Dinimizi ve vatanımızı yıkmayı hedefleyen her türlü “kanun” ve “kriter”i körükörüne tatbik edip, ecdâdımızın yâdigârı olan bu mülkü küffârın deneme tahtasına çeviren ahmaklar; bir taraftan vatanı kendi elleriyle kâfirlerin hüküm ve irâdesine teslim ediyor, diğer taraftan da ümmet-i Muhammed’e küfrü ve kâfirleri “hoş” göstermeye çalışıyorlar.
Hâlbuki bir ibret örneği olan Osmanlı, küfürden ve kâfirlerden uzak durduğu müddetçe şahlanmış; onlara yanaştığı ve yaklaştığı an ise yıkılmış ve hüsrâna uğramıştı.
İslâm’ın hükümlerine bağlılıktaki samimiyetleri nedeniyle “sahâbelerden sonra hükümdarların en sâlihi” olarak vasfedilen Osmanlı pâdişahları; “Allah size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi; küfrü, fâsıklığı ve isyânı ise çirkin gösterdi.”(1) Âyet-i kerîme’sine gerçekten îmân edip hakkıyla riâyet ettikleri için, çıkardıkları kânunnâmelerde îmân ile küfrün, mü’min ile kâfirin karışmasını önleyecek çok ince hükümler tertip etmişlerdi.
Nitekim Sultan II. Bâyezid ve Yavuz Sultan Selîm Hân dönemi “İhtisab Kânunnameleri”nde yer alan şu ifâdeler, tamamen İslâm’ın özünden kopup gelen; İslâm’ın ve müslümanların pak ve temiz, küfrün ve kâfirlerin pis ve necis olduğu esâsına dayanıyordu:
“Aşcılar bişürdükleri aşı pak bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya!”(2)
“Hammâmcılar gözlene; hammâmların pâk ve temîz dutalar ve suyu mu‘tedil ve hammâm ıssı ola... Nâzır olan dahî fota (havlu)ları pâk ve temîz duta, kâfire virdükleri fotayı müslimânlara virmeyeler, kâfir fotalarının ayru ‘alâmeti ola. İnad iderler ise muhkem hakkından geleler!”(3)
“Ve dahî berberler gözlene; kâfir bâşın ve uyuzlu bâşın tıraş itdüği ustûra ile müslümân bâşın tıraş itmeyeler ve kâfir yüzin sildüği bez ile müslimân yüzin silmeyeler, bezi ve usturaları ayru ola.”(4)
İşte kuruluştan yükselme devrine kadar gelen Osmanlı pâdişahlarının kâfirlere karşı sergilediği tutum ve tavır bundan ibârettir. Onlar kâfirlerin ne kadar “necîs” ve “murdar” olduklarını(5) bildikleri için, “kânunnâme”lerindeki hükümleri de mü’minle kâfirin, temizle pisin karışmasını önleyecek şekilde düzenlemişler; kendileri kâfirlerin necâset ve pisliğinden büyük bir dikkatle sakındıkları gibi, bu sûrette buyrukları altındaki müslüman tebaanın da sakınmasını te’min etmişlerdi.
Onlar “nâhoş” kâfirleri “hoş” görecek kadar ahmak ve basîretsiz değildi. İslâm ahkâmına bağlı oldukları için, onları “hoş” görmek yâhut bir hiç uğruna onların hüküm ve “kriter”lerine boyun eğmek şöyle dursun; onların bulundukları yerde pişirilen aştan ve kullandıkları eşyâdan tiksinecek kadar sağlam ve güçlü bir îmâna sâhiplerdi.
Şanlı imparatorluğun üstünü kara bulutların kapladığı bu en buhranlı dönemde bile, hâlâ Allah’ın İslâm’a izzet, küffâra zillet verdiğini bilen, mü’minlerle kâfirler arasındaki hudûdu hakkıyla muhâfaza eden dirâyet ve basîret sâhibi hükümdarların varlığı göze çarpıyordu.
Nitekim Sultan I. Abdülhamid Hân bir gün halk arasında tebdîlen gezerken, yolcu kayıklarında kâfirlerin müslümanlardan daha yukarıda oturduklarına şâhid olmuş, bizzat kendi eliyle bir hüküm yazıp bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirerek; “Ba‘zan kayıklarda müslümân ve kefere ve yehûd(‘un) mahlût (karışık) oturdukları olagelmişdür. Mâni‘ değildür. Lâkin görüyorum; kefere kayığın yukarısına, müslümân olan aşağısına otururlar. Doğru ve gerek münâsib görmedim. Men‘i husûsu nezdinizde münâsib ise iktizâsınca tenbîh oluna!..” diye emir buyurmuştu.(6)
I. Abdülhamid Han’dan sonra tahta geçen Sultan III. Selîm Han da, bir taraftan müslümanlarla kâfirlerin aynı kıyafetlerle dolaşmalarını Hatt-ı hümâyûn ile yasaklarken;(7) diğer taraftan müslüman halkı, evlerini kâfirlerin evleriyle aynı renge boyamaktan men’ ediyordu:
“Kaymakam Paşa,
Şimdiden soñra binâ olunan evleri, tenbîh idesün; gâvurlarınki gibi siyah-lâcivert boyamasunlar. Hem pek yüksek yapıyorlar ve âdetten ziyâde yapmasunlar. Müslümân evleri siyâh olmasun, gâvur ve yahudi evleri siyâh olsun. Gâvur ve Müslümân belli olsun!..”(8)
Bu hâl, Osmanlı’nın batıya hayranlık duyarak, mü’min-kâfir hudutlarını ortadan kaldıracağı ve müslümanlarla kâfirleri eşit sayacağı “Tanzîmât” ve “Islâhat” fermanlarının îlânına kadar devâm edecekti.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde, zamanın Avrupa hayrânı meymenetsiz “aydın”ları, din ve devletin yıkımını hedefleyen bir “küffâr” dayatması olan “Islahat Fermânı”nı büyük bir mârifetmiş gibi îlân etmeye kalkışıyor; İslâm târihinde ilk kez müslüman-kâfir hudutları aradan kaldırılıp, “‘ulemâ’ ile berâber patrikler ve hahambaşı ve metropolidler ve rum milleti mu‘teberânı” biraraya gelerek,(9) bugün “diyalog ve hoşgörü toplantıları”nda rastlanan o “çirkin” ve “yakışıksız” manzara ortaya çıkıyordu.
Asırlardır İslâm’ın azîz, küfrün ve kâfirlerin zelil olduğuna îmân eden, bu sâyede târih boyunca dâimâ zaferler kazanıp küffârın tepesine binen müslüman Osmanlı halkı için, “teba‘a-i gayr-i müslim”le “ehl-i İslâm”ı eşit sayan(10) bu ne idiğü belirsiz ferman, bir anlamda “son”un başlangıcı mânâsına geliyordu. Bu yüzdendir ki haklı olarak “ehl-i İslâm’ın birçoğu; ‘Âbâ ve ecdâdımızın kanıyle kazanılmış olan mukaddes millî hukûkumuzu bugün gâ’ib etdik. Millet-i İslâmiyye millet-i hâkime iken böyle mukaddes bir haktan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür!’ deyû söylenmeğe”başlamıştı.(11)
Temiz ve pak müslümanların murdar ve necis kâfirlerle aynı kefeye konulması, dönemin îmân ve iz’an sâhibi bâzı devlet adamlarının da çok ağırına gitmiş; hattâ Mehmed Paşa-zâde Saîd Bey ferman okunduktan sonra namaz kıldırmak üzere olan imama; “Ne kılıyorsun hocaefendi! Ferman okundu, görmedin mi? Teba’a-i gayr-i müslime ile berâber olacağız!..” diyerek tepkisini dile getirmişti.(12)
Küffârın “kanun” ve “kriter”lerinin Osmanlı’yı daha dün parçalayıp da yıkıma sürüklediğini görmezden gelerek; târih boyunca kudret ve azâmetiyle kâfirlere galebe çalan bu müslüman milleti bir “hiç” uğruna küffârın hükmü altına sokmaya yeltenenler; işledikleri bu târihî suçun hesâbını aslâ veremezler.
Dînimizin ve vatanımızın düşmanı olan “kâfirleri dost edinip, şeref ve kudreti onların yanında arayan”(13) bu anlayış özürlüler, “şeref ve kudretin tamâmen Allah’a âit olduğu”nu(14) hâlâ bilemediler!
(1) Kur’ân-ı Kerîm, Hucûrât (49): 7
(2) “Der-Beyân-ı Kânûnnâme’-i ‘Osmânî”, Arnavutluk Devlet Arşivi. Belgeler, nr.: 143, belge nr.: 127, vr. 66; Edirne Şer’iyye Sicilleri, “İhtisab Kânunnâmesi”, md. nr.: 7.
(3-4) a.g.e., vr. 74; “Kânunnâme-i Osmânî, Millet ktp. TY, nr. 76.
(5) Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe (9): 28, 95.
(6) BOA, E. nr. 7029/198.
(7) BOA, Hkm. s. 56, Belge nr.: 168.
(8) Enver Ziyâ Karal, “Selim III’ün Hatt-ı Hümâyûnları”, s. 103.
(9-12) Ahmed Cevdet Paşa, “Tezâkir-i Cevdet”, Tezkire nr.: 10, s. 67-69.
(13-14) Kur’ân-ı Kerîm, Nîsâ (4): 144.
Resûlullah Aleyhisselâm’ın sancaktârı olan Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri; “Ayasofya’da iki rekât namaz kılan hulde (cennete) dâhil olur.”(1) Hadîs-i şerîf’inin müjdesine ermek için bir avuç sahâbe ile birlikte İstanbul’a gelerek, imparatora Ayasofya’da namaz kılmak istediğini söylemiş, imparator da bunda herhangi bir sakınca görmemişti.(2) Ancak, müslümanlara verilen izni haber alan papa apar-topar imparatorun huzûruna koşup; “Bu sizüñ itdüğiñüz ne rüsvaylıkdur ki, bir bölük müslimânları ma‘bedimize koduñuz? Temiz ibâdethânemüzi nâ-pak itdiñüz! E gerçi olan oldı... Lâkin bunlaruñ sağlığla çıkması ırz-u nâmûsumuza haleldür!” diyerek,(3) imparatoru sahâbeleri öldürtmeye tahrik etti. İmparatorun gönderdiği askerler tarafından pusuya düşürülmek istenen Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri, sahâbelerle birlikte surların önünde çarpışırken, alnına isâbet eden bir okla şehîd edildi.(4)
Bu hâdise gerçek müslümanlar için çok büyük bir ibrettir. O kâfirler mü’minleri hakir görüp bu mâbede sokmak istememişti, şu hâlde “papa”nın Ayasofya’da ne işi var?
Geçimlerini küffâra yaltaklık ve yalakalıkla sağlayan münâfıklar, Ayasofya’yı “özelleştirme” adı altında utanmadan küffâra peşkeş çekmeye kalkışırken, bir de sanki dalga geçer gibi; “Aşırıya kaçmamak şartıyla papa Ayasofya’da âyin yapabilir!” diyorlar. “Papa” Ayasofya’nın içine girdikten, maksadını icrâ ettikten sonra, aşırıya kaçsa ne olacak, kaçmasa ne olacak? Sana bu hakkı, bu yetkiyi kim verdi?
Onlar bu icraatlarıyla Allah’ın, Resûl’ünün, meleklerin ve onu İslâm mâbedine çeviren Fâtih’in lânetini yemekten başka hiçbir şey yapmıyorlar!
Zîrâ Peygamberî övgüye mazhar olan cihan sultânı, fethin mânevî timsâli olan Ayasofya’yı, kıyâmete kadar câmii olması şartıyla İslâm’a ve müslümanlara vakfederek şöyle söylemişti:
“Benim bu mâbedim, dünya durdukça câmi’ olarak kalacaktır. Her kim benim bu mâbedimi câmi’likten çıkarıp başka bir şeye çevirirse; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun! Onlar hiç hafiflemeyen bir azâbın içinde kalsınlar! Öyle ki, yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiç kimse bulunmasın!..”(5)
Onlar gerçekten de böyle bir cezâya lâyık ve müstehaktırlar!
Şurası çok iyi bilinmelidir ki; İstanbul fethedilen hiçbir küffâr beldesine benzemez. İstanbul’un fethi, târih boyunca küffârın Müslüman Türkler’den yediği en acı ve en ağır darbedir. Küffâr bu şehri istilâ niyetinden asırlardır vazgeçmemiş, dâimâ plânını tatbike koyacağı ânı beklemiştir. Bugün papanın Ayasofya’da ayin yapmak istemesi ve rum patriğinin ruhban okullarının açılmasını talep etmesi de, şimdiden küfre zemin hazırlamak içindir!..
(1-2) Gelibolulu Mustafa Âlî, “Künhü’l-Ahbâr”, c. 2, s. 42, haz.: M. Hüdâi Şentürk.
(3-4) Gelibolulu Mustafa Âlî, a.g.e., c. 2, s. 42-43.
(5) A. Akgündüz - S. Öztürk - Y. Baş, “Ayasofya Vakfiyesi” (“Üç Devirde Bir Mâbed: Ayasofya” kitabı içinde), s. 310-311.
Sultan I. Ahmed Hân Sultanahmet Câmii’ni yaptırdığı zaman, Memlûk sultânı Kayıtbay’ın Mısır’daki türbesinde bulunan Resulullah Aleyhisselâm’ın mübârek ayak izini İstanbul’a getirtip, inşâ ettirdiği yeni camiinin içine koydurtmak istemişti. Ancak bir gece rüyâsında Memlûk sultânı’nı, Resulullah’ın huzûrunda kendisinden dâvâcı olurken gördü. Dâvâ, Resulullah Aleyhisselâm’ın her ikisi arasında da hükmederek, Sultan Ahmed’e emâneti sâhibine vermesini emretmesiyle son buluyordu.(1) Pâdişah rüyâsını Azîz Mahmûd Hüdâî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne anlatınca, emâneti sâhibine iâde etmesini emir buyurdu.
Nâbî’nin “Tuhfetü’l-Harameyn” adlı eserinde belirtildiğine göre; Sultan I. Ahmed Hân daha sonra o ayak izine benzer bir sorguç yaptırıp sarığının üstüne takmış üzerine de şu şiiri yazdırmıştı:
‘N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâ’im
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı rüsul’üñ
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet ol kadem sâhibidür
Ahmedâ, turma yüzüñ sür kademine o gülüñ’(2)
(1) Nâbî, “Tuhfetü’l-Harameyn”, Köprülü ktp. Hacı Ahmed Paşa, nr.: 260, vr. 26b-27a.
(2) Nâbî, a.g.e., vr. 27a.