Geçtiğimiz ay yaşanan gelişmelerin en önemlisi sizce hangisi? Avrupa ile müzakerelerin başlaması mı, Rektör dayanışmasının kalkışmaya dönüşmesi mi, yoksa yetim ve kimsesiz çocukları emanet ettiğimiz yurtlarda yaşanan işkence ve taciz haberlerinin ayyuka çıkması mı?
Yüzyıllardır bir “Medeniyet” lafıdır, “Avrupa”dır takılmış peşine gidiyoruz. Ancak geldiğimiz noktaya bakar mısınız? Çocuklarımızı korumaktan, yetiştirmekten ve terbiye vermekten aciziz.
Hakkında şaibe bulunan bir meslektaşına destek olmak için adeta bir kalkışma görüntüsü sergileyebilecek kadar ortalığı ayağa kaldıran, Türkiye’nin en yüksek eğitim kurumlarının başındaki o adamlara sormak lazım: “Bu millet bu hale nasıl geldi?” Kaç taneniz kafa yoruyor, “Bize emanet edilen çocuklara nasıl bir ahlâk eğitimi verebiliriz?”, “Bu toplumu nasıl eğitebiliriz?” diye.
“Din eğitimi” denilince, “İslâm” denilince hop oturup hop kalkıyorsunuz, haberiniz var mı: “Avrupa kendi medeniyetini nasıl tanımlıyor?” Ne diyor Avrupalılar: “Hıristiyan ahlâkı, Roma hukuku, Yunan felsefesi”... İnanın bunların içinde bu kadar basit bu temel bilgiyi bilmeyenler bile vardır.
Peki bizim medeniyetimiz ne medeniyeti? “Batı medeniyeti mi?” Ahlâkımız ne ahlâkı? Ya da; biz çocuklarımıza eğitim kurumlarımızda ne ahlâkı öğretiyoruz? Daha doğrusu herhangi bir ahlâk öğretiyor muyuz?
Halbuki dünyadaki en güzel ahlâk kaideleri İslâm dinindedir. Bu ahlâk sebebiyle bu millet yüzyıllar boyu bütün dünyaya ışık saçmış, rakiplerinin, düşmanlarının, dostlarının hayranlığını celbetmiştir. Bundan beşyüzyıl önce kadılarımız İstanbul fatihi bir cihan padişahını yargılayabiliyordu. Şimdi hâkimlerimiz rektör yargılamaktan, milletvekili yargılamaktan aciz duruma getirilmişler. Söyleyin bakalım “İleriye mi gitmişiz, geriye mi?” Hukukun üstünlüğü kavramını Avrupa kimden öğrendi? Uzaydan mı ithal etti? Bir “usül”dür gidiyor.
Mesele bu iman ve iz’an yoksunluğundan ibaret olsa yine bir şey değil. Görüyorsunuz bir şebeke gibi çalışıyorlar. Sebebini bilen biliyor. Hemen hepsi gizli cemiyet üyesidir. Doçent olabilmek için bile Mason localarına üye olmak zorunda kalan bilim adamları var. Yükselmek, üniversitelerde yer edinmek adeta tek bir şarta indirgenmiş durumda. Bu derebeylerinin tarikatına üye isen, tek bir kumanda ile her denileni yapan vasıfsız bir kimse isen önün açık. Aksi halde işin zor. Size çok çarpıcı bir misal verelim. Oktay Sinanoğlu ismini çoğumuz duymuşuzdur. Bakın bir dergide kendisi nasıl tanıtılmış: “26 yaşında profesörlüğe hak kazanıp ‘Time’ gibi dergilerde dünya basınında yer aldı. ‘Batı’da yetişen son üç yüzyıl içindeki en genç profesör’ ünvanını aldı. ABD Yale Üniversitesi’nde iki kürsüde birden hoca... Canlılara biyolojik kimliğini veren DNA’ların şifresini çözerek, bilmediğimiz türden canlılar yaratmanın teorisini kurdu. Kuramları kimya ders kitaplarında onun adıyla anılıyor.”(Aktüel, 1995)
Bu profesörümüz sırf Türkiye’ye hizmet edebilmek için Türkiye’de bir üniversitemizde öğretim üyeliği yapıyor. Her fırsatta gelip öğrencileri ile ilgilenmeye çalışıyor. En az 30 yıl önce Moleküler biyolojinin, biyoteknolojinin temel kuramını bulan bu büyük bilim adamının üniversitesinde Moleküler Biyoloji kürsüsü açıldı. Başına kim getirildi? Başka birisi, hem de bir eczacı.
Peki moleküler biyoloji, biyoteknoloji nedir, ne işe yarar biliyor musunuz? Türkiye bugün ziraî üretimde kullandığı hibrid tohumların % 90’ını ithal ediyor. Bu tohumları ithal ettiğimiz ülkelerin başında kim geliyor? İsrail. Her yıl milyonlarca dolar tohum ihracatına para ödüyoruz. Neden? Çünkü bahsettiğimiz teknoloji sayesinde verimi arttırılmış bu tohumlar aynı zamanda kısırlaştırılmış. Ertesi yıl tohum elde edip üretime devam edemiyorsunuz. Üretici ülkeler bu kısırlaştırmayı bilinçli yapıyorlar. Tohum üretiminde neredeyse tamamıyla dışarıya bağımlı olmamız, yerli ürünlerimizin neslini tüketiyor. Bu gidişle tarımsal üretimde kökten dışarıya bağımlı kalacağız. Bu durum çok büyük bir ulusal güvenlik sorunu haline gelmiştir. Yeri geldiğinde süngünüzle vatanınızı müdafaa edersiniz, ancak aç kaldığınızda ölümü beklemekten başka çareniz kalmaz.
Biraz anlayabildik mi? Üniversiteler bilim mi üretiyor? Bilime köstek mi oluyor? Veyahut bilim ne işe yarıyor?
Hükümet de tutturmuş “Avrupa”, “Hoşgörü”, “Medeniyetler Buluşması” diye. Bindi bir alamete kendileri bile bilmiyorlar, bu gidiş nereye?
“Ve iş sonunda bugünkü acıklı günlere geldik. Durumun vahametini görmeyenlerin veya umursamayanların çokluğu, kültür/toplum mühendislerinin ve onların gizli cemiyet üyesi yerli işbirlikçilerinin, heyhat, ne kadar başarılı olduklarını gösteriyor.” (Türk Aynştaynı, sayfa: 388)
“Hatta Romenler bana orada dediler ki, ‘Yaa, siz çok zengin ülkesiniz, biz çok fakiriz, bizim bir şeyimiz yok, komünizmden yeni çıktık, niye sizde bilim yok?” (Türk Aynştaynı, sayfa: 392)
“Ben o sıralarda bir afiş gördüm, filanca ayda Elazığ’da ‘1. Türk Dünyası Matematik Kurultayı Yapılacaktır’ diye. Vay canına dedim, senelerdir, çocukluğumdan beri hayal ettiğim olay. ..Zamanı yaklaşıyor, birkaç hafta kala bu işi düzenleyen oradaki matematik bölüm başkanıyla telefonda konuştum, ... adam ağlamaklı. Ne oldu dedim. ‘Bunu yapacağımızı çok önceden planladık, Türk dünyasıyla ilgili devletin neresi varsa hepsine müracaat ettik, TİKA, birkaç kuruluş, .... O kuruluşlardan demişler ki: ‘Tamam size uçak parası ve destek veririz, şu kadar.’ ... THY de, yüzde 50 indirim yaparız diye söz vermiş. Türk dünyasında tanınmış matematikçiler çok, Türkiye’den daha fazla, ...Şimdi, kurultayı düzenleyenler, oradakileri davet edip, yol paranızı vereceğiz vs. vs., vaatlerde bulunmuşlar. ...Son dakika devletin hiçbir yeri sözünde durmuyor, hiçbiri beş kuruş vermiyor. THY, yüzde 50 indirimi de yapmıyor. Şimdi bunlar tesadüfen olmaz; insan haklarıdır, şu bu gibi meseleler olsaydı para yağardı, içerden ve dışardan, Türk dünyası lafı olunca yok, baltalıyorlar. Sonuna kadar bekletip şak kesiyorlar. ...’Dur, belki bir çaresini buluruz.’ dedim. Türk ve Kazak devletlerinin ortaklaşa Kazakistan’da kurmuş oldukları Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi ile konuştum, oradan bir para ayrıldı ve işi yaptık.” (Türk Aynştaynı, sayfa: 393-395)
“Batı, dört, beş yüzyıl öncesine kadar bilimleri de, tıbbı da ve insanlık anlayışının ne olduğunu Türkler’den öğrendi. (Sonuncusunu tam öğrenir gibiyken, tekrar unutuverdiler). İşte bu Batı, Türkiye’yi, Türk dünyasını karşısında bir daha büyük güç olarak görmek istemiyor. Dolayısıyla en yoğun yıkıcı etkinlikleri burada. ... Bu nasıl yapılıyor? Eski usul işgal etse yapamaz; içine, kanına girerek gizli cemiyetlerle yapıyor. ... Gayesi, asli görevleri gizli, görünüşte açık, uçları dışarıda bazı cemiyetler de var işin içinde. Kilit noktalarda çöreklenerek, ve hatta tabana doğru inerek Türkiye’yi içinden fethediyorlar. Bunu yalnız ben mi görüyorum? Yoo. Artık neredeyse çocuklar işin farkında, ama güç bu beşinci kolda.
... Ama hepsine 40 senedir tek tek anlatınca baktım ki çoğu, bu ve bu gibi derin düşmanlıkları bilerek yapıyor.
Başkent üniversitesinin kurucusu Mehmet Haberal, üniversite duvarlarına ‘eğitim Türkçe olmalı’ diye yazı yazmış. Nasıl izin vermişler, hayret, dedim. ...Kurucu rektör Mehmet Bey benimle görüşmek istemiş.. ... Ancak bizim içgüdüler 40 yıldır o kadar gelişmiş ki, Sayın Rektörü görür görmez bir çelişki sezdim; ... 40 senedir başıma gelenlerin daha beteri bir daha oldu. Kalıpla kurabiye kesersin ya, hep aynı, o kalıp belli. Ama kendisi farklı tanıtılmıştı. ... Sonra ‘Bir üniversitede araştırma merkezi kurmak için YÖK’ten izin almak gerekmiyor, değil mi?’ diye sordum. Biliyorum YÖK’e sorsa hemen baltalayacaklar. ‘Yok, gerekmez” dedi ama, demeye kalmadan sekreterine ‘bana Uğur Bey’i bağlayın’ dedi. (Meğer Uğur Bey, Kemal Gürüz’ün ikinci adamıymış. ..) Şöyle bir merkez kurabilir miyim, dedi kısaca, ve hemen ekledi: ‘Oktay Sinanoğlu var ya.’ Söylediği tam o kadar. Sonra uzun bir cevabı dinlerken yüz ifadesi son derece itaatkâr ve aşağıdan. Yarım dakika önceki azametli halden eser yok. ... (Aynı tutumu, ve daha da barizini, İngilizce ile eğitim konusunda yaptığı ile dediği arasındaki tezatı, Yıldız’ın rektörü Ayhan Alkış’ta da gördük.)
... Gebze Teknoloji Enstitüsü’ndeki birçok öğrencinin ve hocanın, birkaç yıldır, beni orada bilimsel -siyasi ya da yarı siyasi değil, kimya fizik konuşması için- konuşma yapmam için çağırmak istemesi ama bir türlü olmaması nerede görülmüştür. Sonunda rektörün engellediğini, ‘Kemal Gürüz’cü olduğunu öğreniyorum. Efendim bu sağcıdır, bu solcudur, yahut bu Türkçe diyor, işte sisteme katılmıyor, gizli cemiyet üyesi değil, onun için buna üniversitede bilemsel araştırma konusunda konuşma yaptırmayız diye bir olay dünyanın neresinde görülebilir? Fecaate bakın. Türkiye’de durum bu.“ (Türk Aynştaynı, sayfa: 415 vd.)
“1970’lerde bayağı bir araştırma vardı üniversitelerde. Hatta o zaman ben biraz işkillenmiştim. Yani bu şimdi dışarıda birilerinin hoşuna gitmez, tedbirini alırlar diye düşünmüştüm. Ve nitekim ihtilali yaptırdıkları zaman hemen YÖK’ü kurdurup işi bitirdiler.” (Türk Aynştaynı, sayfa: 123)
“Dışarıda her tarafta, her dilden yaparım ama, Türk hoca olarak bilimi Türk çocuklarına başka bir dilden anlatacaksın. Korkunç bir şey.” (Türk Aynştaynı, sayfa: 141)
“Üniversitelerde hocalar, haftada otuz-kırk saat ders verme durumuna düşürüldü, araştırmaya vakit bırakılmadan. Üniversite dediğin, lisemsi bir şey oldu, eski liselerden de beter. Kişilik sahibi, ülke çıkarlarına, ulusal bağımsızlığa, gerçek bilime kendini adamış hocalar evrenkentlerden (üniversitelerden) uzaklaştırıldı. Bütün bunlar bir kişinin kafasından mı çıktı? Hiç sanmam...” (Türk Aynştaynı, sayfa: 164)
“1960’ların sonuna doğru çok eksicikli atom, molekül kuramını yoğun bir şekilde atom fiziğine uygulamaya başlamıştım. Bu yaz okulunu, ‘atom fiziğinin babası’ Edward Condon’ın şerefine yaptım. Yani ona adadım. ... O yıllarda ‘atom fiziği’ lafı kamuoyunda en çok ilgi gören şeydi. (Tabii, nükleer bombaya ‘atom bombası’ denmiş olmasının da bunda rolü vardı.) O yaz, Yeni Asır gibi gazeteler bol bol, ‘İzmir’de atom fizikçileri toplandı’ vb. diye başlıklar atıyorlardı. Bu durum, o zaman başbakan olan Sayın S. Demirel’in dikkatini çekmiş. .... Demirel’le konuşurken, dışarıda yaptığımız bilimin oralarda kalacağını, Türkiye’de belli hedefler doğrultusunda araştırma merkezleri kurulması gerektiğini, bunun için yurda dönüp sürekli çalışmaya hazır olduğumu söyledim. Demirel, ‘Elazığ’da yeni meslek okulu kurduk, gel orada ders ver’ dedi. (Tabii o zaman orada bir üniversitenin lafı bile yoktu.) İlginç değil mi?” (Türk Aynştaynı, sayfa: 393-395)
Bu ifşaatlar ışığında Ermeni tezlerini müdafaa eden hainlerin koca koca üniversitelerde kendilerine yer bulmalarının hikmetini anlamak hiç de zor olmuyor. İhanet şebekesi özellikle üniversitelerimizi ele geçirmiş durumda.
Amerikan işgali altındaki Irak’ta ölenler sadece masum siviller değil. Ülkenin önde gelen bilim adamlarından en az 300 tanesi öldürüldü. Sömürülecek ülke kategorisindeki ülkelerde ne bilime ne de bilim adamına tahammül yok.
Bizim de bu bilim adamı müsveddelerine tahümmülümüz kalmadı. Bunlarla mücadele etmek, Türkiye’yi müdafaa etmektir.