Müslüman olmuş hıristiyan bir âlime yazılmıştır.
Cerîde-i Havâdis Gazetesi’nde yayınlanan; Cenâb-ı Hakk’ın ezeli inayeti, sadece O’nun sonsuz hidayeti ve çevresini nurlara garkeden hakikat güneşinin, kalplerini iman nuru ile tenvir ederek çevresine feyz ve bereket dağıtıcı bir hale getirdiği mühtedilerle ilgili bir haber fakirin gözüne ilişti. Böylesine güzel bir haber ve öylesine güzel bir vesile bu duâcı kardeşinizi şükran borcu altında bıraktı.
Evet, aslı, nesli, ilmi ve irfanı ile benzerleri arasında temayüz etmiş, dinlerin hakikat ve inceliklerine ve bunların vesikalarına vakıf olmuş bir zat, yaptığı araştırma ve incelemeleri sonunda gerçek din olarak “İslâm Dini”ni seçmiş ve hidayete ererek müslüman olmuştur. İnsanlık âleminin, dosdoğru, açık ve seçik olan hidayet yolunu seçip tercih edeceğinde şüphe yoktur. Bu yüzden hakiki ve gerçek Hâdi, kullarına en doğru yolu, en güzel bir üslup ile gösteren Cenâb-ı Hakk’a samimi şükürlerimi arzediyorum.
Sâhibü’l-minber ve’l-mihrab -aleyhi salevatü’l-Meliki’l-Vehhab- Efendimiz Hazretleri:
“Yâ Rabbi! Bu dini Hattab oğlu Ömer’le kuvvetlendir ve yücelt.” buyurmuştur. Sizin de bildiğiniz gibi, bu fakir ve hakir kardeşinizi böylesine sevindiren husus, özü saadet ve mutlulukla yoğrulmuş Din-i Mübin-i İslâm’ın “Biz anne, baba ve ecdadımızı böylece bu yol üzerinde bulduk.” (A’raf: 28) bahanesini aşarak, mesnedsiz bir iddiaya bağlı kalınmadan seçilmiş olmasıdır. Aksine bu tercih, öncelikle akl-ı selim, nakli delil ile her türlü tahrif ve tağyirden uzak kalabilmiş, semavi kitapların incelenmesi sonunda, hikmet ve mantık kaidelerine uygun olarak yapılmıştır. Allah’ım bize Hakk’ı hakk olarak göster. Ona tâbi olmakla bizleri rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve bizlere ondan kaçınmayı nasip et!
Şimdi akl-ı selim ve fikr-i müstakim sahiplerinden istirham ederim ki, himmet nazarlarını üzerimizden eksik etmesinler. Bütün maddi kemâlat ve yücelikleri câmi, ruhâni ve mânevi güzellikleri hâvi, Cenâb-ı Hakk’ın tevhid denizinin kaynağı, adalet ve merhameti herkese yaygınlaştıran, büyüklere saygı, küçüklere sevgi ve şefkat göstermeyi, misafir ve yakın akrabalara iyiliği emreden, cömertlik, sözünde durma, hayâ, atâ, ihsan ve benzeri güzel hasletlerin yaşanmasını isteyen, tecebbür, tekebbür, bilgisizlik, cehalet, tembellik, gıybet ve dedikodu, başkasını kasten öldürme, ırz ve namusa tecevüz, eza, cefa ve benzeri kötülükleri yasaklayan bir din; çirkin hurafi ve bozuk bilgilerle dolu, övgüye değer hiçbir özelliği bulunmayan bir din ile nasıl kıyaslanabilir. İlk emri Allah’ın birliğine imanı esas alan, enbiya-i izam’ın emir ve sünnet-i seniyyelerine uymakla girilebilen bir din ile, esaslarını inkâr ve teferruatı da kibir ve gurur üzerine oturtulmuş hale getirilen bir din arasında ne gibi bir benzerlik düşünülebilir.
Hıristiyan ve yahudilerin Hazret-i Muhammed Mustafa -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz’in peygamberliğini faydasız yere inkâr etmelerinin kendilerine ne gibi bir faydası olabilir. (Fetvâ verin de faydalanalım.)
Sözü fazla uzatmak istemem; zira fazla sözün sıkıntı vereceğinden çekinirim. Yoksa aşıklar defterinde daha çok söylenecek şey var. Mecid olan Cenâb-ı Erhamü’r-râhimin’den niyaz ederim ki, böylesine değerli vasıflara sahip kardeşlerime, “Rabb’imiz Allah deyip de sonra da dosdoğru olanlara, korkmamaları, mahzun olmamaları için kendilerine cennetle müjdeleyin, diye rahmet meleklerini indirir.” (Fussilet: 30) fehvasınca tam bir istikamet-i kâmile ihsan ederek cisim ve canlarına şeriata uyma, dünya ve ahiret hayatlarında da saâdet ve mutluluk nasip eylesin, âmin.
Bâki es-Selâmü aleyküm.