Dînimizi ve vatanımızı parçalamak için sinsi oyunlar tezgâhlayan “küffâr birliği”, “hoşgörü” ve “diyalog” fitnesi sayesinde atını rahatça ve serbestçe oynatmaya imkan bulmuş; yıllardır aradığı fırsatı yakalayarak “yalan” ve “iftirâ”dan başka hiçbir dayanağı olmayan “ermeni soykırımı” oyununu sahneye koymuştur.
Osmanlı arşiv belgeleri ve dönemin târihî tespitleri açıkça gösteriyor ki; binlerce müslümanı alçakça ve acımasızca katleden bu “yavuz hırsız” ların asılsız iftirâlarına çanak tutan, her zaman “küffâr”dan ve onların “hak”(!)larından yana çıkan, ihânet ve cehâlet karanlığına düşmüş sözde “aydın”lar da, onların avukatlıklarını yapmaya kalkıştıkları için bu çirkin “soykırım”a ortak olmuştur.
Sultan “Süleymân Hân-ı Kânûnî” döneminde “hükûmet-i ‘Osmâniyye’ye dâhil” olan ve asırlar boyunca “işleri-gücleri ve san’at ve ticâretleri ile iştigâl” edip, “devletde sadâkatlerine” şüphe duyulmayan “ermenî tâ’ifesi”,(1) küffârın Osmanlı’nın içişlerine burnunu sokmasından başka bir işe yaramayan II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, zamanın “küffâr birliği” tarafından kışkırtılarak ayaklanmış ve Osmanlı Devleti için büyük bir belâ hâlini almıştı.
Onları bu büyük ihânete iten sebep, dış devletlerin ve “hak, hukuk, hürriyet” yaygarası koparan içteki bâzı hâinlerin tahrîkiyle “yalnız kendülerini, kendü kavimlerini kurtarma” derdine düşmeleri ve aralarındaki “sivri ‘akıllıların hükûmet-i Osmâniyye’den ayrılmağa heves etmeleri”ydi.(2) Bu “Avrupa’da sürünüb giden sivri ‘akıllılar Hınçâk ve Troşâk” ve “Taşnaksutyûn nâmlarıyle fesâd komitaları teşkîl eyleyüp ve birkaç papâzları dahî elde edüp” devlete başkaldıran, ipsiz-sapsız üç-beş serseri gürûhundan ibaretti.(3) Bu çakal sürüsü bir taraftan “ermenî ahâlîyi hükûmet”in “‘aleyhine teşvîk ve tahrik” ederken, diğer taraftan zamanın “küffâr birliği”nin desteğiyle “cebhâne”ler yığıp, “şuraya buraya dinamitli bombalar” koyarak sivil halkı acımasızca katlediyorlardı.(4)
Günümüzdeki “hoşgörü” ve “diyalog” asalakları vatanı paramparça etmekten ve küffârın ekmeğine yağ sürmekten başka bir “sorun”ları olmayan bölücüleri, durup dururken “hak” ve “hürriyet” telkinleriyle azdırıp kendi elleriyle halkın tepesine çıkardıkları gibi; Sultan II. Abdülhamîd Han tahttan indirilip İkinci “meşrûtiyyet i’lân kılındı”ğı zaman da,(5) o zamanın “hak” ve “hürriyet” çığırtkanı sözde “aydın”ları, “sorun”larını (!) çözmeleri ve “hak”larını (?) elde etmeleri yolunda ermenilerin âdetâ avukatı kesiliyorlardı.
Nasıl ki bugünkü ahmak “hoşgörü”cüler müslüman-kâfir ayırdetmeden, önlerine gelen herkesi “uhuvvet hisleri”yle kucaklıyorsa; bu “hak ve hürriyet” mübtelâlarının da bu ahmakça tutumları yüzünden “Müslîm ve ‘Îsevî ve Mûsevî, bi’l-cümle efrâd-ı millet sarılıp öpüş”ecek kadar ileri gidiyordu.(6) Ancak bu beyinsizlerin zannettikleri gibi, bu azgın çapulcu sürülerinin bu “diyalog”cu görüntüleri “samîmî olmakdan ziyâde zâhirî” olduğu için, çok geçmeden bu “hoşgörü” takkesi düşüp her biri devletin başına birer haydut kesilerek, aslında “her kavm, her cemâ’at kendü milletinin menfa’ât-ü husûsiyyesini kayırmak kaydına düşdüğü” ortaya çıkıyordu.(7)
Nitekim “meşrûtiyyetde: ‘Ölünceye kadar berâberiz!’ nakarâtını” dillerinden düşürmeyen(8) ermeniler de, asrın “küffar birliği”nden cesâret alarak, artık; “Ermenistan içün çalışınız, hiçbir şeyden korkmayınız! Fedâ’îlerimiz bize kâfîdir! Hîn-i hâcetde (ihtiyaç ânında) ecnebîlerin mu’âvenetlerinden (desteklerinden) istifâde edeceğinizi ümîd ederim!” yaygarasını açıkça dile getirmekten,(9) ağızlarından salyalar akıtarak: “‘Ne vakıt olsa İslâm’ları keseceğiz, artık korkmayacağız! Eski mâcerâlar unutulmadı!’ tehdîdâtını tekrâr eylemek” ten çekinmiyorlardı.(10)
Günümüzde “küffâr birliği” tarafından polisin yetkileri bilinçli ve kasıtlı olarak sınırlandırıldığı gibi; Osmanlı Devleti’son yıllarında da “hükûmetin yegâne yapabileceği bir şey, silâh atanları ve fesâdâmiz şâyi’a (yaygara) çıkaranları polis ma’rifetiyle, der-dest ile muhâkeme” etmekten ibâretti.(11) Bu “sınırlı yetki”ler nedeniyle “hükûmet ve polise karşı gelmek bir ferd içün” âdetâ “mübâh” sayılma “mertebesinde moda olmuş”tu.(12) Üstelik böylesine kritik ve güvensiz bir ortamda, din ve devleti yıkmaya yönelmiş ne kadar siyâsî “mücrim” varsa “‘afv-ı umûmî” sayesinde hepsi serbest bırakılıyordu.(13) Öyle bir hâle gelinmişti ki, “aydın”ların ağzına sakız olan “hürriyet” sloganı artık “herkesin istediğini yapmak ma’nâsında” kullanılır olmuştu.(14) Zamanın târihçisi bu sözleriyle sanki o dönemi değil de, “Türkiye”nin bugünkü hâlini tasvir ediyordu!..
Bu sınırsız “hak” ve “hürriyet” ortamında ermeni “terör” elebaşılarından herhangi biri, “devlet adamı” sıfatıyla rahatça “ermenî menâfi’i (menfaatleri)ni gözetmek maksadıyle, el altından türlü türlü mekr ve mefsedet (hîle ve fesadlar) îcâd” etmeye çalışıp, “diger tarafdan: ‘Yavuz hırsız ev sâhibini basdırır’ fehvâsınca, hükûmete gelüp bağırır-çağırır ve şirretliği hadden aşırır”ken,(15) bir diğeri “İttihâd ve Terakkî a’zâsından” olması nedeniyle, İslâm âlimlerine “nutuk esnâsında” kürsüden; “Bundan soñra sizin sarığınızı boynunuza takup süriyeceğiz!” tehdîdini savuracak kadar ileri gidiyordu.(16)
Aradan yaklaşık bir asır geçtikten sonra, Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, bunların torunları olan öyle “yavuz hırsız”lar ve onlara çanak tutan bilgi ve belge fakiri, ihânet ve cehâlet karanlığına yuvarlanmış sözde “aydın”lar (!) türeyecekti ki, bunlar “yavuz hırsız”lıkta dedelerine ve selefleri olan “İttihâd-Terakkî”cilere taş çıkaracaklar, ağızlarına doladıkları “soykırım” safsatasıyla, “ev sâhibi”ni yeniden bastırmaya çalışacaklardı!..
Bugün “Başbakanlık Osmanlı Arşivi”nde bulunan ve o târihte “Bâb-ı Âlî”deki “Dâhiliyye Nezâreti Emniyyet-i Umûmiyye Müdîriyyeti”ne sunulan sayısız bilgi ve belge, “soykırım” masalıyla ortalığı yaygaraya boğan bu “yavuz hırsızlar”ın, “ev sâhibi”ni kendi pisliklerini yamayarak bastırmaya çalıştıklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim Bitlis’in Hizan kazâsına bağlı “Kulpik” köyü ahâlîsinden, ermenilerin istilâsı üzerine hanımlarını ve kızlarını bırakarak kaçmak zorunda kalan yedi Türk; “Bunlar köyümüzde öyle fecâyi’ (çirkinlikler) irtikâb, öyle rezâletler ihtiyâr etmişlerdi ki, köye ‘avdetimizde ağlamadık kimse kalmadı. Erkekler anneden uryân gibi edilmiş çıplak bir kadınla bağlanarak ikisi bir ipten asılmış, beri tarafda başları kesik, memeleri koparılmış (kadınların) yarı kesilmiş çocuklar kucaklarına verilerek uzatılmış; diğer tarafdan vechen güzel olan kızlar aşırılmış, biraz yakışıklı olmayanların nâmûs mahalleri parçalanmış oldukları hâlde yerlerde açık yatıyorlardı.” diyordu.(17) Kazâ müftüsünün ve kasaba halkından iki kişinin anlattıklarına göre; “bunlar nüfûsu parçalamakdan, çoluk-çocuk öldürmekden, diri diri gözlerini oymakdan ve ateşde yakmakdan utanmadıkları gibi”, halkı tâbî oldukları hakk ve gerçek “dîn uğrunda da, her türlü hakâret ve fezâhatı kabûl”e zorluyordu.(18)
Yine kazâ hudutları içinde bulunan Horos köyünden “Osman” ve “Mustafa” adlı iki Türk “bir çok kadın ve çocuklar”ın kaldığı “‘Bekrân mahallesi’ denilen kısımda pek acı ve dil-hırâş feryâdlar” duyarak mahalleye vardıklarında, ermenilerin mahalleyi “âdetâ insân na’şından yapılmış” bir hâle koyduklarını, “bir çok kadınların derisi yüzülerek ağaç dallarından asılmış, birçok erkeklerin gözleri oyuldukdan sonra ağaçlara bağlanarak nişân alınmış, bir çok çocuklar yarılarından kesilmiş; hâsılı korkunç ve ta’rîf olunmaz bir manzara” ile karşılaştıklarını ifâde etmişlerdi.(19)
Kars’ın Erivan ilçesine bağlı bir köyü yağmaladıklarında ise, “bu yağma esnâsında da bütün kızların ırzları sûret-i vahşîyânede pây-mâl edilerek, gençler ve çocuklar baltalarla öldürülmüş” ve bunca eziyet yetmezmiş gibi, üstelik hepsinin “gözleri kızdırılmış şişlerle çıkarılmış ve kazganlara konarak yakılmış”tı.(20) Koskoca köyde “150 nüfûsdan 8 nüfûsu ermenî kılıncından kurtulabilmiş”ken; “diğerlerinin ağızları, burunları kesilerek, gözleri oyularak imhâ edilmiş”lerdi.(21) Halkın bu esnâda şâhid olduğu “pek fecî’ manzaralardan birisi” de şu idi ki; köy halkı arasındaki “yeni doğurmuş gelinler kazganların içine konarak ateşlenmiş; yanmak esnâsında, kundakdaki çocuğunu babasının eliyle yanan annesinin kucağına koydurmak ve sonra babalarını yakmak sûretiyle mahvedilmiş”lerdi!..(22)
Başka bir görgü şâhidi ise, Diyarbakır’da müslüman halkın yaşadığı kasabalara “ermeni çeteleri”nin baskın düzenleyerek, “câmi’ ve türbeleri harâb ve tahkîr ve birtakım İslâm’ların cesedlerini parçalayarak ateşde pişirip, sağ olanların önüne atarak, ekletmelerini icbârdan (yemeye zorlamaktan) telezzüz (zevk aldıklarını) ve daha kaleme alınması mümkin olmayan” türlü türlü “vahşeti irtikâb etdiklerini görüp işitdiğini” ifâde etmekteydi.(23)
Kağızman’lı iki âile “Kars cihetine giderken, ‘Tiknis’ köyü ile Ağadeve arasında ermeniler bunların ellerini kesüp yanlarında vücûdlarını delerek açdıkları ceblere; burunlarını, kulaklarını ve dudaklarını kesüp, göğüslerinde derilerini soyarak yapdıkları ceblere doldurmuşlar, gözlerini oyup çıkarmışlar, bu sûretle fecî’ bir sûretde öldürmüşler”di.(24)
Van taraflarında ermenilerin yaptığı soykırıma şâhid olan bir Türk’ün ifâdesine göre ise, ermenilerin bir köyü basan elebaşlarından biri: “‘Yaşasın Ermenistan! Kahrolsun Osmanlılar!’ diyerek köpek gibi bağırıyor ve gebe kadınların karnını deldirmekden, çocuğu çıkararak havaya atdıkdan sonra tabancasıyla nişân almakdan çekinmiyor ve diğerleri bunu taklîd ediyorlar”dı.(25)
Bu çirkin vahşet ve soykırıma, bu tüyler ürpertici katliâma cür’et eden ermenileri, yaptıkları bunca ihânet ve nankörlükten, bunca soykırım ve vahşetten sonra Osmanlı hükümeti “tehcir” etmeyecek de “tebrik”mi edecekti? “Tehcir” yaygarasını dilerine dolayıp da duygu sömürüsü yapmaya kalkışan kasaplar, yaptıkları bu çirkin katliamlar hakkında acabâ ne diyorlar?
“Başbakanlık Osmanlı Arşivi”nde kayıtlı olan mazbatalardan açıkça anlaşıldığına göre; ermeniler Türk köylerinde yaşayan sivil halkı; kadın, ihtiyar, çoluk-çocuk demeden hunharca katlettikleri hâlde, Osmanlı hükümeti tehcir esnâsında “ermenilerin yollarda muhâfaza-i hayâtlarına imkân nisbetinde çalışılması” ve “katl ve gasba cür’et edeceklerin şiddetle” cezâlandırılması,(26) “ihrâclarına teşebbüs olunan ermenilerin” yol boyunca “muhâfazalarına i’tinâ olunması”,(27) göç eden “ermenilerin on yaşından dûn (küçük) çocuklarının dâru’l-eytâm (yetimevi) te’sîsi”nde “ta’lîm ve terbiye” edilmesi,(28) “berâberlerinde götüremeyecekleri” mal ve eşyâlarının “muhâfazaya aldırılması”,(29) “iki sene müddetle temettu’ vergisinden mu’âfiyyetleri”,(30) “hasta ve a’mâ ermeni â’ilelerinin sevkedilmemesi”,(31) “ihtidâ eden veya etmeyen ermenilerden bîkes ve muhtâc” olanların “i’âşe”lerinin temini,(32) “erkekleri nakl edilen ermeni â’ilelerinin” tehcir süresince “i’âşeleri husûsunun” ve “muhtâc oldukları eşyânın” te’min ve tedâriki,(33)savaştan sonra “çıkarıldıkları mahallere ‘avdetlerine (dönmelerine) müsâ’ade edilmesi”(34) gibi hususlara, yaptıkları bunca katliâma rağmen açıkça riâyet etmiş ve bunların yerine getirilmesinde büyük bir titizlik göstermişti.
Bu belgeler Osmanlı hükümetinin yalnızca ermeni erkeklerini tehcire zorladığını ve gerek kendilerinin, gerekse gerideki ailelerinin geçim ve bakımını üzerine aldığını açıkça göstermektedir. Bunca târihî belgeyi görmezden gelerek; hiçbir delile dayanmadan kupkuru bir iddiâyı ağızlarında geveleyip duran ve yaptıkları pisliği karşılarındakine yamamaya çalışıp, utanmadan duygu sömürüsü yapmaya kalkışan ermenilerin, ellerinde bu apaçık belgelerin aksini ispat edecek tek bir delil var mıdır?
Bu “yavuz hırsız”ları destekleyerek rezâletlerine çanak tutan ve katledilen binlerce Türk’ün kemiklerini sızlatan, ihânet ve cehâlet karanlığında kalmış bu “ermeni avukatı” sözde “aydın”ların; ne bu milletle, ne de bu milletin değerleriyle hiçbir ilgileri olmadığı ortadadır.
Birinci Dünyâ Savaşı’nda Doğu Anadolu’da, ruslarla ve ermenilerle çarpışan Türk birliklerinin içinde yedek subaylık yapan Şevket Süreyyâ, Osmanlı kuvvetleriyle birlikte Erzincan’ın bir köyüne vardığında karşılaştığı tüyler ürpertici manzarayı şöyle anlatır:
“Ermeni ordusuna Taşnak komitacıları hâkimdi. Bu komitenin büyük hırsı, sadece bir imha ve intikam savaşından ibaretti. Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üzerindeki Cinis Köyü karşısındaki Evrani Köyü’nde; kadın, erkek, çocuk, bütün köylüler öldürülmekle kalmamış; öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkânlarındaki etler gibi duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı. Fakat bunları yapanların hırsları bununla da sönmemiş; köyde ne kadar hayvan ele geçmişse; mandalar, sığırlar, davarlar, kümes hayvanları, hattâ köpekler öldürülmüş; parçalanmış, yerlere serilmişti...” (Şevket Süreyyâ Aydemir, “Suyu Arayan Adam”, s. 120-121)
Amerika’lılar ermeni meselesinin altını eşelemek için dört yüz ermeninin ifâdesini bir kitapta toplayıp, “ermeni soykırımı” iftirâsını kendilerince temellendirmeye çalışırken, vicdan sâhibi bir ermeni onlara gizlemek istedikleri asıl gerçeği haykırarak şöyle diyordu:
“Biz ermeniler kendi hatâlarımızı kabul etmeliyiz! Bağımsızlığımızı elde etmek istedik; ermeni komiteleri nice başkaldırılara giriştiler. Türkler tabii ki buna müsaade edemezdi! Biz bunu kabul etmeliyiz. Eğer bugün Amerika’da bu komitelerin yaptığına benzer şeyler yapsaydık, Amerikan hükümeti bizi Pasifik Okyanusu’na sürerdi!” (D. E. Miller - L. T. Miller, “Armenian Survivors: A Typological Analysis of Victim Response, Oral History Review 10/1982”, s. 63-64)
(1-7) Abdurrahman Şeref Efendi, “Abdurrahmân Şeref Efendi Târîhi”, TTK Ktp. TY, nr.: 542, vr. 60, 61, 62, 63.
(8-16) Abdurrahman Şeref Efendi, a.g.e., vr. 69, 70, 71.
(17-19) BOA, HR. SYS. 2872/2, Belge nr.: 167-175.
(20-22) BOA, HR. SYS. 2878/81.
(23) BOA, HR. SYS. 2872/4, Belge nr.: 3.
(24) BOA, HR. DH. KMS. 53-3/15, Belge nr.: 13.
(25) BOA, HR. SYS. 2872/2, Belge nr.: 135-143.
(26-29) BOA. DH. ŞFR, nr. 54/10, 156, 150, 202.
(30) BOA, DH. SYS, nr. 53/2.
(31) BOA, DH. ŞFR, nr. 56/27.
(32) BOA, a.g.e, nr. 69/245.
(33) BOA, a.g.e, nr. 63/60.
(34) BOA, HR. MÜ, 43/34.