Zühd; dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.
Allah-u Teâlâ dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi, insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)
Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ insan vücudunu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.
Her yarattığını “Ol!” emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.
Sinirler aracılığı ile beyin, diğer uzuvlara his ve hareket vermektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onları biz yarattık, mafsallarını biz pekiştirdik.” (İnsan: 28)
Eklemlerini sinir ve damarlarla iyice bağladık ki güçlü kuvvetli olsunlar.
“Dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz.” (İnsan: 28)
Bütün bunlar ilâhî kudrete nazaran pek kolay şeylerdir.
Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri, başlangıç noktalarından uzak oldukları için Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.
Hâlik-ı zülcelâl’in bu fiillerinde de çok ibretler vardır.
Bütün bunlar O’nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir kimse, Yapıcı ve Yaratıcı’sını bilmiş olur, her halinde O’na yönelir.
Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiçbir şey yok iken onları yoktan var eden Yaratan’dan başka kim yapabilir?
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu bir öğüttür.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret alırlar.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Allah-u Teâlâ her istediğini dilediği gibi yapar.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan: 30)
Olanı, olacağı ve olmalyacağı, olursa ne şekilde olacağı en iyi bilen O’dur.
O’nun iradesinin önüne geçecek, değiştirmeye zorlayacak bir irade düşünülemez. Hükmünü kimse bozamaz. Olmasını dilediği şey olur, O dilemezse hiçbir şey olmaz.
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan: 30)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
“Dilediğini rahmetinin içine sokar.” (İnsan: 31 - Şûrâ: 8)
Kime iyilik dilerse, onu ebedî saâdetine koyar, hikmet yalnız O’nundur. Fakat kalbinde hayır görmediği kimselere nurunu ihsan etmez.
“Zâlimler için elem verici bir azap hazırlamıştır.” (İnsan: 31)
Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir. O azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.