Türkiye; “Medeniyet Projesi” adıyla sarıldığı AB’ne üyelik sürecinde AB’nin dayatmaları sebebiyle sıkıntılı ve çok tehlikeli bir döneme girmiştir. Tarih, milletlerin menfaat kavgalarının acı notları ile doludur. Hıristiyan Avrupa’nın İslâm âlemi ile mücadele seyrini irdelediğimizde “Din Savaşları” adı altında iktisadî kaynakların ele geçirilmesi, sömürgecilik ruhu, milletleri köleleştirme canavarlığını görürüz. Haçlı Seferleri’nin yapılış sebeplerinin esası budur.
Haçlı emperyalizmi, bilinen sahalarda aslâ İslâmı mağlup edememiştir. Madde cephelerinde her zaman ve daima çok üstün kuvvet ve silahlara rağmen yenilmiş, ezilmiş, hüsrana uğramıştır. Aşağılık krizleri içinde saldırmış durmuş ama netice alamamıştır. İşin cephesini değiştirdikten sonra kültürel savaşların, siyasi ihanetlerin yeni savaş stratejileri olarak önümüze sürüldüklerini ve hemen hemen daima mağlubiyete uğradığımızı biliyoruz. Bir verirlerken bin almasını, gülerken ihanet etmesini bilmişlerdir. Dost gibi görünmelerine rağmen her zaman ve daima İslâm’ın şahsında Türk Milleti’ne ihanet şebekelerinin de yardım ve destekleri ile sinsi oyunlarla saldırdıklarını görüyoruz.
Fransızların ünlü tarihçisi Croiset: “Bizim için Türk sorunu 26 Ağustos 1071’de başlar.” diyerek Batı kamuoyunun genel düşüncesini ifadelendirmektedir. Bu sorun(!) “Batının şark siyaseti” olarak dünya gündemine yerleşmiş ve şimdi çok çeşitli oyun türleriyle başta ABD ve onun genetik atası AB ülkeleri tarafından devam ettirilmektedir.
“Tüccar Devlet” zihniyetinin pazarlamacı elemanları “vatanı pazarlamaktan zevk alarak” sırtlarının sıvazlanmasının gururuyla AB’nin her isteğinin zaman içinde yerine getirileceği vaadiyle ülke ülke dolaşıyorlar. Kendilerince muazzam bir savaş veriyorlar. Biz bu adamlara teşekkür etmeliyiz, öyle değil mi(?!)
Halbuki Avrupalı tamamen çifte standartlı, iki yüzlü ve kahpelikler içindedir. Belçika teröristleri Türkiye’nin ısrarlarına rağmen bir türlü iade etmiyor. Danimarka PKK televizyonuna izin vermedi mi? Yunanistan bizzat teröristleri kamplarda eğitmedi mi? Rehn Türk Milleti’ne hakaret eden, karalayan, aşağılayan Orhan Pamuk’u ayağının tozuyla saklandığı deliğe girerek ziyaret etmedi mi? AB Komiseri Olli Rehn’in “Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürd’ü kesti” diyen Pamuk’un ihanetinden habersiz olduğunu düşünebilir misiniz?
Yine AP üyesi Joost Lagendijk hedef saptırmak için şöyle konuşuyor: “Öcalan geçmişte kaldı, artık yeni bir dönem başladı. PKK’ya ihtiyacımız yok.” Oysa PKK militanları asker, polis demeden katliamlara devam ediyor. AİHM de teröristbaşı yargılamasının adil olmadığı gerekçesiyle yeniden yargı yolunun açılmasını isteyerek iki yüzlülüğünü ve Türkiye’ye karşı tavrını açıkça göstermektedir.
Devleti idare eden idarecilerin de kelime ve kavramları bile yeterince bilmediklerini, yahut da yanlış bildiklerini veya kasten öyle telaffuz ettiklerini söylemeliyiz. “Diyarbakır, Büyük Ortadoğu Projesi’nin parlayan yıldızıdır... AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer... Sorun Kürt sorunudur...”
“Demokratik Toplum Hareketi” adıyla yeni bir oluşum hazırlayan bölücü-ayrılıkçı Kürt hareketi’nin şu kararını değerlendiriniz:
“Kürt sorunu hâlâ Türkiye’nin en temel sorunudur. Bu sorunu bireysel ve sınırlı kültürel haklar çerçevesinde ele alan zihniyet çözümsüzlüğü derinleştirmektedir. Kürt sorunu; tarihi ve toplumsal temelleriyle değerlendirilmesi gereken sosyal, kültürel, siyasal ve bir kimlik sorunudur. Sorunun çözümü açısından ortak vatanda özgür, demokratik birliktelik esasına dayalı çözüme ihtiyaç vardır...”
Bir defa Türkiye’de Kürt sorunu değil, PKK -ayrılıkçı terör- sorunu vardır. Ben bu memleketin haklarından ne kadar ve nasıl faydalanıyorsam Kürt de aynı şartlarda faydalanmaktadır. Ortak payda ve değerlerde en azından bin yıldır yan yana, kucak kucağa birlikte, tasa ve kıvançta, ortak üzüntü ve sevinçte, savaş anlarında ve sulh zamanlarında birlikte yaşadık, yine yaşayacağız. Ayrılık rüzgârlarına kapılmadan, başkalarına yem olmadan!
Batı bölmek, yutmak ve yok etmek istiyor. AB sadece bunlarla yetinmiyor. Türkiye’de çok çeşitli azınlıklar(!) icat etmekle meşgul oluyor. “Türkiye İlerleme Raporu”nda Türkiye’de yaşayan azınlıkların 44 milyon nüfusa sahip olduğunu, Kürtlerin, Alevilerin etnik yurttaşlar olduklarını, ana dilde bölgesel yayın ve eğitim yapmalarının sağlanmasını, ana dilde yayınların “devletin bölünmez bütünlüğüne saygı” gibi prensiplere bağlı olmaması, daha pek çok isteğin(!) kabul edilmesi için “Müzakere Çerçeve Belgesi”nde yer aldığını biliyoruz. Türk kamuoyu çok şeyi yeterince bilmemektedir. “Mütareke Basını” ceplerine indirdikleri Euro-dolarlarla gerçekleri milletin gözünden saklamaktadırlar. Sağ duyu sahibi yazan çizen gazete ve dergi, Tv kanalı o kadar az ki...
Mahir Kaynak’ın bir tespitini ele almalıyız:
“Türkiye’de etnik bir çatışma yaratılmak isteniyor. Bu başlarsa durdurulamaz. İnsanlar kendilerini korumak için düşman bildiklerini öldürürler. Dünya üzerinde pek çok ülke Ermeni soykırımını tanıyor. Bu ön hazırlık. Eğer Türk-Kürt çatışması yaratılabilirse, çapı büyük olmasa bile soykırımcı Türkiye imajı yüzünden en ufak devlet müdahalesinde Türkiye’ye askeri operasyon yapılır. Dünya buna hazır. Bunu NATO ya da BM eliyle yaparlar...” Yani oyunun cephesi askeri baskılara kadar varabilir.
“Barzani’nin daha şimdiden Türkiye içinde kimlik dağıttığı ve siyasal örgütlenmeler gerçekleştirdiği düşünülürse, Kuzey Irak’ta oluşacak bağımsız bir devletin Türkiye için oluşturacağı tehdidin küçümsenmemesi lazımdır. Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yönelik olarak gelen tehdit, Avrupa Birliği süreci tarafından güçlendirilmektedir. AKP’nin millî devlet karşıtı tavrını tamamlayan bir dış dinamik olarak AB süreci, Türkiye’nin bir iç çatışmaya sürüklenmesine, millî kimliğin sarsılarak ağır yara almasına neden olacak şekilde gelişmektedir.
ABD’nin Kürt devleti ve AB’nin federalleştirme projesi arasına sıkışan Türkiye’nin ağır bir tehdit altında olduğu açıktır. Ancak bu tehdidi daha da ağırlaştıran AKP iktidarının millî olmayan ve Türk milletinin millî iradesini temsil etmeyen görüşüdür...” (Ümit Özdağ, Yeniçağ, 13.10.2005)
AB Parlamentosu Türkiye Raportörü Camiel Eurlings çok masumâne(!) isteklerde bulunmuş:
“Benim raporumda da din özgürlüğü vurgulanmıştı ve dinî azınlıklar için zorlukların kaldırılması istenmiş, ilk adım olarak Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, Fener Rum Patriği’ne ‘Ekümenik statü’ tanınması istenmiştir. Ayrıca Türkiye’nin AİHM içtihatlarına uyması, aleviler ve cem evlerinin resmen tanınması ve sünnî odaklı eğitimden vazgeçilmesi talep edilmiştir. Son rapordan bu yana çok az ilerleme kaydedildi. Türkiye’nin reform sürecine devam etmesi ve gelecek krizleri engelleyecek şekilde hareket etmesi gerekmektedir. Kıbrıs’taki ilişkilerin normalleşmesi şart. Biz, adanın birleşmesi için bastırmaya devam etmeliyiz. Türk Ceza Kanunu’ndan Orhan Pamuk gibi yazarların tatbikata uğramasına neden olan hükümlerin çıkarılması gerekiyor. TCK değişti, ama daha da değişmeli. Türkiye’nin artık gerçek din özgürlüğüne giden bir mevzuata ihtiyacı var...”
AB’nin isteklerinin ardı arkası kesilmeyecek:
“Türkiye Rumları tanımalı, adadan askerini çekmelidir, havaalanlarını, limanlarını Rumlara açmalıdır, Ermeni soykırımı kabul edilmeli, Dicle ve Fırat sularının kontrolü AB’ne verilmeli...”
İlerleyen günlerde göreceğiz. Müzakereler yapılacak ama ucu açık. Tam üyelik olsa bile serbest dolaşım olmayacak. Bu hakikatler ortada iken başbakan şunları söylüyor: “Müzakere sürecini ülkemizde hazmedemeyenler olabilir. Ama ben inanıyorum ki, milletimin kahir ekseriyeti bu müzakere sürecinin Türk Milleti ve Türkiye için dünyadan her noktada bir açılımın en önemli adımı olduğunu fark etmiştir ve aklı selim buna evet demiştir...”
AB’nin Türkiye için akıllıca taktikler uyguladıklarını görüyoruz. Yöneticiler bunu biliyorlar ama söylemek cesaretinde bulunmuyorlar. Ucu açık, imtiyazlı ortaklık sözleriyle pazarlığı devam ettiriyorlar. AB çok uzun sürmez dağılma sürecine girerse kendilerinin kaybedeceği fazla bir şey yok. Ülke sınırları belli, ekonomileri işliyor, siyasi organlar çalışıyor, parlamentoları görevini yapıyor, ordusu vazife başında, etnik hiçbir faaliyete izin vermiyorlar. Ya Türkiye!
Aşırı fikirleri ile tanınan Rus siyasetçi Duma Başkan Yardımcısı Vladimir Jirinovski Avrupa’nın akıbeti hakkındaki fikrini şöyle özetliyor: “Rusya dağıldı. ABD tek süper güç kaldı. Yakın gelecekte AB dağılacak. Rusya yine süper güç olacak.”
İngiltere Başbakanı Tony Blair ise Avrupa’nın geleceği hakkında şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Kökeni ne olursa olsun, günümüz Avrupa’sı artık sadece barış hedeflememektedir. Amaç kolektif bir güç oluşturmaktır. Ekonomik sebeplerin yanı sıra bu da Orta Avrupa Ülkeleri’nin neden birleşmek istediklerinin çok açık bir sebebidir. Bu nedenle Avrupa için sınırlı bir vizyon, insanların Avrupa hakkındaki modern beklentilerini karşılamaktan uzaktır. Ancak, ekonomik ve politik gücü ile bu Avrupa bir süper güç olabilir ama bir süper devlet olamaz. Avrupa 25 üyeli bir hale geldiğinde, bir ülkenin sadece 12-13 yılda bir başkanlık edeceğine ciddi bir biçimde inanabilir miyiz? Ancak büyük ve küçük ülkelerin karışımından oluşan iki ya da üç ülkelik birlikler daha mantıklı olabilir. İkinci olarak Avrupa için bir Anayasa yapılması konusunda da önemli bir tartışma sürmektedir. Uygulamada, AB’nin bütün çeşitliliği ve karmaşıklığı göz önünde bulundurulursa, anayasasının, İngiliz anayasası gibi, birkaç antlaşma, kanun ve teamüllerle oluşturulmaya devam edeceğini düşünüyorum. Aynı zamanda, Avrupa Parlamentosu’nun ikinci bir meclisinin oluşturulması ile Ulusal Parlamentoların temsilcilerinin bu konulara daha çok iştirakini sağlamanın vaktinin geldiğine inanıyorum. Avrupa’nın politik temellerini doğru atmalıyız. Ulusal sınırların değil, ulusal farklılıkların olduğu, ortak politikalar yürütebileceğimiz ama farklı ve birbirinden ayrı kimliklerimizi koruyabileceğimiz bir Avrupa istiyoruz.”
Yarınki Avrupa’nın kendisine bile fayda getirmeyeceğini bilelim. Birbirlerini asırlarca dişleyen Avrupalılar’ın Türkiye karşısında şimdi kuzu sarması gibi birleşmiş görünmelerine dikkat edelim. Viyana’nın direnç göstermesi ve Avrupa’lı liderlerin sıkı pazarlıklarla çok önemli bir pazar olan Türkiye’yi kapıdan içeri sokmamak adına elde tutmak istemesi oyunun bir parçasıdır. Ergun Göze’nin ifadesiyle; “Batı ise gözleri Türkiye’de, ya bu dev bir gün uyanırsa diye korkusundan devin uyanmaması için elinden gelen her türlü tedbiri almış, devin evinde öyle gaileler yaratmış ki artık uyansa bile uyandığında pişman edecek engellerle karşı karşıya, Ermeni soykırımı iftirası bunların başında. İftira eden bunun iftira olduğunu herkesten fazla biliyor ve bile bile iftira ediyor, bizim iktidarların duyarsızlığı akıl almaz boyutta.
Bu kadar saçma, mantık dışı, vicdan kanatıcı bir konuda Fransa, Almanya, İsviçre Parlamentosunun, Amerikan Kongresi’nin vs’nin kararlar almış olması Türkiye’ye, Türk Tarihi’ne, Türk varlığına, Türk şerefine savaş ilan etmek, yok etmeye azmetmektir. Hele demokrasiyi, düşünce hürriyeti şampiyonluğunu hiç kimseye bırakmayan Fransa’nın Ermeni soykırımı yoktur demeyi bile yasaklaması, insanların düşünce hürriyetine ipotek koyması bu konuda ne kadar kararlı ve zararlı olmaya aday olduğunun göstergesi ve de insanlıktan da ne kadar uzaklaştığının bildirgesidir. Aynı zamanda, meselenin iç yüzünde Türk’e karşı 21. yy. modeli bir soykırım hazırlandığının da habercisidir.
Bu kadar vicdan dışı bir muamele karşısında hakkını ve şerefini koruyamamak, buna yanaşmamak bir devlete ve millete yakışmadığı gibi partizan düşünceler veya menfaat kaygısıyla bu şeref kırıcı iddiaları normal şeylermiş gibi karşılamak ve göz yummak politikacılara da hayır getirmez... Türk Milleti bugün, içindeki iftiracılara da, dışarıdakilere de bir şeref ve haysiyet dersi vermek durumunda ve zorundadır. Her şey pazarlanabilir ama şeref, haysiyet, namus, iffet pazarlanamaz. Bu pazarlamayı hiçbir Ceo yapamaz.” (H.O. Tercüman 20.10.2005)
Basına yansıyan demeçleri hepimiz okumaktayız. İtalya’nın Tayyipsever Başbakanı Berlusconi AB zirvesinde açıkça bir şey söylemişti:
“Erdoğan bana Kıbrıs’ı tanıyacaklarını ancak bunu Parlamentoda (TBMM) kabul ettirebilmek için zamana ihtiyaçları olduğunu söyledi. Biz de kendisine gereken zamanı tanıdık.”
Aynı şekilde Papadopulos ve Karamanlis’in de:
“Erdoğan’ın Meclis’i ikna için süreye ihtiyaç var. Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate alacağız.” diye açıklamaları bulunmaktadır. Öyle ise neler oluyor? Biri bize olan-biten durumları anlatsın.
Erdoğan 17 Aralık Zirvesi’nden önce şöyle yakınmalarda bulunmuştu:
“Zaman zaman yok Ege’de şu olmuş bu olmuş. Bunlarla artık kendinizi savunamazsınız. Yok Ruhban Okulu, Ermenistan meselesi, bunlar 17 Aralık’tan önce konuşulacak meseleler değil. Önce 17 Aralık’ı hallederiz. Ondan sonra Ruhban Okulu’nu da, Ermenistan’ı da, başka diğer sorunlar varsa bunları da konuşuruz.”
AB Bölgeler Komitesi ise yakın zamanda bir karar alıyor: “Yerel ve bölgesel özerklik için Türk Devleti sıkıştırılmalıdır”
AB ile müzakere şartları sayfalarımızı çok aşacak boyulardadır. Sadece okuyucular satırları aralamakla yetinseler bile içine çekildiğimiz felaketin hangi boyutlara ulaştığını görecektir.
Türkiye’yi yönetenler iştahla müzakerelere devam etseler, ne emredilirse yapsalar bile sonunda AB üyesi ülkeler kendi halklarına “Halkoylaması” yaptırarak birliğe giriş kapısına bir daha açılmamak üzere kapatacaklardır. İşin esası budur. Bu zamana kadar ne kadar koparabilirlerse, Türkiye’yi çaptan düşürebilirlerse, bölük-pörçük edip kantonlara ayırabilirlerse ne âlâ! Müzakere süreci 10-15 yıl sürecek. Her yıl Türkiye hakkında rapor hazırlayacaklar. Bunların pek çoğu kötü olacak. Hükümet de elinden geleni(!) yapacak.