Türkiye’yi yönetenler hala AB kapılarının kendilerine açılmasını ümit ediyorlar. Bunun ham hayal olduğunu görmemekte ısrar ediyorlar. Bundan birkaç yıl evvel “olmayacak, anlaşma metninde yok” dedikleri bütün şartları birer birer Türkiye’nin önüne sürmekten geri durmadılar. Kıbrıs meselesi ortada. Halbuki “Türkiyeli aydınlar!” Kıbrıs şartını Avrupa Konseyi’nin basit bir isteği olarak kamuoyuna duyurmaya ve milleti uyutmaya çalışıyorlardı.
Batı dünyası için Türk-İslâm dünyası “Öteki”dir. Öteki her zaman Batı için düşman sayılmış ve asla dost kabul edilmemektedir. Asırların yenilgilerle doldurduğu frengili beyinler 21. yy dünyasında İslâm âlemini dost kabul edip bünyesine almayacaktır. Kim ne derse desin, hangi metodları, sloganları kullanırsa kullansın bu değişmeyecektir.
“AB’nin dini hıristiyanlıktır.” (Papa 2. J. Paul) “Hıristiyan dünya görüşü ve hıristiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avrupam değildir.” (Helmut Kohl, Almanya eski Başbakanı) “AB bir hıristiyan kulübüdür.”(Valery G. D’estaing. Fransa eski Cumhurbaşkanı) “AB üyeliği, yalnızca Avrupa-hıristiyan geleneğine sahip ülkeler için sözkonusu olabilir. Müslüman Türkiye ve Asyalı Rusya AB üyesi olamaz.”(Wolfgang Schaeuble. Almanya CDU-CSU koalisyonu meclis grubu başkanı) Bunun gibi diğerlerin de birliğe üyelik yaklaşımlarını açıkça ifade ettikleri ve temelin hıristiyanlık olduğunu ve “öteki”lere hiç iyimser bakmadıklarını görmekteyiz.
Avrupalı’nın beyninin içinin ne ile nasıl dolduğunu ve birliğin ana karakterini karikatürize etmesi bakımından Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidh’in şu sözlerini iyi okumak ve mesajını güzel değerlendirmek gerekiyor: “Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 7O milyon Türk vatandaşını Avrupa içinde dolaştırmayız. Avrupa’nın İran, Irak, Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabullenemeyiz. Türkiye ile ekonomik ilişkilerimizi sürdürmeliyiz. Genç ve hızla büyüyen nüfusun satın alma gücünden faydalanmalıyız. Bu ülkeye ihracatımızı sürdürmeliyiz. Ticaretimizi geliştirmeliyiz. Ancak bu ülkenin globalleşmenin temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslararası kardeşliği içine sindiremediğini de görmeliyiz.” En yakın dostumuz ve müttefiğimiz Almanya’nın ana karakteri böyledir. Eski dışişleri bakanı Hans D. Genscher asıl gayeyi ağzından bağırarak söylüyor: “Türkiye için bir Yoguslavya modeli öngörülmektedir.”
Yugoslavya’nın ne olduğu meydandadır. Irkçılık hortladı, herkes birbirine düştü. Hırvatlar, Sırplar, Slovenler özel olarak desteklenirlerken müslüman Boşnakların katliama uğramasına göz yumuldu, yardımcı olundu. Aynı modelin Türkiye için düşünüldüğü ifadesini teğet geçmek hangi imanlı, vatanperver Türk’ün kabul edebileceği bir durumdur?
Fransız, İngiliz, Belçikalı, Hollandalı... Al birini vur ötekine. Hepsi oyalama ve zaman kazanma taktiklerini uyguluyorlar.
Almanya’nın başbakan adayı A. Merkel’in basına yansıyan demeçlerini hemen herkes bilmektedir. Ailesinden sıkı bir protestan eğitimi alan bu bayanı Gazeteci-Yazar Servet Kabaklı güzel ifadelerle şöyle konuşturmuş:
“Siz ey Atilla’nın torunları olan Türkler! Biz sizin kim olduğunuzu çok iyi biliriz. Dedeniz Atilla, tâ Paris civarına kadar bizim atalarımızı döve döve, oralara geldi. Bizim hıristiyan cedlerimizi korkudan tir tir titretti. O yetmedi, sizin büyük Padişahınız Fatih Sultan Mehmed, bizim en önemli kalemiz ve en değerli sembolümüz olan İstanbul’u elimizden aldı ve Ayasofya katedralini camii yaptı. Şimdilerde onu müze yapmış olmakla bizi kandıracağınızı zannediyorsunuz ama avucunuzu yalayacaksınız. Sizin Kanuni Sultan Süleyman’ınız da hançerini böğrümüze dayadı, geldi tâ Viyana kapılarına kadar dayandı. Siz Türkler bin yıl bizim anamızı ağlattınız. Bizim analarımız daha düne kadar çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkutarak büyüttü. Dolayısıyla siz Türkler bizim ebedî ve ezelî düşmanlarımızsınız! O yüzden de bizler Avrupa şehirlerimizin cadde ve sokaklarında sizinle yan yana yürümek, sizi kendimiz gibi görmek istemiyoruz! Sizinle tek bağımız olur, o da size yüksek fâizle para vermek, size bol bol mal satıp kâr etmek, sizden ucuz giyecek, yiyecek vs almaktır. Onun için de gelin sizi “İmtiyazlı ortak” yapalım ve iliğinize varıncaya kadar sömürmeye devam edelim...” (Tercüman 19 Eylül 2005 Pazartesi)
İsmet İnönü’nün 1962 yılında Kıbrıs bunalımı sırasında söylediği itiraf niteliğindeki sözlerinin gelen dönemlerdeki yansımaları hesaba katılırsa içimizden nasıl kuşatıldığımızın resmini ibretle görebiliriz.
“– Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar oldu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da barış antlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünler vermeye hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar, bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyaları vaad ederler. İmzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden eğilmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayınız ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler gelir kestiremem...” Bizim ekselans politikacılar iktidarda kalmak için sefir beylerin dudaklarına bakmaktadırlar. Herkes birer zafer kazanan komutan edasıyla bizim yetkilileri ikaz! etmekteler, emirler vermekteler! Bunun için Türkiye’nin geldiği nokta çok vahimdir.
Şu işe bir bakınız. 1960’lı yılların sonlarında ABD hükümeti, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman gönderir. Richard Podol isimli bu “Uzman” raporunda şunları söylemektedir:
“– Yirmi yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir.”
Bunların Türkiye bakışı budur.
“– Türkiye’nin birliğe girme şansı hiç yoktur. Türkiye’yi bütün bütüne Irak-İran çizgisine kaymaması için oyalıyoruz.” (Der Speigel)
Dünya Bankası’nın 50. kuruluş yılı nedeniyle Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu (PSI) bir kitap yayınlamıştır. Bu kitapta şu satırlar göze çarpmaktadır:
“Dünya Bankası yönetimince hazırlanan ‘Yapısal Değişim Programları’nın uygulandığı ülkelerde yoksulluk arttı, işçilere kemer sıkma politikaları uygulandı, sosyal harcamaların kısılması sonucu temel hizmetler durdu, pek çok kamu çalışanı işini kaybetti, grev ve gösteriler hükümet güçleri tarafından bastırıldı. Dünya Bankası ve ikiz kardeşi IMF dünyayı fethe çıkan sermayenin müfreze kolu durumundadır...”
Görülüyor ki içte beşinci kol faaliyetleri, dışta destekçileri alabildiğince her tarafı sarmış bir şekilde çalışmaktadırlar. Türkiye üniter yapısını, sınırlarını, kendine has değerlerini tamamen kaybetmek riskiyle karşı karşıyadır.
Avrupalının hemen hepsi aynı fikirde, aynı kanaattedir.
İngiltere eski Dışişleri Bakanı Robin Cook 1997’de BBC’ye “Türkiye’nin doğu sınırlarındaki belirsizlik”ten bahsetmiş, yeni soruya “Kuzey Irak sınırını kastettiği”ni söylemiştir. Aynı dönemin Almanya Dışişleri Bakanı K. Kinkel: “Avrupa Birliğine üye olmak için Türkiye’nin kürt sorunu! Ve insan hakları alanındaki sorunlarını çözmesi gerekmektedir.” İtalya’nın dönemdeki bakanı da aynı şeyleri seslendirmektedir: “İtalya’nın önümüzdeki günlerde kürt halkının ikamet ettiği dört bölge ülkesi arasında bir diyalog başlatması için AB içinde uluslararası girişimde bulunacaktır.”
PKK’yı besleyen Avrupa kürtlerin dostu imiş gibi Türkiye’ye olmadık baskıları yapmaktadırlar.
“... Bu arada PKK’ya karşı sağlanan üstünlük de kaybedildi. Önce “Eve dönüş” adıyla “dağa dönüş” yasası çıkartıldı. Terörle mücadele kanunları bir bir doğrandı ve PKK’nın geçen yıl yeniden eyleme başlamasına uygun bir siyasi ve hukuki ortam hazırlandı. Şimdilerde yetkilerinin kısıtlandığını söyleyen Genelkurmay Başkanı o günlerde bu sürece destek veriyordu.
İşin daha da kötü tarafı, bu süreçte uygulanan psikolojik harekattı. Bütün basın ve televizyonlar yoluyla Türkiye’nin çökertildiği intibaı verildi. Sonuçta PKK’lıların cenazelerinin “Şehit!” törenlerine dönüştürüldüğü bir noktaya geldik. Almanya’nın Washington Büyükelçisi ABD yetkililerinin. Türkiye’nin AB sürecinde tutulmasına verdiği önemden bahsederken, bunu Ankara’nın Irak’a ilişmekten uzak tutulması için istediklerini söyledi. Gelinen nokta vahimdir. Yunanistan ve Kıbrıs cephesinde geri döndürülemez kayıplar vermeye ramak kalmış durumdayız. PKK cephesinde vaziyet daha da kötü. 2001 finans krizinin hemen ardından Ankara’da bir öğlen yemeğinde önemli bir batılı ülkenin Ankara müsteşarı şöyle demişti: “Artık Kemal Derviş geliyor. Aklınızı başınıza almanın ve Kıbrıs’ta tutunamayacağınızı anlamanın zamanı geldi ve geçiyor bile. Ne yapabileceğimizi esas şimdi göreceksiniz...” (Hasan Ünal. AB Politikaları Neler Alıp Götürdü? Yeniçağ 08.08.2005)
Bu konu hepimiz için oldukça önemlidir. Bunlarla uğraşırken yazılacak o kadar çok mesele var ki. Telafer’de ABD aşağılık zulüm ve katliamlarına devam ediyor. Misyonerlik Türkiye’de beyinleri ifsadına ara vermeden devam ediyor. Hoşgörü tellalları çığırtkanlıklarını sürdürüyor. Ekonomi birkaç sömürgeci zenginin kasasını şişirmek için teslim alınıyor. Topraklar ayağımızın altından satılıyor. KİT’ler özelleştirme adına özel ellere! teslim ediliyor....
Değerli Yazar-Gazeteci Mustafa Necati Özfatura’dan konumuzla ilgili çok önemli bir nakil yapacağız. Bir avukat dostunun kendisine nakledilen hatırasını şöyle kaleme almış:
“– 1930 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye gelen yahudi asıllı Alman Prof. Dr. P. Neumark (Hukuk ve İktisat Fakültelerinde hocaların hocası olarak ders vermiştir) ile bazı öğrencileri Boğaziçi’nde bir geziye çıkarlar. Nakleden vukatta bu toplantı içindedir. Talebelerinden biri şu soruyu sorar:
“– Avrupa bizi neden sevmez hocam?”
Prof. Neumark’ın cevabını cep defterine kaydeden avukat bu belgeden şunları okumuştu:
“– Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalılar Türkleri gerçekten sevmezler ve sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve İslâm düşmanlığı asırlardır kilisenin ve hıristiyanların en küçük hücrelerine kadar sinmiştir. Sebeplerine gelince, not ediniz:
1- Avrupalılar sizleri müslüman olduğunuz ve İslâmiyet’i yaydığınız ve müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için sevmezler.
2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler. Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bu günkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imha edildi.
3- Dün Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa’nın sırtında ve ensesinde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar Balkanlar ve Orta Avrupa’yı hıristiyan haçlılara mezar ettiler.
6- Sizi silâh ile yenemeyenler, kendilerine benzeterek, milli ve mânevi değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler. Ahlâki değerlerinizi yıpattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı canını, kanını ve malını İslâmiyet uğruna feda etmeseydi Kuzey Afrika, Ortadoğu hıristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslâmiyet Hicaz’da azınlık olarak kalırdı. Batı her yerde İslâmiyeti kendi inançlarına göre kanalize eti. Ama Osmanlı Asr-ı saâdet devrindeki inancı devam ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
9- Ben İstanbul’a geldiğimde iki üniversite vardı. Şimdi 19’a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar yaygındı. Her medresede bilim vardı. İlk Denizaltı’yı Osmanlılar yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.
10- Sizler milli kimliliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez...” (Türkiye, 08.07.2005)
3 Ekim’i hasretle bekleyenler boynunu bükerek, biraz daha mahcup, elleri boş olarak Türkiye’ye dönecekler ve bu ülke biraz daha kaybetmiş olacaktır.