Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh Hazretleri “Hatmü’l-Evliyâ’” adlı eserinde Hâtemü’l-evliyâ’nın tamamen ilâhî idâre ve himâye ile yürüyeceğini, bu idâre ve himâye sayesinde dünyevî ve uhrevî herhangi bir müjdenin, ona ihsan buyurulan lûtfa aslâ zarar veremeyeceğini ifâde ederek şöyle buyurmuştur:
“Bu velî, kalbi Rabb’inin himâyesinde bulunduğu; O’nunla konuşup, O’nunla işitip, O’nunla görüp, O’nunla düşündüğü için ilâhî müjde kendisine zarar veremez!” (“Hatmü’l-Evliyâ’”, 9. Bölüm, s. 312)
Çok ince bir nokta, bunun gizli mânâsını size arzedeyim. Niçin ona zarar vermez? Efendi Hazretlerinin bir beyanı var: “Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri.” Bütün sır bu sözün içindedir, özün özüdür.
Bir insan fânî olursa; müjdelese ne lâzım, müjdelemese ne lâzım? Çünkü hükümsüzdür, kendisi yok ki müjdesi olsun! Allah-u Teâlâ varlığını gidermiş, onu fânî eylemiştir. Müjdelenecekmiş, kurtulacakmış, cennet-i âlâ’ya girecekmiş... Bu gibi iltifatlar ona birer hiç gibi gelir. Çünkü onun müjde ile ilgisi yok; gayesi o değildir. Onun gayesi Hakk’tır, onun gayesi Hakk’a varmaktır. Onun müjdesi de O’dur, cenneti de O’dur, herşeyi de O’dur. Yani O’nunla mısın? Her şey ilesin!
Bir de şu var ki, kişinin varlığı perde olduğu için o müjde de Hakk ile arasına perde olur. Kişide varlık olmasının yanında, bir de dünya varlığı vardır; dünya varlığı da perde olur, kendisi de perde olur, “müjde”si de perde olur.
Sık sık söyleriz, Allah-u Teâlâ’nın fakire iki büyük lütfu var: Birisi ihsan ediyor, birisi de muhâfaza ediyor. Çünkü muhâfaza etmezse kişinin helâkı an işidir. Fakat siz bu noktayı kavrayamıyorsunuz, ancak ismini işitiyorsunuz. Allah-u Teâlâ varlığını ifnâ edince, gelecek varlığı kabul etmez. O kendisinde yok ki varlığı olsun, varlık isâbet etsin! O isabettir, amma o yok ki isabet etsin... Meselâ bunca ihsanlar karşısında biz kendimizi bir çöp kadar görürüz, bunu sizin hafsalanız almaz. Fakat diğerleri; “Ben!” der, bu bir kelime kişinin helâkına vesiledir.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” buyuruyor. (Nisâ: 79)
Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Birine Hakk gelmiş, birine bâtıl isabet etmiştir; bunların ikisi bir değildir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nevâdirü’l-Usûl” isimli eserinin bir noktasında ise, Hâtemü’l-evliyâ’ya içirileceğini haber verdiği “Aşk şerbeti”nin mâhiyetini ortaya koyarak şöyle buyurmuştur:
“Kimin kalbine Allah, iki diyarda da kendisini sarhoş edecek ‘Aşk şerbeti’ni içirirse; artık halkla ilgili olan bu muhabbetler ondan uzaklaşır, övülme ve anılma sevgisi onda zevâl bulur. Halkın yanındaki mevkisi ortadan kalkar, ondan belâlar giderilir ve bunların hepsini unutur. Kalbinde Allah-u Teâlâ’nın azâmetinden; gönlünde ise nûru parıldadığı vakit, O’nun celâlinden başkası kalmaz. O’nun azâmetinden korkar ve ürperir. Artık ona O’nun heybeti gerekir. O, O’nun muhabbetinin coşturmasıyla coşar, O’na karşı şevk duyar. Kendisini bir şaşkınlık sarar. O’nun içinde arzu ve iştiyakla inim inim inleyip feryâd eder.
İşte o an ondaki bu şeyler ölür ve kalbi O’nunla dirilir. Artık Allah hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz. Bu dereceden, en ulu dereceye yükselir. O’nun vahdâniyyeti ile ferdleşir, O’nun cemâli ve celâli hususunda hayrete ve şaşkınlığa düşer. O’nun heybeti kalbine nüfûz ederek, bu bahsedilenlerin hepsini nefsinden giderir.
O onu kendi kabzasında (himâyesinde) bulundurur. Onu kendi işlerinde kullanır, onları onunla kuvvetlendirir. Artık o, O’nunla kalkar, O’nunla oturur ve hâllerinde O’nunla tasarruf eder.” (“Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resûl”, c. 1, s. 670-671)
O’nunla hemhâl olur.
Fakirin en çok istediği, zevk duyduğu şey; hiç olduğum zaman O’nun varlığı husule geldiği zamanki hâldir. Deriz ki: “Allah’ım! Beni hep orada tut!” Bize bu sevdirilmiştir. Zerre varlık kalsa ondan Allah’ıma sığınırım! Herkese bir şey sevdirilmiş, fakire de bu sevdirilmiş... Çünkü azâmet-i ilâhî’nin karşısında bir zerrenin dahî bulunması benim için büyük varlıktır. Onu da Rabb’im yok eder, cesedin ne hükmü var?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Dilediğini rahmetinin içine sokar.” (Şûrâ: 8)
İşte bu durum rahmetinin içine alması demektir. Rahmetinin içine aldığı zaman o artık O’nunla olmuş, O’nunla ölmüş demektir. Herşey ölmüş ve öldürülmüş, o O’nunla olmuş. Ölen bir kimsenin dünya ile ilgisi kesilir, o ise dünyada iken ilgisini kesiyor.
•
Hazret “Hatmü’l-evliyâ” kitabı’nın “Dokuzuncu bölüm”ünde yer alan bir beyânında; “Kopması mümkün olmayan en sağlam kulp”un (Bakara: 256) Allah-u Teâlâ’dan geldiği için kopmasının düşünülemeyeceğini, Muhaddes velîlerin gönüllerinde onu meydana çıkardığını, O’nun celâli sayesinde O’ndan başkasından uzaklaşacağını, o “sağlam kulp”a sımsıkı sarılıp, onun başından ayrılmayacağını beyan buyurmaktadır. (“Hatmü’l-Evliyâ’”, s. 309-310)
Bunun daha açık mânâsı;
Allah-u Teâlâ o “kulp”u onun kalbine yerleştirmiştir, o da o “kulp”a tutunmuştur. “Kulp” O’nun lütfu, yardımı ve desteğidir. O “kulp”u O uzatır, kişi de tutar ve o “kulp”la kurtulur. Uzatan da O, kurtaran da yine O. O uzattığı için O kurtarır. Allah-u Teâlâ’nın ona itimadı var. Onun içindir ki kimde o “kulp” varsa ebedî saâdete erer. O “kulp”a yapışana yapışanı da kurtarır. Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ imânı kalbine yazacak, kudsî ruhla destekleyecek, varlığı da ifnâ edecek ki; o zaman kişi O’nunla olur, O’nun “kulp”una yapışmış olur. Onun artık kendi vasfı çıkmış, Allah-u Teâlâ’nın lütuf vasfı husûle gelmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O kimseler ki, tâ ezelden haklarında tarafımızdan en güzel bir saâdet sebketmiş, iyilik fermânı çıkmıştır. Bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır.” (Enbiyâ: 101)
Hazret mevzu arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Ümmet-i Muhammed’den yetmiş bin kişinin hesapsız olarak cennete gireceğini ve onların kalplerinin bir adamın kalbi üzerinde olduğunu” beyan eden Hadis-i şerif’lerini arzettikten sonra; “Onlar, kalpleri O’ndan gayrı her şeyden uzaklaşıp, tek bir kalp gibi birbirine bağlanmaları nedeniyle birleşip böyle olmuşlardır.” buyurmuştur. (“Hatmü’l-Evliyâ’”, s. 310)
Gayeleri bir. Ne idi gaye? Allah!.. Hedef O olduğu için, hedefe göre yönelmişlerdir. Yetmiş bin kişi amma, bir kişinin yönelmesi gibi yetmiş bin kişi yönelmiştir.
Bu bir gönül işidir. Muhabbet erbâbının işi başka. Bunlar hesaplarını dünyada verenlerdir. Dünyada hesaplarını bitirmişler, Allah-u Teâlâ defterlerini kaldırmış, orada onlara hesap sormayacak. O öyle murad etmiş, hep oradan geliyor. Sermayedir o işi yaptıran. O lütfetmedikçe kulda hiçbir şey husule gelmez. Çünkü O “Ganî”dir, biz “fakir”iz. O bir kişiye tecellî eder amma, binlerce kişi istifade eder.
Onun içindir ki fakir; “Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!” der.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ” kitabı’nın “Dokuzuncu bölüm”ünde yer alan bir beyânlarında:
“Onlar Allah’ın yeryüzündeki erleri, O’nun emrinin tatbikçileri ve O’nun hakkının yardımcılarıdır.” buyurmuşlardır. (“Hatmü’l-Evliyâ’”, s. 312)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekildeki “mânevî asker”idir, askerini istediği gibi O idare eder; onlar da yalnız Allah-u Teâlâ’yı tercih ederler. Haklarında ne gelirse gelsin; iyilik gelsin kötülük gelsin, lütuf gelsin imtihan gelsin, Allah ile olanlar Allah ile yanyanadır. Allah-u Teâlâ da ancak bu kullarıyla meşguldür, başkasıyla değil!.. Onu seviyor, onunla konuşuyor. “Hıfz-u himâye”sinde, “tasarruf-u ilâhî”sinde bulundurduğu “kul” işte budur.
“Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir.” (Fâtır: 28)
Âyet-i kerime’si bunlara âittir, başkasına şâmil değildir.