Allah-u Teâlâ bu büyük nimeti hak edenlerin üstün vasıflarını açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O kullar adakları yerine getirirler.” (İnsan: 7)
Halbuki Allah-u Teâlâ nezrettikleri o adakları onlara emretmemişti. Amma onlar, değil O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmekte gevşek davranmak, daha da fazlasını kendilerine vâcip kılarlar ve bu sözlerini severek yerine getirirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yaptığınız her harcamayı ve dadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.” (Bakara: 270)
Herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir, ona göre karşılığını verir.
Onlar o kimselerdir ki;
“Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar.” (İnsan: 7)
Kıyametin ahvâlini, cehennemin korkunç azaplarını düşünürler. Bu azabın kendilerine de dokunacağından endişe ederler. O korkuyu içlerinde derinden hissederek İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten nefislerini sakındırmaya çalışırlar.
“Kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Kendisi muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirler. İşte İslâm ahlâk budur.
Derler ki:
“Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz.” (İnsan: 9)
Maksadımız Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu elde etmektir.
“Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan: 9)
Sizden bir mükâfât beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.
“Biz sert ve belâlı bir günde Rabb’imizden korkarız.” (İnsan: 10)
Biz bu yaptıklarımızı, Rabb’imizin bizi o günün dehşetinden korumasını umarak yaparız.
Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye lâyık görülmüşlerdir:
“Allah onları o günün kötülüğünden korumuştur.” (İnsan: 11)
“Onlara bir parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)
Amel ve ibadetlerinin kendilerini kavuşturduğu karşılığı ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden râzı olduğunu görünce son derece memnun ve mutlu olurlar. Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. iİâhi nimetlere garkolurlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere cennette ikram ve ihsan edilecek nimetler sonsuzdur. Bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız veya kavramamız imkânsızdır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! Dibâ ve ipeği de giymeyin! Çünkü bunlar dünyada onların; ahirette, kıyamet gününde ise sizindir.” (Müslim: 2067)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Orada koltuklara yaslanırlar.” (İnsan: 13)
Oturdukları yerden diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler.
“Ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.” (İnsan: 13)
Cennetin sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar serindir. Ne rahatsız edici hararet, ne de eziyet verici soğuk. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Halbuki kafirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
“Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış, meyveleri de aşağıya eğdirildikçe eğdirilmiştir.” (İnsan: 14)
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir. Çünkü orası çalışma, yorulma ve yıpranma yeri değildir. Dinlenme ve eğlenme yeridir.
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmana çekilmiş süratli bir ata binen kişi, yüz sene gider de onun gölgesini bitiremez.” (Müslim: 2828)
Bu ağacın Tûba ağacı olduğu söylenir.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle rızıklanmaları sırf lezzet almak, zevkyâb olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
“Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâseler dolaştırılır.” (İnsan: 15)
Hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen gümüş kâselerle içecekler sunarlar.
“Billurları gümüş gibi parlaktır.” (İnsan: 16)
Gümüş beyazlığı ile billur berraklığı, gören gözlere neşe saçar.
“Onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır.” (İnsan: 16)
Bu şeffaf kapların ne kulpu vardır ne de ağzı. Dışından içi görünecek şeffaflıktadır, dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Çevirmeye ihtiyaç duyulmadan her tarafından kolaylıkla içilebilir. Azlığı ve çokluğu, içecek kimsenin arzusuna göre, sahibini kana kana kandıracak ölçüde ayarlanmıştır. Bu durum daha çok lezzet verici ve iştah açıcıdır.
“Onlara orada bir kâseden içirilir ki, karışımında zencefil vardır.” (İnsan: 17)
“Kâfur” karışımı şaraptan içen “Ebrâr” kullar hakkında “İçerler” tabiri kullanılırken burada “İçirilir” tabiri geçmektedir. Şüphesiz ki bu daha yüksek bir makamdır.
Bu şaraplar hiçbir zaman kurumayan coşkun bir pınardan alınmaktadır.
Zencefil hoş kokulu bir baharattır. Bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. İştah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye sebep olmaz, sindirime kolaylık verir. Fakat cennetteki zencefil ise apayrı bir nefasettedir, dünyadaki ile kıyas bile edilmez.
İşte “Ebrâr” adı verilen “Allah’ın kulları”, bazen kâfur kokusu ile karışık cennet şarabından doldura doldura içtikleri gibi; kimi zaman da kendilerine muayyen bir ölçü dahilinde zencefil karıştırılmış cennet şarabı içirilir.
“O pınara Selsebil adı verilir.” (İnsan: 18)
“Selsebil” tatlı su demektir. Tatlılığından ve berraklığından dolayı boğazdan sühuletle, kolaylıkla geçer. İçenlerin arzularına uygun bir şekilde, gözlere sürur veren ahenkli bir akışla akar.