombası atılan Japonya’nın 1940-1950 yılları arasında nüfusunun % 14 arttığını söylüyor ve Amerika kıtasında yapılan bilinçli ve korkunç soykırımın boyutlarına dikkat çekiyor.
Bu insanlar bu kadar vahşi, bu kadar gözlerini kan bürümüş, bu kadar gaddardır. Bu gaddarlıklarından hiçbir şey de kaybetmiş değillerdir.
“Kızılderililer’in yaşam tarzlarına -özellikle de dönemin İngiliz sosyal ilişkilerinde yokluğuyla dikkat çeken barışseverlik, cömertlik, güvenilirlik ve eşitliğe duyulan- hayranlık, çok az İngiliz gözlemci tarafından da olsa, önceleri Verginia’nın yerli halkının belagatla övülmelerine neden oldu. Kalemleriyle konuşanlar bazen şüphe çekerler, ancak gözleriyle görenler böyle değildir. Ve bütün 17. yüzyılla birlikte 18 ve 19. yüzyıllarda, koloniciler arasında kendi rızasıyla yaşayan hemen hemen hiçbir Kızılderili yokken, Kızılderililerle birlikte yaşamaya koşan beyazların çokluğunun sık sık söz edilen bir sorun olması manidardır. İngilizlerin Kuzey Amerika’ya kalıcı olarak yerleşmesinden bir buçuk asır sonra, Benjamin Franklin sızlanarak daha önceki bir çok yorumcuya iştirak ediyordu: ‘Bir Kızilderili çocuk bizim aramızda yetiştirildiği, dilimizi öğrenerek adetlerimize alıştırıldığı zaman bile, akrabalarını görmeye gidip de onlarla bir Kızılderili sohbeti yapınca, artık onu geri dönmeye ikna etmek mümkün değildir. (Ama) gerek kadın gerekse erkek olsun beyazlar küçük yaşta Kızılderililer tarafında esir alınarak onların arasında yaşadığı zaman, dostları onları fidyeyle kurtarmasına ve İngilizlerin arasında kalmaları için akla gelebilecek her türlü müşfikliği göstermelerine rağmen, kısa zamanda bizim yaşam biçimimiz ve doğal olarak onu destekleyen endişe ve acılarımızdan tiksiniyor ve ilk fırsatta yine ormana kaçıyorlar; artık onları ıslah etmek mümkün olmuyor.’
Tek sorun, Kızılderililer arasında büyüyen çocuklar değildi. Yetişkin erkek ve kadınlar da Batı kültürüne sırtlarını döndüler. Bu durum, J. Hector St. John de Crevecoeur’un feryadının nedeniydi: ‘Binlerce Avrupalı, Kızılderili oldu ve elimizde bu yerlilerden birinin bile Avrupalı olmayı seçtiğini gösteren tek bir örnek yok.’” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 172)
Halbuki Amerikan filimlerinde daima barbar, vahşi Kızılderili tasviri yapılır. Gerçek ise bunun tam tersidir.
Köle ticareti ve kölelerin ucuz iş gücü olarak kullanılması o kadar kârlı bir işti ki 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan zaman içerisinde, özellikle İngiliz, Portekizli, İspanyol, Danimarkalı-Norveçli, Fransız ve Hollandalı köle tacirleri tarafından, Afrika kıtasından 12-13.5 milyon arasında Afrikalı zorla kaçırılarak Amerika’ya köle olarak götürüldü. Bunların %25’i ağır koşullar sebebiyle ilk 18 ay içerisinde öldü. Yolculuktaki kötü koşullara dayanamayarak ölenler %12.5 - %50 arasında tahmin edilmektedir. Bütün Afrika nüfusunun 40-70 milyon arasında tahmin edildiği bir devirde bu rakamın ifade ettiği korkunç boyut daha iyi anlaşılacaktır. Afrikalılar özellikle ABD’de 1950’lere kadar kanunen hala ikinci sınıf insan muamelesi görmekte idi. Bugün bu kanuni kısıtlamalar kalkmış olsa da fiili durum devam etmektedir. Daha geçtiğimiz günlerde bir hükümet danışmanı zenci çocuklarının kürtajla alınmasını tavsiye etmiştir. Kentlerin varoşları işsiz güçsüz zencilerle doludur. Amerika’da yaşanan kasırga felaketinde bu durum bütün çıplaklığı ile dünyanın önüne serilmiştir. Bunların medeniyeti sadece kendileri içindir. Bunlara göre kendilerinden olmayanların yaşama hakkı yoktur.
“Hücrelerin içinde oraya buraya dağılmış işkence takımları vardır. Uçları demir kancalarla takviye edilen birkaç kuyruklu yılan kamçılar, mahkumların etlerini kemiklerinden ayırmak ve sabırsız aç köpeklere iştah açıcı bir ziyafet sunmak için kullanılan aletlerdir. Bir yanda, mahkumların çıplak vücutlarına dökmek için, içinde kurşun kaynatılan demir kazanlar bulunur. diğer tarafta, üzerinde masum insanların bedenlerine geçirilecek şişlerin kızdırıldığı kömür yığınları durur.
İçinde sürekli işkence ateşlerinin yandığı bu ölüm hücreleri alevlerin ve korların bütün sıcaklığına rağmen soğuk bir rutubet yüklüdür. Mahkûmların çıplak bedenlerinden oluk oluk akan kanlara doyan zindan duvarları sürekli soğuk soğuk terlerler.
... Bunların yanında, iç yüzeyleri sivri kancalarla örülmüş metal başlıklar bulunur. Mahkumların başına geçirilerek bir mengene gibi yavaş yavaş sıkıştırılan başlıklarla acının giderek yükselen miktarı mahkuma damla damla tattırılır. Bir süre sonra mahkumun başından sızan kanlarla birlikte yavaş yavaş çatlayan kemiklerin sesleri duyulur. Diğer bir tarafta, kadın mahkumların göğüslerini sökmek için kullanılan demirden burgulu kancalar vardır. Yanısıra, dili kökünden koparmak için yapılmış kerpetenler, dişleri parçalamak için kullanılan demir çekiçler bulunur.
İşkence odalarının bir diğer demirbaşı da, daraltılıp açılabilen, içi küçük sivri çivilerle doldurulmuş kızgın demir ayakkabılardır. Mahkumun ayaklarına giydirilerek sıkıştırılan ayakkabılar ayakları, bir avuç parçalanmış et ve kemir ufağı haline getirir.
... Zindanlarda, insanı ikiye, üçe katlamak ve sırtından başlayarak tüm kemiklerini kırmak için kullanılan aletler de vardır. Bunların yanısıra, mahkumları üzerine gererek işkence etmek için kullanılan ‘Andreaus Haçı’ bulunur.
... İşkence sırasında mutlaka bir doktor mahkuma nezaret eder ve hemen ölmemesini sağlar. Mahkumun ölüme yaklaştığı her an doktor işkenceye müdahale eder ve mahkumu kendine getirmeye çalışarak aynı acıları tekrar çekmesini sağlar. Mahkumun inleyip bağırmaması için de ağzına demir bir haç tıkanır.” (Vahşi Batı, Dr. Sedat Cereci)
Hiç şüpheniz olmasın aynı zihniyet devam ediyor. Amerikan filmlerine dikkat ederseniz vampirli, kurt adamlı, şeytanlı saçma sapan birçok korku filminde hıristiyanlık propagandası vardır. Bu kötü varlıklardan kurtulmak için iyi insanların haç ile bu kötü varlıkları öldürmesi beklenir.
Bu tür sapkın küfür inanışları Batı toplumunun vahşet ve insanlık dışı uygulamalarının tarihi altyapısını yansıtan bazı örneklerdir.
Zaten Amerikan filim endüstrisi bilinçli ve kontrollü bir şekilde psikolojik harp silahı olarak kullanılmaktadır. Hedefteki kitleler terörist, gaddar gösterilir, hıristiyanlık propagandası yapılır. Doğruyu eğri, yanlışı doğru gösterirler. Kendi kusurlarını örtmekte çok mahirdirler. Böylece dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Hatta harplere zemin hazırlarlar.
Fransızlar Cezayir’de 1830 ile 1962 yılları arasında 1 milyon Cezayirli’yi öldürdüler. Bu süre içinde her türlü işkence, kültürel soykırım, tecavüz yöntemleri uygulandı. Cezayirliler tıp deneylerinde kobay olarak kullanıldı. Fransızlar 8.000 köyü yok ettiler, Cezayirli köylü nüfusun yarısı (1.8 milyon Cezayirli) Fransızların kullandıkları napalm bombalarının etkisiyle yok edilen evlerini ve verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. 2.5 milyon Cezayirli’yi toplama kampı şeklindeki bölgelerde tecrit ettiler. Birçok Cezayirli korkunç işkenceler altında hayatını kaybetti. (Bkz. Batı Tarihinde İnsanlık Suçları, Sefa M. Yürükel)
Hemen her Avrupa ülkesinin tarihinde böyle karanlık bir uygulama vardır. Norveç’te daha 1977’lere kadar Taterlara (göçerlere) karşı biyolojik kısırlaştırma uygulanması, Grönland sakini Eskimoların yerlerinden kovulması, İngilizlerin Avustralya yerlilerini katletmesi, -ki 1970’e kadar taplam 100 bin yerli çocuğu zorla ailelerinden alınarak beyaz ailelere işgücü olarak verildi, Almanların 2. Dünya savaşı’nda yaptığı soykırımlar, diğer Avrupa ülkelerinin Alman mülteci sivillere uyguladığı katliamlar, Belçikalıların Afrika’daki katliamları vs. vs. Velhasıl bütün Avrupa’nın tarih defteri soykırımla doludur.
Atom bombasını icat eden Amerika Japonya’yı teslim almakta zorlanınca tereddüt etmeden bu bombayı bu ülkenin iki şehrinde kullanmıştır. Yüzbinlerce sivil hayatını kaybetmiştir.
Şimdi ortaya çıkan tarihi belgeler göstermektedir ki, ABD Vietnam savaşı’na da aynı Irak savaşı’nda olduğu gibi bir yalan uydurarak başlamıştır. Bu savaş kendisine çok pahalıya mal olmuştur, ancak o kadar çok Vietnamlı öldü, Amerikan bombaları ülkeyi öyle yerle bir etti ki, ülkede hala savaşın izleri yaşanmaktadır. Amerika bu ülkeye o kadar çok bomba atmıştır ki, savaş artığı metalleri toplayıp satmak hâlâ bir geçim yolu olarak devam etmektedir.
Osmanlı’nın çöküşü yıllarında Balkanlar’da, Girit’te, Kırım’da, Kafkaslar’da yaşanan katliamlar hâlâ belleklerde.
Birinci Cihan harbi ve devamında İngilizler’in, Fransızlar’ın, İtalyanlar’ın, Ruslar’ın, Ermeniler’in, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın yaptığı müslüman katliam ve soykırımları, zulüm ve işkenceleri unutulmamıştır.
“Yunanlılar 1919’da İzmir bölgesini işgal edip Orta Anadolu’ya doğru girdikleri zaman, büyük çapta bir katliamı tamamladılar. 25 Haziran 1919’daki Aydın katliamı, cinayetler zincirinden bir tanesiydi. Yunan askerleri önce, kasabanın Türk mahallesini yoğun bir topçu bombardımanına tabi tuttular. Kaçmaya çalışan Türkler, Yunan askerleri veya yardımcı sivil kuvvetler tarafından vurulup öldürüldü. Ondan sonra, Yunan ordusu mahalleye girdi ve yıkıma devam etti. Bazı Türk aileleri, evleri ateşe verilerek diri diri yakıldı. Diğerleri sokaklarda öldürüldü. Bir bina içerisine saklanmış olan dört kadın, tahta kazıklara bağlanarak katledildiler. O gün yaklaşık onbin Türk zalimce katledildi.” (Pierre Oberling, Bellapais’e Giden Yol. Bkz. Vahşi Batı, sh. 279)
Ve daha dün Kıbrıs’ta yaptıkları katliamlar unutulmadı. “1970’lere gelinceye kadar yüzlerce Kıbrıs Türk’ü, vahşi Yunan’ın silahlarıyla can verdi. Rumlar, silahsız gençlerden dağlarda sürülerini otlatan çobanlara, çaresiz yaşlılardan küçücük çocuklara kadar rastladıkları her Türk’ü, içlerindeki vahşet ateşiyle katlettiler.” (Dr. Sedat Cereci, Vahşi Batı, sh. 284)
Akabinde Bulgaristan’da, daha sonra Bosna-Hersek’te, arkasından Azerbeycan’da, Çeçenistan’da, Filistin’de yaşanan vahşet ve katliamlar hâlâ yüreklerde.
Özellikle Bosna-Hersek’te yaşananlar medeni(!) Avrupa’nın soykırım ve vahşet geçmişinin hâlâ devam ettiğinin en bariz göstergesiydi. 500 yıl önce Amerika yerlilerinin hamilelerinin karınlarını deşen Avrupalı soykırımcılar aynı şeyi 10 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde yaptılar. Köprünün altından çok sular aktı amma Avrupa’sı, Amerika’sı genlerindeki vahşetten zerrece bir şey kaybetmediler. Bosna’da yüzbinlerce insan sadece müslüman oldukları için vahşice katledildi. Bütün Avrupa seyretti, ellerini ovuşturdu.
Hep aynı vahşetle, Birinci Haçlı seferindeki katliamlardan bin yıl sonra dün Bosna’da, bugün Irak’ta, yarın İran ve daha hangi İslâm coğrafyasında bu vahşet devam edecek!
İşte Irak! Amerikan vahşeti gün be gün ortaya çıkıyor. Ki bunlar ancak haberimiz olanlar.
İşte bu medeniler(!)in gerçek yüzü budur: Vahşet, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme!..
Hıristiyan Batı âleminde din baskısı ve mezhep çatışmasının hüküm ferma olduğu zorbalık ve barbarlık dönemlerinde, değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için yegâne sığınak ve iltica cenneti Osmanlı ülkesiydi. Felix Valyi bu hakikate işaret eden şu görüşleriyle tarihe kayıt düşmektedir:
“Müslüman yönetimin hoşgörüsü konusunda en mühim tanıklık, takibe uğrayan hıristiyanlar’ın ve diğer mezhep mensuplarının kendi dinlerini serbestçe icra edebildikleri Müslüman topraklarını iltica edişleridir. 15. asır sonlarında takibata uğrayan İspanya musevileri büyük bir topluluk olarak Türkiye’ye iltica etmiştir. Macaristan Tiransilvanya’nın Kalvenistleri, Transilvanya’nın Unitarienleri, fanatik Harsburg Hanedanının eline düşmektense Türklere gitmeyi tercih etmişlerdir. 17 asırda Silazya’nın Protestanları ümit dolu gözlerle Türkiye’ye bakmışlardır; din hürriyeti elde edebilmek için müslüman idaresine memnuniyetle gireceklerdir. 1736 yılında Rus Devlet Kilisesince takibe uğrayan “Old Believers”mezhebine mensup Kazaklar, hıristiyan kardeşlerinin kendilerine tanımadığı hoşgörüyü Türkiye’de bulmuşlardır.” (Felix Valyi, “Revolutions in İslâm”, s. 48-49. bas.: London, 1925.)
Haçlı Batı Devletleri’nin ve bugünkü ABD’nin tarihi, vahşet, katliam, işkence ve soykırımlarla dolu olduğu gibi; müslümanların tarihi, adâlet, merhamet, medeniyet örnekleriyle doludur. İslâm hükümdarları her işte olduğu gibi bu hususta da bütün dünyaya şerefli birer numune olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Amerikan başkanı Bush, Irak’ı işgal etmeden önce; “Biz Irak’a demokrasi getireceğiz!” demişti. Bunun bu sözü bir yüz karasıdır. Medeniyetleri (!) zulüm ve barbarlığa dayanan küffâr âlemi vahşetin ismini “Demokrasi” koydular. Hâlbuki insanlık, hak, hukuk, nedeniyet, ahlâk ve fazilet, nezâfet ve adâlet yalnız İslâm’dadır. Onların “Demokrasi” dedikleri şey ise vahşet, zulüm ve gaddarlıktır. Onların demokrasisi budur.
Müslümanlar târih boyunca yaptıkları savaşlarda kâfir esirleri daima serbest bırakırlardı; fakat kâfirler işkence yaparlar ve öldürürlerdi. Zîrâ vahşet küfürdedir, merhamet ise İslâm’dadır.
Adâlet ve nezâfet İslâm dininin özünde vârolan hasletlerden olduğu için, müslüman hükümdarlar gerek hazerde gerekse seferde İslâm’ın öngördüğü adâlet ve hakkâniyet hükümlerine bağlılıklarını korumuşlar, kâfirlere muâmele husûsunda kendilerine çizilen hudut ve ruhsatın hiçbir zaman dışına çıkmamışlardır. Bu seçkin sultanlar her hususta İslâm’ın emir ve hükümlerine riâyet ettikleri gibi, İslâm topraklarında yaşayan gayr-i müslimler karşısında da bu çizgide yürümüşler; onlara ahkâm-ı ilâhî’nin verdiği ruhsat nisbetinde birtakım haklar vermişlerdir.
Müslüman bir hükümdârın zimmeti altına giren ve İslâm Devleti’nin himâye ve hâkimiyetini kabul eden gayr-i müslimlere “Zımmî” adı verilir. Bu gibi kimselere İslâm’ın boyunduruğu altına girmeyi kabullendikleri taktirde, hak ve hürriyetlerini tescil eden bir ahidnâme yazılır ve o andan itibâren zımmîlik hükmü uygulanır. Bu haklar İslâm dininin esasları mûcibince verildiği için, onların can ve mallarına tecâvüze kalkışan bir kimse ilâhî hudutları aşmış, Allah ve Resul’ünün verdiği ahdi bozmuş sayılır.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’u savaşarak fethettiği halde, şehirdeki papaz ve hahamların kendisine itaat ve teslimiyet göstermeleri üzerine, burada yaşayan patriğe ve diğer gayr-i müslimlere kiliselerinde serbestçe ibâdet edebilmelerini sağlayan, canlarını ve mallarını koruyan ve garanti altına alan yazılı bir belge vermiştir.
Temeli İslâm esaslarına dayanan bir devlet içinde yaşayan zımmîlerle, devletin asıl tebaası olan müslümanlar arasında, dinî emirlerin getirdiği hükümler hususunda birtakım farklar vardır. Meselâ müslümanlar itikadları gereği üzerlerine farz olan zekâtla mükellef oldukları halde, gayr-i müslimlerin imân etmedikleri için buna dâir herhangi bir mükellefiyetleri yoktur. Onlar gelir ve kazançlarına göre farklılık gösteren ve senede bir defa ödenmesi gereken “Cizye” vergisini verirler. Şu kadar var ki; fakirler, işsizler, din adamları, yaşlılar ve hastalar bu vergiden de muaftırlar. Müslümanlarla birlikte cihâda katılmaları düşünülemeyeceği için, askerlik yapmak gibi bir mecburiyetleri yoktur. Küfürlerini yaymaları İslâm’a taban tabana zıt bir durum olduğu için, çan çalma ve yeni ibâdethâne açma gibi bir hakları da yoktur. Her zımmî inancını eski kiliselerden birinde yapmaya mecburdur. Bu ve benzeri hususlar dışında diğer içtimâî ve hukukî mevzularda, zımmîler kendi dinlerinin öngördüğü hukukî hükümlere tâbî tutulur.
İslâm vatanında ikâmet eden gayr-i müslimler Arap ülkelerinden herhangi birine girebilirler, ancak zarûret olmadıkça Mescid-i Harâm’a giremezler; müslümanların giydiği kılık ve kıyâfetlerle dolaşma hakkına sâhip değildirler. Canları, malları, nâmus ve inançları güvence altındadır, herhangi bir müslüman tarafından tâcize uğratılmazlar; kendi irâde ve istekleri dışında İslâm’ı kabule zorlanmazlar. Bununla birlikte adâlet husûsunda müslümanlardan farklı bir muâmeleye tâbî tutulmazlar, müslümanların yararlandıkları haklardan onlar da yararlanırlar.
Hulefâ-i râşidîn’in ikincisi olan Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh -radiyallâhu anh- komutasındaki İslâm ordusu ile, Kudüs halkına; “Ya müslüman olursunuz, ya da İslâm devletinin zimmeti altına girip cizye ödemeyi kabul edersiniz!” diye haber gönderince, bölge halkının İslâm ordusunun azâmetinden korkarak kaleden dışarı çıkıp; “Halîfe Hazretleri teşrif ederlerse, cizyeyi kabul eder ve sulh yoluyla kaleyi teslim ederiz!” demeleri üzerine Kudüs, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- ve Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- Efendimiz’in eliyle İslâm topraklarına dâhil edilmişti. (Sahhaflar Şeyhi-zâde Es’ad Efendi, “Târîh-i Es’ad”, s. 445.)
Kudüs’ün müslümanların hâkimiyeti altına girmesinden sonra Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- öncelikle Resulullah Aleyhisselâm’ın târif ettiği yeri bularak, Mescid-i Aksâ’nın yerini ve mihrâbını tespit etmiştir. Burada Cumâ namazını kıldıktan sonra, yanında bulunan bâzı sahâbelerle birlikte, biri Kudüs’te yaşayan tüm halka ve diğeri de yalnız hıristiyanlara olmak üzere iki ayrı ahidnâme vermiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Efendimiz Kudüs’ü sulh yoluyla fethettiği zaman, tamâmen Şer’î hükümler gereğince bölgede yaşayan halka inanç ve ibâdet hakkı tanımış; bunu te’yid ve tasdik etmek için Hazret-i Abdullah -radiyallâhu anh-, Hazret-i Osman bin Affân -radiyallâhu anh-, Hazret-i Sa’îd bin Zeyd -radiyallâhu anh- ve Abdurrahman bin Avf -radiyallâhu anh-in şâhidliğinde, orada hazır bulunan diğer sahâbelerin nezâretinde bir ahidnâme yazmıştır.
Adâletiyle meşhur olan Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-, umum Kudüs halkına verdiği bu ahidnâmede verdiği hakları şöyle açıklamıştır:
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
Bu sözleşme, Mü’minlerin emîri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İlya (Kudüs) halkına verilmiş bir emândır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün ferdlerine verilmiş bir te’mînattır. Onların kiliseleri mesken yapılmayacak ve yıkılmayacak ve kısmen dahî olsa işgâl edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyâya dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine aslâ zarar gelmeyecek ve yurtlarına yahudiler iskân olunmayacaktır. Buna karşılık onlar da cizye vereceklerdir. Bunlardan kim yurdunu terk etmek isterse, gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır. Yurdunda kalmak isteyenler ise güvende olacaklardır ve cizye vereceklerdir. İsteyen Rumlar’la gidecek ve isteyen de toprağına dönecektir. Hasat elde edinceye kadar onlardan bir şey istenmeyecektir.
Bu, Allah’ın Resûl’ünün, halîfelerinin ve mü’minlerin Kudüs halkına verdiği emân ahdidir, vermekle mükellef oldukları cizyeyi ödedikleri müddetçe geçerlidir.
Şâhidler:
Hâlid bin Velid, Amr bin Âs, Abdurrahman bin Avf ve Mu’âviye bin Ebî Süfyan.” (Sahhaflar Şeyhi-zâde Es’ad Efendi, “Târîh-i Es’ad”, s. 448-449.)
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- tarafından kûfî hat ile kaleme alınan bu ferman Osmanlı pâdişahları’nın verdikleri ahidnâmelere kaynak teşkil etmiş; nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân, dönemin Kudüs patriği tarafından huzûruna getirilen bu fermânın bir kopyasını çıkarttırıp, verdiği ahidnâmeyi burada zikredilen esaslara göre vermişti.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Kudüs topraklarında ikâmet eden hıristiyan halka; İslâm’ın öngördüğü can, mal, inanç ve ibâdet gibi haklarını temin için verdiği diğer ahidnâmesinde ise şöyle buyurmuştu:
“Hamd olsun O Allah’a ki, bizi İslâm dini ile aziz etti, îman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı, dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi, kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı, memleketler ihsân etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi. Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz!
Bu, Ömer İbnü’l-Hattâb’ın Kudüs-ü şerîf’deki Zeytûn Dağı’nda, İsevî milletinin patriği Safranbos’a verdiği ve bütün re’âyâ ile papaz ve patrikleri ihtivâ edecek şekilde tanzim olunan yazılı ahidnâmesidir.
Bütün papazlar nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, biz müslümanlar tarafından emâna sahiptirler. Bütün gayr-i müslimler, zimmet akdinin hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe emânları geçerlidir. Biz mü’minler ve bizden sonra gelecek olanlar onları korumakla mükellefiz. İtaat ve bağlılıkları devâm ettikçe bu da devâm edecektir.
Verilen bu emniyet ve emân ahdi kendileri için geçerli olduğu kadar; kiliseleri, manastırları, dışarıda ve içeride bulunan bütün ziyâret mahalli olan kutsal mekânları için geçerlidir.
Bu mukaddes mekânları şunlardır: Kamâme kilisesi; İsâ Aleyhisselâm’ın doğum yeri olan Beytüllahm’deki büyük kilise; kıble yönüne, kuzeye ve batıya açılan üç kapılı mağara.
Kudüs’te bulunan hıristiyanların dışındaki hıristiyan cemaatleri, yani Habeş hıristiyanları, ziyâret için gelenler, Kıbtîler, Süryânîler, Ermenîler, Yâkubîler, Mârûnîler ve benzeri tâifeler, tamamen adı geçen patrik’e tabidirler; patrik bunların öncüsüdür.
Zirâ bu sayılan patrik ve papazlara, Peygamber Aleyhisselâm mübârek mührü ile emân vermiş ve korunmalarını istemiştir. Biz mü’minler de, onlara iyi davranan Peygamber Aleyhisselâm’ın hürmetine onlara iyi davranacağız.
İşbu patrik ve papazlar, cizye ve benzeri mükellefiyyetlerden, denizde de, karada da mu’âf sayılacaklar; bunların Kamâme kilisesi’ne ve diğer mukaddes mekânlara girişlerinden dolayı kendilerinden bir şey alınmayacaktır. Ancak, hıristiyanların ellerinde bulunan Kamâme kilisesi’ne gelen ziyâretçiler, Patrik olana on birde üç (11/3) dirhem vereceklerdir.
Bütün mü’minler erkek olsun kadın olsun; sultan, hâkim veya vâli olsun, zengin olsun fakir olsun, mutlakâ bu emirlerimizi muhâfaza edeceklerdir.
Hıristiyan reislerine bu mersûm (resmî belge); sahâbe-i kirâm’dan Abdullah, Osmân bin Affân, Sa’îd bin Zeyd, Abdurrahmân bin Avf ve diğer sahâbe kardeşlerimizin huzûrunda verilmiştir.
Bu yazılı fermanda açıkladığımız emirler muhâfaza edilsin, onlara riâyet edilsin ve ellerinde kalsın!
20 Rebî’u’l-evvel, 15.
Mü’minlerden kim bu fermânımızı okur da, şimdi veyâ kıyâmete kadar ona muhâlefet ederse, Allah’ın ahdini bozmuş ve Habîb’ine isyân etmiş olur.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Kilise Defterleri”, Kamâme Defteri, nr.: 8)
Selâhaddin Eyyûbî Kudüs’ü işgâl eden ve binlerce müslümanı vahşîce ve acımasızca katleden haçlı ordusunu, büyük bir azâmet ve kudretle İslâm topraklarından atmayı başarmış; şehid edilen müslümanların intikâmını alarak Kudüs sahrasını haçlı kanıyla sulamıştı. Yenilgiyi kibirlerine yediremeyip Kudüs’ü yeniden işgâl etmeye kalkışan üçüncü haçlı gürûhunu da Akka önlerinde bozguna uğratan Selâhaddin Eyyûbî’nin karşısında, hırsitiyanlarda artık kımıldamaya mecâl kalmamıştı.
Nihâyet haçlılar, Kudüs’ten ümitlerini tamâmen keserek Sultan’dan emân istemek zorunda kaldılar. Şehri ele geçirmek için daha önce binlerce müslümanın kanını dökmüş olmalarına rağmen, Selâhaddîn Eyyûbî onların bu teklifini kabul etti ve 28 Ağustos 1192’de onlara, Kudüs içinde silâhsız dolaşma ve ibâdetlerini rahatça yapma imkânı tanıyan yazılı bir ahidnâme verdi.
Selâhaddin Eyyûbî, zımmîlik hükmü nedeniyle tahrip etmekten vazgeçtiği Kamâme kilisesi’nde hıristiyanlarla yaptığı sulh andlaşmasında, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in daha önce vermiş olduğu ahidnâmeye dayanarak onlara şu hakları vermişti:
“Kamâme kilisesi Ömer’in fermânı mûcibince hıristiyanların elinde kalacak, üzerindeki patrik dâiresi Mescid hâline getirilecek, Kamâme kilisesi’ndeki hıristiyan âyinleri müslümanlara haber verilerek açılacak, diğer günlerde kapıları kapalı tutulacak ve müslüman bevvâb (kapı görevlisi) görev yapacaktır.” (Avedis K. Sanjian, “Die Armenischen Gemeinden von Jerusalem”; Sttutgart, 1980.)
Kamâme kilisesi’nin üzerindeki mescide çevirilen patrik dâiresi, günümüzde “Selâhaddîn Mescidi” diye anılan yerdir.
Kudüs’ü haçlı istilâsından kurtaran Selâhaddin Eyyûbî, haçlı ordusunun başında bulunan Kral Richard’ın hasta olduğunu öğrenince ona kendi hekimini göndermiş ve vücûdundaki ateş ve harâretin dinmesi için karla tedâvi edilmesini tavsiye etmişti.
Haçlılar küfürlerini icrâ ederek ortalığı zulüm ve vahşete boğarken, o İslâm dînininin adâlet ve nezâfetini sergileyerek onlara büyük bir insanlık dersi vermiş; o güne kadar insanlıktan nasip alamayan kral gördüğü bu muhteşem muâmele karşısında; “Ben insanlığı Selâhaddin’den öğrendim!” demişti.
Sultan Alparslan 26 Ağustos 1071 târihinde, Malazgirt Meydan Muhârebesi’nde o zamâna kadar benzeri görülmemiş bir zaferle Bizans ordusunu yenilgiye uğratıp, İslâm medeniyetine Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar açtıktan sonra, esir alınmış olan imparatorun derhâl huzûruna getirilmesini emretmişti. İmparator zincirlenmiş bir hâlde Sultân’ın huzûruna getirilince, Alparslan savaştan önce savurduğu tehdit ve hezeyanlar sebebiyle imparatora duyduğu öfkeyi yenemeyerek, önce ona üç-dört kırbaç darbesi vurdu, sonra da ayağıyla iterek; “Halife’nin elçilerini sana gönderen, onlara seninle anlaşma yapmaları ve istenilenleri kabul ettirmeleri için izin ve yetki veren ben değil miydim? Ben sana elçi göndermedim mi? Sen ise buna râzı olmadın! Seni hangi sebep bunu reddetmeye sevketti?” diye sordu. Bunun üzerine imparator: “Ey Sultan! Çok sayıda asker toplayıp hazırlandım, ama zaferi yine sen kazandın. Bana istediğini yap, fakat ne olur beni azarlama!” deyince Sultan Alparslan hemen sustu ve sâkinleşti.
Muzaffer hâkan, imparatorun acziyetini görünce daha fazla üzerine gitmeyerek, ona; “Eğer ben senin eline düşseydim bana ne yapardın?” şeklinde bir soru yöneltti. İmparator ise Sultân’ın bu sorusuna pervâsızca; “Herhâlde çok kötü şeyler yapardım!..” cevâbını verdi. Sultan bunun üzerine: “Hakikaten doğru söyledin! Eğer bundan başka bir şey söylemiş olsaydın senin yalancı olduğuna inanırdım! Bu adam akıllı ve yiğit bir kişi olduğundan öldürülmemesi gerekir!” buyurdu ve: “Peki benim sana ne yapacağımı sanıyorsun?” diyerek ikinci bir soru sordu. İmparator; “Şu üç şeyden birini yapardın: Birincisi; beni öldürmek, ikincisi; üzerine yürüyüp ele geçirdiğin ülkelerde beni teşhîr etmek... Üçüncüsünü zikretmeye gerek dahî yoktur, zira sen bunu yapmazsın!” deyince Sultan Alparslan: “Söyle bakalım, o nedir?” dedi. İmparator Sultân’ın ısrârı üzerine: “Beni bağışlaman ve beni, Bizans ülkesinde senin bir kulun ve hizmetçin olarak, memleketime geri göndermendir!” karşılığını verdi.
İmparatorun bu sözleri üzerine, cihangir Sultan Alparslan: “Şunu iyi bil ki, ben de senin hakkında bunun dışında bir şey düşünmedim!” dedi ve imparatorun hemen serbest bırakılmasını emretti. Yaşadıklarına bir türlü inanamayan imparator, Selçuklu Sultânı’nın eşine ender rastlanan sabrı ve merhameti karşısında: “Şunu çok iyi anlıyorum ki, hâlâ hayatımı bağışlayabildiğine göre sen, Bizans ülkesine elbette benden daha lâyıksın! Bizans ülkesinin hazinesini sarfettim, imparator olduğumdan beri topladığım askerler ve yaptığım savaşlar için, Bizans halkından milyonlarca kese altın topladım, bu suretle de onları yoksullaştırdım. Eğer durum böyle olmasaydı, istediğin kadar, hatta istediğinden daha fazla miktarda fidyeyi sana verirdim!” diyerek, Sultân’a duyduğu hayranlık ve minnettarlığı açıkça dile getirdi. (İbnü’l-Cevzî, “Kitâbu’l-Muntazam ve Mültekâtü’l-Mültezem fî Ahbâri’l-Mülûk ve’l-Ümem”, c. 8, s. 263.)
Osmanlı pâdişahlarının ilâhî hükümlere riâyeti ve gerek müslüman halka, gerekse himâyelerine sığınan zımmîlere gösterdikleri iyilik ve adâleti, devletin kurucusu ve ilk hükümdârı olan Osman Gâzî’nin, yerine geçecek olan oğlu Orhan Gâzî’ye verdiği öğütle devletin temel esaslarından biri hâlini almıştı.
Târih boyunca iman ve adâlet bakımından eşine-benzerine rastlanmayan bir devletin kurucusu ve bu devletin şanlı hükümdarlarının atası olan Osman Gâzî, oğluna bu temel gâyeyi emânet bırakarak şöyle demişti:
“Benden sonra saltanat makamına geçeceksin! Bu makâmın rükün ve gereklerinden olan ‘et-Ta’zîm li-emri’llâh ve’ş-şefkatü ‘alâ halkı’llâh’: ‘Allah’ın emirlerine tâzim ve mahlûkâtına şefkat göster!’ rehberini başının üstünde tutacak ve İ’lâ-yı Kelimetullâh hayırlı netîcesini taleb ve tahkîk ederek Allah yolunda cihâd ve gazâya çokça gayret edeceksin!” (Ahmed Cevdet Paşa, “Târîh-i Cevdet”, c. 3, s. 307, bas.: İstanbul, 1273.)
Onun bu öğüdünü kendilerine rehber edinen Osmanlı pâdişahları, saltanatları süresince kendilerine emânet edilen müslümanlara ve zimmet hükmü taşıyan gayrimüslim halka dâimâ merhamet ve adâletle muâmele etmişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında zulüm ve vahşet husûsunda, kâfirlerde yalnız müslümanlara karşı değil, kendi aralarında dahî merhametten eser görünmüyordu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devirlerine ait bazı kayıtlarda, küffârın Müslüman Türkler karşısında kendi adamlarını dahî yüzüstü bıraktıklarına, hattâ sırf zevklerini tatmin için kendi dinlerinden olan hükümdarları, Osmanlı hükümdarlarına katlettirmek için telkinde bulunduklarına rastlanır.
Nitekim Osman Gâzî, vefâtına yaklaşıp da oğlu Orhan Gâzî’ye vasiyetini bildirdiği sırada, yoldaşlarından Konur Alp ve Abdurrahman Gâzî Bolu ve Mudurnu beldelerini fethetmek üzere idiler. Büyük bir kudretle önce Samandra tekfurunun üzerine yürüyüp, kısa bir zamanda Hisar’ı kuşattılar ve tekfuru kaleden çıkarıp esir aldılar. Ardından Aydos tekfuruna; “Gelin bu tekfuru alın, hisarınızı bize verin!” diye haber gönderdiler.
Gâzîlerin bu teklifini haber alan Aydos tekfuru ise, kendi din ve milletinden olmasına rağmen tekfura hiç mi hiç sâhip çıkmayıp, yapılan teklifi umursamadığı gibi, bir de onu öldürtmeye tahrik için alaylı bir üslûpla; “Varın başını kesin, etini pişirin yiyin!” tavsiyesini içeren tuhaf bir mektup yolladı. Bu durum karşısında korkup büyük bir dehşete kapılan tekfur, gâzîlere bir kez de can havliyle: “Beni İstanbul’a gönderin, oraya satın!” diye yalvardı. Onlar da Orhan Gâzî’ye hemen bir elçi ile haber yollayıp; “Bu tekfuru öldürelim mi, yoksa satalım mı?” diye sordular. Orhan Gâzî, kendi dindaşlarının bile resmen ortada bıraktığı tekfura, kendi adamlarından göremediği merhameti göstererek, gâzîlere; “Satın, gâzîlere harçlık olsun!” karşılığını verdi. Bunun üzerine derhâl İstanbul tekfuruna adam iletildi. Ancak Aydos tekfuru gibi, aynı şekilde İstanbul tekfuru da ona hiç sâhip çıkmadı, hattâ yapılan tekliften rahatsız bile olup, Orhan Gâzî’ye büyük bir hışımla; “Biz ne adam satarız, ne de adam alırız!” diye haber yolladı.
Netice itibariyle Sultan Orhan, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış olan bu küfür elebaşlarına muhâlefet ederek, bu tekfuru yine öldürtmeyip, fidye karşılığında İznik tekfurunun yanına gönderdi. (Âşık Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, s. 112-113.)
Orhan Gâzî’nin büyük oğlu Süleyman Paşa’nın öncülüğünde, içinde hıristiyanların yaşadığı Taraklı, Göynük ve Mudurnu beldeleri fethedilince, burada yaşayan hıristiyan halk Osmanoğulları’ndan gördükleri şefkat ve kılı kırk yarar adâlet karşısında: “N’olaydı, öte zamandan beri bunlar bize beğ olalardı!” demekten kendilerini alamamışlar; hattâ birçokları da onların inançlarında gördükleri ismet ve iffetin tesiriyle, kendi bâtıl dinlerini bırakıp müslüman olmuşlardı. (Âşık Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, s. 120.)
Fâtih Sultan Mehmed Hân ve ordusu 29 Mayıs 1453 Salı sabahı Topkapı surlarından İstanbul’a girdiği sırada, Bizanslılar’ı müthiş bir şaşkınlık ve perişanlık sarmıştı. Asker-sivil bütün halk sağa-sola koşuşuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Halktan ve askerlerden Haliç’teki gemilere kaçıp saklananlar, hattâ intihar edenler bile vardı. Bu arada halkın büyük bir kısmı, kurtuluşun en büyük kiliseye sığınmakla gerçekleşeceğine inandığı için Ayasofya’ya doluşmuştu. (Halk arasındaki bir bâtıl efsaneye göre Türkler ancak Konstantin sütununa kadar ilerleyebilecek, Ayasofya’ya inecek meleğin vereceği kılıçla Türkler kovulacaktı.)
Pâdişah’tan başka herkesin yaya yürüdüğü muhteşem Türk alayı, büyük bir azâmetle ilerleye ilerleye şehrin içlerine kadar gelmişti. Fâtih Sultan Mehmed Han Türk askerlerinin kale burçlarından ve şehrin her tarafından göklere yükselen tekbîr ve ezân sesleri arasında nihâyet Ayasofya önlerine geldi.
Ayasofya’ya gelince atından inen pâdişah, burada büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördü. İçeridekiler mâbedin sımsıkı kapanan kapılarını, tüm çabalara rağmen açmaya yanaşmayınca, Osmanlı askerleri kapıları kırarak içeri girdiklerinde; Fâtih Sultan Mehmed kadın-erkek, çoluk-çocuk her sınıftan insanın, kilisenin içine sımsıkı doluşmuş olduğunu gördü. Kalabalıktan âdetâ iğne atılsa yere düşmüyordu.
Muzaffer Türk pâdişâhını karşılarında gören ortodokslar ve başlarındaki papazlar, hemen ağlayarak korku içinde yerlere kapandılar. O zaman, büyük bir kumandan olduğu kadar, zımmîler hakkındaki ilâhî hükme riâyetkâr da bir mü’min olan yüce pâdişah, kalabalığın önünde duran eski rum patriğinin şahsında, karşısında eğilmiş olan hıristiyan halka;
“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed; sana ve emsâllerine ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden itibâren artık ne hayâtınız ve ne de hürriyetiniz husûsunda benim gazâbımdan korkmayınız!” diye hitapta bulundu. (N. İorga, “Geschichte des Osmanischen Reiches” - “Bizans Hakkında İhmâl Edilmiş Bir Kaynak”, s. 32-33.)
Sonra da, can ve mal korkusu taşıyan hıristiyan halkın hayâtına dokunulmaması için; aralarında Cenevizliler’in de bulunduğu bütün sanat ve ticâret erbâbı ile halkın, can ve mal yönünden emîn oldukları gibi, din ve inanç yönünden de hür olduklarını ilân eden bir ahidnâme yazdırdı.
Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’un fethinden sonra Galata ve çevresinde yaşayan Ceneviz’li hıristiyan tebaanın, huzûruna elçiler göndererek buyruğu ve itaati altına girdiklerini bildirmeleri üzerine, artık zimmeti altında bulunmaları ve Şer’î hükme göre “Zımmî” hükmü taşımaları nedeniyle, bölgede yaşayan tüm hıristiyan halka İslâm’ın emir- leri doğrultusunda can, mal, inanç ve ibâdet emniyeti sağlayan bir ahidnâme yollamıştı.
Kostantîniyye’nin yüce Fâtih’i, Galata’da yaşayan Ceneviz’li hıristiyanların şahsında, İstanbul’da ikâmet eden tüm gayr-i müslim tebayı, can ve malları, din ve ibâdetleri husûsunda teminat ve garanti altına alan bu “Ahdinâme”sinde şöyle buyurmuştu:
“Ben ulu pâdişâh ve ulu şehinşâh, Sultan Mehmed bin Sultan Murâd Hân’ım;
Yemîn ederim ki, yeri ve göğü yaradan Perverdigâr hakkı için ve Hazret-i Resûl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın pâk ve münevver, tertemiz rûhu için ve yedi mushaf hakkı için ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkı için ve dedem rûhu için ve babam rûhu için ve benim bâşım için ve oğullarımın bâşı için ve kuşandığım kılıç hakkı için; şimdiki hâlde Galata’nın halkı ve soyluları atebe-i ulyâma (ulu huzûruma) gelip, elçileri Bâyilân ve falan ve filân, cevapla zikrolunan kalenin anahtarını gönderip, bana kul olmağa itaat ve teslimiyyet göstermişler. Kendilerinin âyinleri ve erkânları ne veçhile icrâ olagelirse, yine o üslûp üzere âdetlerini ve erkânlarını yerine getireler. Ben dahî üzerlerine askerimle varıp, kalelerini yıkıp harâb etmeyeyim.
Buyurdum ki; kendileri ve malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bi’l-cümle metâ’ları ve kadınları ve oğulları ve kulları ve câriyeleri kendilerinin ellerinde dura, mütecâviz olmayayım ve onları üşendirmeyeyim. Onlar dahî rençberlik edeler, diğer memleketlerim gibi denizden ve karadan sefer edeler, kimse mâni’ ve engel olmaya; muâf ve selâmet üzere olalar ve ben dahî üzerlerine şer’î haracı koyayım, yıl be yıl edâ edeler başkaları gibi ve ben dahî, bunların üzerlerinden şerefli gözetimimi esirgemeyip bunları kayırayım; diğer memleketlerim gibi. Ve kiliseler ellerinde ola ve okuyalar âyinlerince, amma çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerini mescid etmeyeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar. Ve Cenevîz bezirgânları karadan rençberlik edip geleler ve gideler, gümrükleri âdet üzere vereler; onlara kimse müdâhale etmeye. Ve buyurdum ki; ellerine doğancı ve kul konmaya ve buyurdum ki; (onlardan) yeniçeriliğe oğlan almayayım ve bir kâfiri rızâsı olmadan müslümân etmeyeler. Ve kendileri arasında her kimi seçerlerse, iş ve ihtiyaçları için kethüdâ atayalar ve zikrolunan kale halkı ve bezirgânları angaryadan muâf ve selâmet üzere olalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerîfeme îtimad kılalar.
Cemâdiye’l-ûlâ ayı sonlarında yazıldı, sene: 857.” (Biblioetheque Nationale, “Turc Ancien”, nr.: 130, vr. 7a-8b.)
Bu ahdinâme ile Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara İslâm dininin öngördüğü din ve vicdan hürriyetini tanımıştı. Ancak bu ahidnâme onların küfürlerini hoş görmek, ya da onlara dinlerini yayma imkânı vermek gibi bir mânâ taşımadığı için, sözkonusu fermanda yeni kiliseler açmalarını ve çan çalmalarını da kesin bir ifâdeyle yasaklamıştı.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın İslâm’ın emir ve hükümleri doğrultusunda, zımmîlere yalnızca can, mal, inanç ve ibâdet hürriyeti tanıyan bu ahidnâmesini “küfrü hoşgörü”ye delil getirmeye kalkışanlar, onun bu sözleri hakkında acabâ ne diyorlar?
Fâtih Sultan Mehmed Hân başlarındaki râhiplerin şahsında Bosna’daki hıristiyan halka da, İslâm’ın zımmîlere tanıdığı haklar çerçevesinde can, mal, inanç ve ibâdet serbestliği tanımış ve çıkardığı ahidnâmeyi onlara zimmeti altına girdikleri, emrine itaat ettikleri ve boyun eğdikleri için verdiğini açıklamıştı:
“Ben ki Sultan Mehmed Hân’ım. Cümle avâm ve havâss’a ma’lûm ola ki, bu fermân-ı hümâyûna, Bosna râhiblerine çokça inâyetüm ortaya çıkıp buyurdum ki; kitaplarına ve kiliselerine kimse mâni’ ve engel olmayıp, ihtiyâtsız memleketimde duranlar ve kaçıp gidenler dahî emn ve emânla duranlara geçip, benim has memleketimin korkusuz sâkini olup, kiliselerinde yerleşmiş olalar. Ve yüce Hazret’imden ve vezîrlerimden ve reâyâmdan ve cümle memleketim halkından kimse kitaplara müdâhale ve taarruz etmeyip incitmeyeler. Kendilerine ve cânlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dahî dışarıdan has memleketimize adam getirirler ise, en ağır yemîni ederim ki, yeri ve göğü Yaradan Perverdigâr hakkı için ve yedi mushaf hakkı için ve ulu Peygamber’imiz hakkı için ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için, bu yazılanlara bir ferd muhâlefet eylemeye. Mâdem ki bunlar benim emrime itaatkâr ve boyun eğmiş olalar. Şöyle bilesiniz.
Muharremü’l-harâm’da, Dırâc kalesi yurdunda yazıldı, sene: 883.” (“Fonitsa Manastırı Arşivi”, Bosna.)
Evliyâ Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinde yazılı olduğuna göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’un fethinden sonra, şehrin içinde inşâ ettirdiği bir câminin içine yerleştirilmesi gereken iki büyük mermer sütun işini, târih kaynaklarında “Sinân-ı Atîk” lâkabıyla tanınan rum asıllı hıristiyan mimara teslim etmişti. Ancak hıristiyan mimar, Fâtih’in sıkı sıkı tenbihlemesine rağmen, bu sütunları emir buyurulan boydan üçer arşın kısa tuttu. Bir gün vezirleriyle birlikte câmiyi dolaşmaya gelen Fatih, sütunların boylarının göze batacak bir tarzda kısa kesilmiş olduğunu görünce, buna fevkalâde sinirlenerek derhâl mimarın elinin kesilmesini emretti.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, rum mimar pâdişâhın verdiği cezâyı içine sindiremeyerek, sakat olan kolunu Üsküdar’daki mahkemede vazife gören, İstanbul’un ilk resmî kadısı Hızır Çelebi’ye gösterip pâdişahtan dâvâcı olduğunu söyledi. Hızır Bey de pâdişâhın hareketinin Şer’-i şerîf’e uygun olmadığını söyleyip, kendisini hasmı ile yüzleşmek üzere derhâl mahkemeye dâvet etti. Duruşma odasına gâyet sâde ve gösterişsiz bir elbise ile gelen Fâtih, her zaman âdeti olduğu üzere baş köşeye yönelip oturmak istediği an, Hızır Bey pâdişâha sert ve gür bir sesle: “Oturma beğim! Geç şuraya, hasmınla berâber ayakta dur!..” diye hitâb etti. Pâdişah da derhâl toparlanarak, sanıklara mahsus olan yere geçip hasmı ile birlikte ayakta bekledi.
Mahkemenin sonunda Hızır Çelebi, pâdişâhın Şer’-i şerîf’e muhâlif bir iş işlediğine ve hasmına verdiği zarârın telâfisi için kısas uygulanıp, pâdişâhın da elinin kesilmesine hükmetti. Olup biteni hayretler içerisinde izleyen rum mimar, mahkemenin verdiği bu ciddî karar karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Kendisine bir haksızlık da yapılmış olsa, koskoca pâdişâhın elinin kesilmesini içine sindiremeyip, hükümdarla kul arasında bir fark gözetmeyen bu kılı kırk yarar adâlet karşısında, şikâyetini geri alıp dâvâsından vazgeçti.
Şu kadar var ki Hızır Çelebi, mimarın kısastan vazgeçmesini yeterli görmeyip, hakkın telâfi edilebilmesi için Fâtih’i günde on altın tazminâta mahkûm etti. Pâdişah ise kısastan vazgeçtiği için, mimara ödemesi gereken bu tazminâtı kendi isteğiyle yirmi altına çıkardı ve ayrıca mimara bir de ev bağışladı. Pâdişahla mimar arasında görülen mahkeme böylelikle sonuçlandı.
Dâvâ bittikten sonra Fatih, elbisesinin içine gizlediği topuzu havaya kaldırıp kadıya göstererek; “Eğer Allah’ın hükmünü uygulamayıp, sırf pâdişâh olduğum için hakkımda başka türlü hükmetseydin, bil ki bununla senin başını ezerdim!” dedi. Fakat pâdişah da biliyordu ki, aslında Hızır Bey bunu yapmayacak kadar hükmünde âdil bir kimseydi. Nitekim pâdişâhın bu tavrı karşısında Hızır Bey de, beline daha önce saklamış olduğu hançere parmağıyla işâret ederek; “Eğer sen de pâdişâhım, sırf pâdişah olduğun için benim hükmümü reddetseydin, ben de seni bununla delik-deşik ederdim!” cevâbını verdi.(Evliyâ Çelebi “Seyahatnâme”sinden naklen.)
Resulullah Aleyhisselâm’ın diliyle müjdelenmiş ve övülmüş bir pâdişah olan Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra Galata ve çevresinde yaşayan hıristiyan halka ferdî ve dinî haklarını temin eden bir ahidnâme verdiği gibi; Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek elleriyle yazılıp mühürlenmiş olan âhidnâme nüshası ile, Hz. Ömer -radiyallâhu anh-in kûfî hatla yazılmış olan emânnâmesi ve Selâhaddîn Eyyûbî Hazretleri’nin ahidnâmesi ile Huzûr-u hümâyûn’una gelen Kudüs patriği Etnasios’a da, getirdiği fermanlarda yazılı bulunan hak ve yetkileri yeniden tasdik ve tanzim eden bir ahidnâme belgesi vermişti.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, üzerinde “Fatih Sultan Mehmed Hân Hazretleri’nin Hatt-ı Hümâyûn’ları ile sadaka ve ihsan buyurdukları Emr-i âlî-şân’dır” yazılı olan bu ahidnâmesinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in ve eski İslâm sultanlarından Selâhaddîn Eyyûbî’nin verdikleri ahidnâmeler gereğince, Kudüs’te ikâmet eden hıristiyanlara aynı hakları kendisinin de verdiğini ilân etmişti:
“Mûcibince amel oluna!
Her kim sa’âdetli hatt-ı hümâyûnu fesh ederse, Allah’ın la’netine uğrasın!
Allah-u Te’âlâ’nın izniyle, Hazret-i Resûl hürmetiyle Kostantîniyye makâmı feth olundukda, etrâf ve çevreden şâhlar ve krallar âsitâne-i sa`âdetime (sarayıma) elçiler gelip, feth-i fütûhu arz edip, bu kerre Kudüs-ü şerîf’de olan rumların patriği Etnasiyûs namlı râhip dahî rızâsıyla gelip, âsitâne-i sa`âdetime yüz sürüp ve Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallahu aleyhi ve sellem- mübârek eliyle ve pençesiyle imzâlı olan Hatt-ı hümâyûn’ları ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- verdiği kûfî hatt ile ve geçmiş sultanlardan (verilen) Hatt-ı hümâyûn’ları ibrâz edip ve ricâ eyledi. O minvâl üzere Kudüs-ü şerif içerisi ve dışarısında namazların ve ziyaretlerin evvelki gibi Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallahu Te`âlâ anh- ve geçmiş sultanlardan sadaka ve ihsân olunan Hatt-ı hümâyûn’ları mûcibince zapt ve tasarruf eyleyeler.
İmdi, evvelce fermân ve sadaka olunup, aynıyla içeride olan Kamâme ile bütün namazgâhları ve ziyâretleriyle ve Gürcî manastırı olan Mâr Yâkub ve Kudüs-ü şerîf taşrasında olan manastırlar ve kiliseler ve Hazret-i İsâ Hazretleri’nin doğduğu Beytü’l-lahm, büyük kilise ve mağara ve kilisede olan üç kapı anahtarlarıyla kuzey ve kıble ve batı tarafından içinde olan bütün hıristiyan milletinin Kudüs-ü şerîf patrikleri, yamakları bu vergi üzere eşyâları bâc ve harâcdan ve sâir örfî tekliflerden, evvelce sadaka ve ihsân ve fermân olunanı, aynıyla hepsinden mu`âf ve selâmet üzere olmak için ricâ eyledikleri için, imdi evvelce Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- ve eski sultanlardan sadaka ve ihsân ve fermân olunan Hatt-ı hümâyûn’ları mûcibince, cenâb-ı celâletim dahi sadaka ve ihsân ve fermânım olmuşdur.
Tasarrufumda ve hükmümde olan memleketler, gerekse deryadan ve karadan vaktin hâkimi olanlar, Kudüs-ü şerîf patriği ve ruhbanlarına dâir zikrolunanlara himâye ve sıyânet ve başka bir kimse rencide eylemeyeler.
Ve eğer Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- sadaka ve ihsân olunan mübârek pençesiyle imzalı olan Hatt’ı ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- verdiği Kufi ile hattı ve selâtîn-i mâziyeden sadaka ve ihsan olunan hatt-ı hümâyûnları ve el-ân sadaka ve ihsan olun hatt-ı hümâyûn-ı sa`âdet-makrûnı ve fermân-ı âlî-şânı alub bundan sonra gelen halifeler ve vüzerây-ı izâmdan ve ulemâdan ve ehl-i örfden ve kapu kullardan ve sâir Ümmet-i Muhammed’den akçe içün veyahud hâtır içün feshini murâd ederler ise, Allah’ın ve Hazret-i Resûl’ün hışmına uğrasın!
Şöyle bileler, alâmet-i şerife i`timâd ve inkıyâd (teslimiyyet) kılalar. Sekiz yüz altmış iki senesinde, Şevvâli’l-Mükerrem ayının ortalarında makâm-ı Kostantîniyye’de kaydedildi, -sene: 862-.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Kilise Defterleri”, Kamâme Defteri, nr.: 8)
Osmanlı pâdişahları emirleri altındaki müslümanlara ve himâyeleri altında bulunan zımmî halka, târihte eşi benzeri görülmemiş bir adâletle muâmele etmişler; onları kendilerine teslim edilmiş birer emânet gibi görerek, İslâm’ın her iki zümreyle ilgili hükmünü de lâyıkıyla yerine getirmeye gayret sarfetmişlerdir.
Dikkat ederseniz Fâtih Sultan Hazretleri o kadar akıllı bir insandı ki, kendi parasıyla iki adam tuttu; birisi yollara kireç döküyordu, birisi kömür döküyordu. Halkın sağlığını korumak için bu şekilde tedbir alırdı. Yine adam tutup, gece kimse görmeden fakirlerin evlerine yiyecek-içecek bıraktırıyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Hân büyük bir adâlet ve merhamet örneği olan ve bugün dahî hayranlık ve takdirle karşılanan bu hükmünde şöyle diyordu:
“Ben ki, İstanbul fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihî alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan ve hudûdu ma’lûm olan yüz otuz altı bâb dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde sahih olarak vakfeylerim:
Şöyle ki; Bu gayr-i menkullerimden elde olunacak nemâlarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi ta’yîn eyledim. Bunlar ki; ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde, günün belli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar. Ayrıca on cerrâh, on tabîb ve üç de yara sarıcı ta’yîn ve nasb eyledim. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnâsız her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şifâyâb olalar. Değil ise kendilerinden hiç bir karşılık beklemeden, Dârü’l-aceze’ye kaldırarak orada salâh bulduralar.
Ma’azallah herhangi bir gıdâ mâddesi buhrânı da vâki’ olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum yüz silâh ehl-i erbâba verile; bunlar ki, vahşî hayvanâtın yumurtada veyâ yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhâr hastalarımızı gıdâsız bırakmayalar.
Ayrıca külliyyemde binâ ve inşâ eylediğim imârethânede şehid ve şühedânın mahremleri ve İstanbul şehri fukarâsı yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihî kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden, kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” (Vakıflar Gen. Md. Arşivi + İbrahim Özdemir - Münir Yükselmiş, “İslâm ve Çevre Sorunları”, s. 126-127. bas.: Ankara, 1995.)
Osmanlı padişahların gerek müslüman, gerekse gayr-i müslim halka yaptıkları iyilikler, adâlet ve merhametle muâmele etme husûsunda gösterdikleri fazilet ve meziyetler bu kadar ileri idi. Küffâr, küfrünün ve dalâletinin icraat ve icâbâtını yaparak, işgâl ettiği İslâm beldelerini zulüm, adâvet, kan ve vahşetle doldururken; onlar fethettikleri küfür bel- delerinde halka adâlet gösterirler ve müslüman-kâfir ayırdetmeden beşeriyet için ne lâzım gelirse düşünüp temin ederlerdi.
Sultan İkinci Bâyezid Han döneminde, Endülüs’teki müslümanların idâresi altında huzur ve adâlet içinde yaşayan yahudiler, İspanya’lı ve Portekiz’li hıristiyanların bölgeyi gaddarlık ve zorbalıkla ele geçirmeleri üzerine katliâma ve sürgüne mâruz kalmışlardı. 1492 yılında Gırnata (Granada) bölgesinde hüküm süren son İslâm hânedânı yıkılarak müslümanlara karşı korkunç bir katliam başlatılırken; hıristiyanlığı kabul etmeyen yahudiler de bölgeyi terke zorlanmışlardı.
Yaşadıkları topraklardan kovulan yahudiler hiçbir ülke tarafından kabul edilmeyince, nihâî çâreyi Osmanlı Devleti’nin himâyesine sığınmakta buldular. Yeryüzündeki hiçbir devletin kabul etmediği, aksine şiddetle reddedip geri çevirdiği yahudileri yalnız İkinci Bayezid Han kabul edip yerleşmelerine izin verdi. Kemâl Reis haçlı katliâmından kurtardığı Müslümanlar’la birlikte, pâdişâhın himâyesine sığınan yahudileri de gemisiyle taşıyıp kısa zamanda Osmanlı ülkesine getirdi. (F. Emecen - M. İpşirli, “Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Târihi”, s. 467, bas.: İstanbul, 1994.)
Sultan İkinci Bayezid’in, sırf zımmîlikleri nedeniyle yahudileri Osmanlı topraklarına kabul etmesi küffâr üzerinde o kadar büyük bir tesir yapmıştır ki, birçokları hâdisenin üzerinden asırlar geçtiği hâlde Osmanlı’nın bu iyiliğini unutamamışlardır. Nitekim; “Ortaçağlarda hıristiyan İspanya ve İtalya’nın Musevî göçmenlerine Türk cennetini açan ‘Barbar’ dediğimiz Türk değil de kimdir?” diyen Ernest Jackh, ısrarla görmezden gelinen Osmanlı adâletine bu hâdiseyi örnek göstermişti. (Ernest Jackh, “”The Risino Crescent”, s. 37, bas.: 1944.)
On altıncı asırda yaşamış olan Portekiz’li Samuel Usgue ise, “İsrail Musibetlerinin Tesellisi”adlı kitabında, hıristiyanlar tarafından yapılan zulüm karşısında Türkler’in yahudilere açmış olduğu kapıyı; “Firavun tehlikesine karşı Kızıl deniz’in bir mucize eseri olarak yahudilere açılışına benzer bir kapı” olarak değerlendirmişti. (Bernard Lewis, “The Jews of İslâm”, s. 136.)
Avram Galanti ise; “Avrupa’da hıristiyan’ın yahudiye karşı yaptığı muâmele, tıpkı bir kartalın avına karşı yaptığı muâmeleye benzerken, Türkiye’de yaşayan yahudi cemaatleri bağlarının ve asma çadırlarının gölgesi altında, Sultanların mübârek topraklarında şen güneşte, bolluk içinde, rahatlıkla yaşayarak inkişâf ederler.” diyerek, iki medeniyet arasındaki derin uçuruma dikkati çekmiştir.(Avram Galanti, “Türkler’le yahudiler”, s. 36, bas.: İstanbul, 1947.)
Nitekim Cyrus Hamlin’in 1893 yılında söylemiş olduğu şu söz, Osmanlı Devleti ile diğer devletler arasındaki adâlet farkını açıkça gözler önüne sermektedir:
“Avrupa’nın bizzat hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde, Osmanlı Devleti engizisyonun bulunmadığı yegâne memleket oldu. Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan, tard ve takip edilen yahudilerin sığınak bulabildiği tek memleket de barbar (!)Türkiye olmuştur.” (Vehbi Vakkasoğlu, “Osmanlı İnsanı”, s. 228.)
Yavuz Sultan Selîm Han Rumeli topraklarında hıristiyan nüfusun artmasından rahatsızlık duyarak, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’ye: “Bütün dünyâyı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm’a getirmek mi daha makbuldür?” diye sormuş, bunlara müslüman olmalarının teklif edilmesini, aksi taktirde buralardan kovulup başka bölgelere yerleştirilmesini emir buyurmuştu.
Şu kadar var ki Şeyhülislâm Efendi, Allah-u Teâlâ’nın;
“Dinde zorlama yoktur, iman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Hükm-ü ilâhî’sine aykırı olan bu teklifi şiddetle reddedip, pâdişâha İslâm’ın reâyâ ve zımmîler hakkındaki emirlerini hatırlatarak; “Mâdem ki onlar râiyyetliği kabul etmişler; dîn-i İslâm’a göre onların can, mâl ve ırzlarını kendi can, mâl ve ırzlarımız gibi korumağa mükellefiz. Bu yolda onları cebretmek Şer’-i şerîf’e muhâlifdir!” demiş ve pâdişâhı bu fikrinden geri çevirmiştir. (Mustafa Nûri Paşa, “Netâyicü’l-Vukû’ât”, c. 1, s. 80-81.)
Buradan da anlaşılıyor ki, onların küffâra din ve inanç serbestliği tanımaları, onlara meylettiklerinden veyâ küfürlerini hoş gördüklerinden değil; aksine dîn-i İslâm’ın, gayr-i müslimlerin İslâm dinini kabûle zorlanmasını uygun bulmamasından, irâdesini hayra ve şerre sarfetme husûsunda herkesi serbest kılmasından ileri gelmekteydi. Zîrâ İslâm dinini kabul etmek için dil ile ikrar, kalp ile tasdik şarttır. Bu gibi kimseler dilleriyle İslâm’ı kabule zorlansalar dahî, kalp ile tasdikin gerçekleşmeyeceği muhakkaktır.
Osmanlı’nın kendi topraklarında yaşayan zımmîlere verdiği bu haklar, vicdan sâhibi bazı hıristiyanlar tarafından dâimâ hürmet ve takdirle karşılanmış; aradan asırlar geçtiği hâlde bâzı hıristiyanlar, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin kendilerine gösterdiği müsâmahayı unutmamışlardır.
Nitekim eski politikacılardan M. Sadi Koçaş, 1954-1955’li yıllarda Bükreş’teki bir elçilikte, Yugoslavya Büyükelçiliği mensuplarından birisinin 15-20 kadar yabancı diplomatın bulunduğu bir toplantıda;
“Biz Sırplar mevcûdiyetimizi Zenbilli Ali Efendi’ye borçluyuz! Bazı Sırplar Pâdişâh’a yaranmak için Sırbistan’ı tamâmen İslâm’laştırmasını telkin etmek istemişlerdi. Zenbilli Ali Efendi bu hususta fikri sorulduğu zaman: ‘Hâşâ Sultân’ım! İslâm Dini’nde böyle şey olmaz. Herkes isterse Müslümanlığı kabul eder. Birkaç kişinin tavassutu ile zorla bir kavim ihtidâ ettirilmez. Bu dîn-i İslâm’a aykırıdır!’ demiş ve böyle bir icraata mânî olmuştu. İşte bu yüzden biz Sırplar varlığımızı ona borçluyuz!..” dediğini nakletmiştir. (M. Sadi Koçtaş, “Tarihte Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri”, s. 77. bas.: İstanbul, 1990.)
Osmanlılar Balkan yarımadasındaki hıristiyanlara bu derece şefkat ve adâletle muâmele ederken, Sırp cânîlerinin ise Osmanlı’dan arta kalan bir avuç müslümanın Balkanlar’daki varlığına tahammül edemip, Yugoslavya ve Bosna’da çirkin katliamlar yapmaları, bu vahşi gürûhun aradan asırlar da geçse barbar “haçlı” zihniyetlerinden bir şey kaybetmediklerini göstermektedir.
Osmanlı’nın gösterdiği adâlete bakın, onların gösterdiği adâvete bakın!..
Yavuz Sultan Selîm Han 1517 mîlâdî yılında Kudüs’ü fethedince, bölgede yaşayan gayr-i müslimlere daha önce Resulullah Aleyhisselâm, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-, Selâhaddin Eyyûbî ve Fâtih Sultan Mehmed tarafından verilmiş olan ahidnâmelere benzer bir ahidnâme vermişti. Bu ahidnâme; bir taraftan gayr-i müslimlerin can, mal, din, dil ve ibâdet gibi hususlarda güvencelerini sağlarken; diğer taraftan da onları bunların dışında başka haklar iddiâ ederek ortaya çıkmaktan menediyor, böylelikle bir bakıma haddi tecâvüze yeltenmelerini de önlüyordu.
Dönemin Kudüs kadısı Muhammed tarafından kayda geçirilen bu ahidnâme; 1517 yılında Kudüs’e girdikten sonra Beytül-Makdis önlerine gelen Yavuz Sultan Selîm Hân’a, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- ve Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri’nin âhidnamelerini getirerek, kiliselerinde diledikleri gibi ibâdet ve âyin yapma hakkı isteyen, Kudüs ermeni patriği Serkiz ve yanındaki râhiplere verilmişti.
Yavuz Sultan Selîm Han bölgede ayrı faaliyetlerde bulunan Kudüs ermeni patriği Serkiz’e ve rum asıllı patrik Atalye’ye verdiği her iki ahidnâmede de, hıristiyan tebaaya tanıdığı hakları şöyle beyân ediyordu:
“Emr-i şerîfim mûcibince, her kim bir başka şekle giderse ve bozarsa, Allah-u Teâlâ’nın kılıcına uğrasın!..
Allah-u Teâlâ ve Resûl’ünün yardımıyla, Kudüs-ü şerîf’e gelip Saferü’l-Hayr ayının 25. gününde kapı feth olunup, ermeni tâ’ifesine patrik olan Serkiz nâmlı râhip, bütün ruhbân ile berâber reâyâ ve berâyâ gelip, bağış ve nimetlerimden ricâ ve temennî kılmışlardır. Evvelki şartları olup, ellerinde olan kilise ve manastır ve sâir ziyâretleri ve içeride ve dışarıda bulunan kilise ve ma’bedhâneleri, önceden zapt ve tasarruf edegeldikleri minvâl üzere, ermeni tâ’ifesine patrik olanlar zapt ve tasarruf eyleyeler.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Hazretleri’nin olan ahidnâme-i hümâyûn ve merhûm melik Selâhaddîn zamânından beri verilen şerefli emirler mûcibince zapt ve tasarruflarında olan Kamâme ve Beytü’l-lahm mağarası ve kuzey tarafındaki kapı ve büyük kiliseleri, Mar-Ya’kub ve Deyr’üz-Zeytûn ve Habsü’l-Mesîh ve Nablûs ve kiliselerine tâbi’ milletlerinden olan Habeş ve Kıbtî ve Süryanî milletleri, Mar Ya’kub kiliselerinde mekân tutmuş olan ermeni patrikleri tarafından zapt ve tasarruf olunup, başka milletlerden bundan sonra bir ferd müdâhele etdirilmemek bâbında, bu sa’âdetli nişân-ı hümâyûn’umu verdim.
Buyurdum ki; mûcibince amel olunup, zikrolunan büyük kiliseleri Mar Yâkub’da yerleşik bulunan ermeni patrikleri, içeride ve taşrada vâki’ olan kiliseleri ve manastırlar ve sâir ziyâretgâhları ve kendilerine tâbi’ milletleri ve yamakları olan Habeş ve Kıbtî ve Süryâni milletleri, âyinleri üzere zapt ve tasarruf eyleyip, vâki’ olan işlerine ve azl ve nasb ve sâir vakıflarına bağlı hususlarına ve metropolid ve piskopôs ve ruhbân ve papaz ve yamaklarının ve sâir ermeni tâisesi patriklerinin zabt ve tasarruflarında olan kilise ve manastır ve ma’bed ve sâir ziyaretlerinin ve kendilerine tâbi’ hem-milletlerine ve yamaklarına başka milletlerden bundan sonra bir ferd müdâhele eylemeyip ve Kamâme ortasında bulunan türbesi ve Kudüs-ü şerîf taşrasında Meryem ana kabri ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın doğduğu Beytüllahm mağarası ve güney tarafında olan kapının anahtarı ve içeride Kamâme kapısında iki şamdan ve kandilleri ve türbe kapısında ve içerisinde olan kandilleri ve yaktıkları mum ve buhurları ve Kamâme içinde âyinleri üzere mum ateşi aydınlığında kendilerine tâbi’ olan hem-milletleriyle türbe dâhiline girip ve çevresinde dolaşmaları ve kapı içerisinin aşağı ve yukarısı ve iki penceresi ve içeride olan ma’bed ve ziyâretleri ve su kuyusu ve Kamâme havlusunda bulunan Mar Yuhanna kilisesi ve taşrasında Mar-Yâkub yakınında bulunan Mesih zindanı ve sâir manastırları ve kabirlikleri ve mezarları ve Beytüllahm mağarası yakınında olan odaları ve misâfirhâneleri ve bağ ve bağçe ve zeytinlikleri ve bilcümle zikrolunan kilise ve manastır ve ma’bed ve ziyâretgâhları ve kendilerine tâbi’ hem-milletleri ve sâir emlâk ve eski imâretleri tayin olunduğu üzere ermeni tâifesi ve patrikleri zapt ve tasarruf eyleyip ve kiliselerine ziyârete gelen Ermeni taifesi zemzem tabir olunur su üzerine ve panayırlarına ve sâir ma’bed ve ziyâretlerine vardıklarında, örf ehli tâifesinden ve başkası bundan sonra bir ferd girip ve taarruz eylemeyip, bu günden sonra açıklanan cihet üzere, verilen saâdetli Nişân-ı hümâyûn’um mûcibince amel olunup, başka milletten bir ferdi müdâhele ettirmeyip, ol bâbda evlâd ve atalarımdan veyâhud büyük vezirlerimden ve sâlihlerden ve kadılardan ve beğlerbeği ve sancak beği ve mîr-i mîrân ve voyvodaları ve beytülmâl ve adamları ve subaşıları ve zeâmet ve tımar erbâbı ve mâl mutasarrıfları ve diğer kapım kullarından ve gayrıdan hâsıl olan konmuş ve kalkmış ve büyükden hiçbir ferd veyâ ferdlerden kim olursa olsun, hangi tarafta olursa olsun ve hangi sebeble olursa olsun girip ve taarruz kılmayıp bozmayalar ve değiştirmeyeler. Her kim müdâhale ve taarruz eder ve bozar ve değiştirirse, Melikü’l-Mu’în olan Allah’ın katında mücrîmlerden ve âsî sayılanlardan sayılalar!
Şöyle bileler, hükmümdeki tuğramı görenler gerçek ve içindekileri doğru bilip alâmet-i şerife (tuğraya) i’timâd kılalar.
Dokuz yüz yirmi üç senesinde yazıldı, Kudüs-ü şerîf sahrası.” (BOA, “Kilise Defteri”, nr.: 8; “Kâmil Kepeci Tasnifi”, Evâmir-i Mâliyye Kalemine Tâbi’ Piskopos Mukâtaası Kalemi, nr.: 2539, s. 2.)
Sultan İkinci Selim Hân Kıbrıs’ın fethinden sonra gönderdiği “Hatt-ı hümâyûn”da, adada ikâmet eden hıristiyanlara apaçık bir emân ve emniyet vererek; ada beylerbeyine, kadısına ve defterdârına, bölgede yaşayan gayr-i müslimlerin her türlü haklarının gözetilmesini emir buyurmuştu:
“Kıbrıs beylerbeyi’ne ve kadısına ve defterdârına hüküm ki;
Kıbrıs adası, arslanca dövüşen ordularım tarafından yeni alınmış bir diyar olduğundan, yerli ve fakir halkı harb icâbı maddî ve mânevî zarâra uğramış olup, bu yüzden ızdırap çekmektedir. Onlara adâletle ve şefkatle muâmele edesiniz. Rahatlık içinde yaşasınlar ve iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Az zamanda kalkınarak, refah ve saâdete ermeleri için, mahkemelerde ve vergi tahsîlinde; ve’l-hâsıl her türlü devlet işlerinde onları gözetesiniz! Onlar bize Allah’ın bir emânetidir. Devletin şânına onları korumak ve himâye etmek yaraşır. Her biri ırzından ve malından ve canından emin olarak gönül rahatlığı içinde yaşasın. Benim adâletim bunu icâb ettirir. Bu emrimin yerine getirilmesi için, her biriniz uyanık ve dikkatli olasınız. Aksini duyarsam, beyan olunan özrünüzün kabul olma ihtimali yoktur. Ona göre gaflet eylemeyesiniz!” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Mühimme Defteri”, nr.: 12.)
Zîrâ İslâm ahkâmına ve Şer’î hukûka sıkı sıkıya bağlı olan Osmanlı Hânedânı, ilâhî hükme her hususta büyük bir titizlikle riâyet ettiği gibi, zımmîlerin haklarını temin husûsunda da hakkıyla riâyet ederdi. Hiçbir gayr-i müslimin din ve inanç husûsunda zorlanmasına müsaade etmezken, bu müsâmahayı fırsat bilerek herhangi bir kâfirin küfrünü yaymasına da fırsat vermezdi.
Osman Gâzî’nin oğlu Orhan Gâzî’ye yaptığı “Âlemi adâletle şenlendir!” vasiyeti kendisinden sonra gelen pâdişahlar tarafından harfiyyen yerine getirilmiş; Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibâren âleme nizam veren Osmanlı adâleti, daha sonraki asırlarda da dünyâya huzur ve saâdet getirmişti.
Yazdığı kitaplarda çoğu zaman Türkler’e asılsız iftirâlar atan ve ağır ithamlarda bulunan ermeni yazar Pastırmacıyan, Osmanlı pâdişahlarının her dönemde gayr-i müslimlere kendi ülkelerinde dahî göremedikleri bir adâletle muâmele edip, onları asırlar boyunca dünyânın neresinde olursa olsun himâye ettiklerini itirâfa mecbur kalmış; hıristiyanların onlardan gördüğü iyilik ve adâleti târihleri boyunca hiçbir milletten görmediklerini açıkça vurgulamıştır:
“Büyük sultanlar’ın döneminde, hıristiyan tebaanın kısıtlı haklarına hemen riâyet edilmiş ve mahkemelerce adâlet oldukça tarafsız bir şekilde tevzî olunmuştur. Ermeniler, onların nezdinde çok kere müessir bir himâye görmüşlerdir. Romen tarihçi İorga ortodoks oldukları için zulme uğrayan Eflâk ermenileri lehinde Sultan Üçüncü Murad’ın enerjik şekilde müdâhalede bulunduğunu yazar. İkinci Süleyman devrinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristiyan köylünün durumunun, aynı devirde Avrupa’daki serflerin durumundan daha kötü olmaması muhtemeldir.” (H. Pasdermadjian, “Histoire de l’Arménia”, s. 274, bas.: Paris, 1949.)
Sultan İkinci Mahmud Han Kıbrıs’ta mâlî yönden asılsız ithamlara uğrayan bâzı râhiplerin haklarına gereği gibi riâyet edilmesi ve yapılan haksızlığın tamâmen giderilmesi için gönderdiği hükümde şöyle buyurmuştu:
“Lefkoşa kadısına hüküm ki;
Emr-i şerîfim vâsıl olunca ma’lûm ola ki, İstanbul ve havâlisinde rum patriği ile pâyitahtta ikâmet etmekte olan metropolitan tâifesi yüce katıma mühürlü bir arz-u hâl ile mürâcaat edip, şimdiki hâlde patriğin nezâretinde olan manastırlardan Kıbrıs’ta Lefkoşa kazâsında bulunan ve Kikko yâhud nâm-ı diğer Meryem Ana manastırı’na vekil ta’yîn edilen Gumenûs Niyufitûs namlı râhib ve manastırdaki diğer râhibler hâriçten müdâhale edilmeksizin kanûnî arâzîlerine diledikleri gibi sâhib iken, müslümanlardan ve piskoposlardan ve sâir yerlerde bulunan kimseler tarafından mal celbi bahânesiyle dâvâ edildikleri ma’lûm olmuşdur. Bu hâle derhâl nihâyet verip, rencîde edilmemelerini sağlayasın. ..
Halbuki hazînemiz evrâkında mahfûz bulunan psikopos mukâtaası defterlerine yeniden nazar edilecek olursa, İstanbul rûm patriği vekilinin ve adamlarının Şer’-i şerîf’le ilgili dâvâlarının Dîvân-ı hümâyûn’da görüleceğine dâir berat verilmiş idi. Bu berâtta zikrolunan şartlar muvâcehesinde hareket etmelerini te’min için bu fermânı çıkardım.
Şimdiden sonra râhib ve adamlarının bu şekilde rencîde edilmemeleri husûsunda dikkat ve ihtimam gösteresin. Şöyle bilesin, alâmet-i şerîfeme (tuğrama) i’timâd kılasın!” (“Othomanika Egrafa Tis en Kypo Monis Kikku” - “Kıbrıs Kikku Manastırı / Osmanlıca Belgeler”, s. 83-84.)
Türk ordusu Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Irak ve Çanakkale cephelerinde İngilizler’le kıran kırana çarpışmıştı. Savaş başlamadan önce Bâbıâlî’de hukuk müşâvirliği yapmış olan Kont Ostrolog şunları anlatmıştır:
“İngilizlerin Kültür Amare yenilgisini tâkip eden günlerde, Londra’da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısuyla toplantıda ben de bulundum.
Başbakan Lloy George şöyle dedi:
‘- Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum! Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki; Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde temin ediyorlarmış, yaralılarımızı imkânları nisbetinde tedâvi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranışlarının sebebini bir türlü anlayamıyorum!..’
Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi:
‘- Ben bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü şöyle bir hâdise yaşandı: Bir müddet önce Çanakkale’de bir çarpışma sırasında esir verdiğimiz iki subay ve beş altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedâvi edildiler. Bu tedâvinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da, yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedâvi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları bunları durduramamış. Ancak bu durumu gören Türk yaralıları, Almanlar’ın üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz Türkler’in can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim.’
Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: ‘Bu meseleyi hallederse Kont halleder!..’
‘- Efendim bu mesele basittir. Biz Avrupa’lılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupa’lılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük. Bu güne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise on üç asır evvel bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler bin seneden beri bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır.’” (Vehbi Vakkasoğlu, “Osmanlı İnsanı”, s. 228, bas.: İstanbul, 1999.)
Bu sözler İslâm’ın nezâfet, merhamet ve adâletini; küffârın gaddarlık, zulüm ve vahşetini gözler önüne seren apaçık birer delildir. Onlar İslâm’ın adâlet ve nezâfetini bünyelerine sindirmeye ve kendilerine mâletmeye çalılşırken, İslâm’ı bırakıp küfre ve kâfirlere meyledenlere ne yazık! Bu gibi kimseler sûretâ İslâm görünürler, hâlbuki gönüllerinde imândan eser yoktur.
Sicilyalı Türkolog Dr. Giovani Pampanini, bugün için de geçerli olan şu orijinal tahlili yapmıştır:
“Barış ve adâlet içinde birlikte yaşamak konusunda bugün dünya Osmanlı’nın çok gerisindedir.” (Türkiye gazetesi, 16 Haziran 1993.)
Ünlü Fransız düşünür Voltaire, Osmanlı’nın aleyhindeki art niyet ve su-i ihtiyar ürünü tarihi iftira ve çarpıtmalardan bahsederken gerçeği şu şekilde itiraf etmektedir:
“Ulusların mal ve canlarıyla topyekün padişahın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare kendiliğinden çökerdi. Türkler, hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf farkı yoktur. Sultanlar istibdatçı değildir. Bütün tarihçilerimiz, Türk İmparatorluğunu istibdâda dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır. Türk devleti Demo-grasi’dir. Sultanlar devlet işlerinde keyiflerine göre hareket edemezler. Vergileri artıramazlar ve hazinenin parasına dokunamazlar... Hiçbir hıristiyan devleti, kendi topraklarında Türkler’in bir câmiisi bulunmasına müsaade etmez, oysa Türkler bütün rumların kiliseleri olmasına müsaade ederler!” (Voltaire, “Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler”, s. 81, 88, 90.)
XI.yüzyıl Arap müellifi İbn Hassul der ki:
“Bütün kavimler arasında şecaat bakımından Türkler’den üstün, büyük hedeflere ulaşmak için onlardan daha dirayetli hiçbir millet yoktur. Allah onları arslan sınıfında yarattı.” (“Târih ve Medeniyet Dergisi”, sayı: 61, s. 16. Nisan, 1999.)
Tarih-i mübarekşah’tan:
“Yabancı bir ülkeye giden bir garibi fenâ bir âkıbet bekler. Bunun aksine Türkler, Müslüman bir ülkeye ulaştıkları zaman orada saygı ve takdir görürler. Bir emir ve orduya kumandan olurlar. Âdem Peygamber’den bu yana, para ile satın alınan esirlerin Sultan olduğu hiçbir yerde görülmemiştir. Türkler müstesnâ!.. Türkler, denizin derinliğinde, midye kabuğu içinde saklı inciye benzerler. Değerinin takdir edilebilmesi için denizi bırakarak, kralların tâcını, gelinlerin kulağını süslemesi gerekir.” (“Târih ve Medeniyet Dergisi”, sayı: 61, s. 16. Nisan, 1999.)
“Muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi hıristiyanlar hazineye küçük ve önemsiz bir bedel ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsa bile yine de Müslüman tebaanın zavallı omuzlarındaki muazzam yükün altında, düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez. Şurası iyice bilinmeli ki, Müslüman nüfüsun hıristiyanlara nisbetle hızla azalmasının, buna karşılık hıristiyan nüfusun gittikçe artmasının gerçek sebebi budur. İmparatorluğun üretici olmayan tüm unsurlarını müslümanlar oluşturuyorlar!” (Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Palgrave, 1868). (“Târih ve Medeniyet Dergisi”, sayı: 61, s. 29. Nisan, 1999.)