Asırlar boyunca İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türkler’in, henüz müslüman olmadan önce cihanşümûl bir devlet kuracakları ve İslâm’ı dünyanın dört bir köşesine yaymak için büyük fetihlerde bulunacakları Kur’ân-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde açıkça bildirilmişti.
Nitekim cifr ilmine vâkıf olan bazı ârifler, kimi zaman Âyet-i kerîme’lerin gizli mânâlarına nazar ederek, kimi zaman da bizzat kendi müşâhadeleriyle pek çok beldenin fetih tarihini ve ileride zuhûr edecek pek çok hâdiseyi önceden haber vermişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan asırlar önce, “Resûlullah Aleyhisselâm zamanına yakın” Oğuzlar’ın “Bayat boyından, ‘Korkut Ata’ dirler bir er” zuhur etmişti. Bu zât halkın “Dede Korkut” ismiyle tanıdığı kimse olup, “Oğuz’un ol kişi tamâm bilicisiydi.” Keşif ve kerâmet sahibi bir zât olduğu için “ne dir ise olur” du. Türkler’in gelecekteki durumlarına nazar edip, onlara “gayıbdan dürlü haber söyler” di.(1) Nitekim bir gün onlara: “Âhır zamanda hânlık geru Kayı’ya değe, kimesne ellerinden almıya, âhır zaman olup kıyâmet kopınça.”(2) müjdesini vermişti. Kayı boyundan gelecek seçkin bir hânedânın, âhir zamana kadar pâyidâr olacak büyük bir devlet kuracağına işâret eden Korkut Ata’nın “bu didüği ‘Osmân nesli” nden başkası değildi.(3)
Fâtih Sultan Mehmed dönemi târihçilerinden Rûhî Çelebi, “Târîh-i Rûhî” adlı eserinin giriş kısmında bu rivâyete dayanarak, “Korkut Ata” nın, hanlığın “Oğuz Hân vasıyyeti mûcebince âhir (sonunda) Kayı Hân evlâdına” düşeceğini, “Tâ kıyâmete dek ol nesilden ânı kimesne”nin alamayacağını müjdelediğini(4) bildirmiş ve; “Bundan zâhir olur ki, ‘Âl-i ‘Osmân saltânâtı sâ’ir selâtîn (diğer sultanların) saltanâtına nisbet ne mertebedür!” demiştir.(5)
Korkut Ata onlara bu müjdeyi verirken, böyle bir devletin kurulup kurulmayacağını hiç kimse bilmiyordu. Ancak aradan uzun asırlar geçtikten sonra Korkut Ata’nın sözü tecellî ederek, Kayı boyuna mensup olan Osman Gâzî gerçekten de bir devlet kurdu ve kurduğu bu devlet hükmünü âhir zamana kadar yürüten en büyük Türk devleti oldu.
Türkler’in gelecekteki intişârına ve hükümdarlarına dâir en esrârengiz haberleri veren zât, “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye” adında bir risâle yazarak, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yetmiş sene öncesinden haber veren Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’dir.
Hazret Osmanlı Devleti ve hükümdarları hakkındaki bu keşfini “Cifr ilmi”nden ve kendi ifâdesiyle; “Elif. Lâm. Mim. Gulibetir’r-rûm.”(6) ifâdeleriyle başlayan Rûm sûresi’nin ilk beş Âyet-i kerîme’sinden çıkarmıştır. Âyet-i kerîme’deki gizli esrârı “murâkabe hâlinde ‘Ali -kerremallâhu te‘âlâ vechehû-ya” soran Hazret, kendisinden “Onun adı ‘Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’ (soy şeceresi) ile konur!”(7) cevâbını alınca, bu hükmün “Devletü’l-‘Osmâniyye’ zamânında vâki‘ olacağını” öğrenmiş(8) ve Allah-u Teâlâ’nın kendisine bildirmesiyle, “onlardan hilâfeti kâ’im kılacak olan kimseye ve her birinin zamanına, hilâfetine ve askerlerine dâir” pek çok sırrı keşfedip önceden haber vermişti.(9)
Hazret, adı dahi başlı başına bir kerâmet olan bu eserinde Osmanlı hükümdarlarından bazılarının isimlerinin baş harflerini ve yaptıkları bazı meşhur fetihleri açıkça bildirmiştir. Nitekim dergimizin geçen sayısında bu eseri ayrıntılı olarak incelemiş ve Hazret’in eserde “Mîm”le Fâtih Sultan “Mehmed”e, “Sîn”le Yavuz Sultan “Selîm”e, “‘Ayın”la “Abdülâzîz”e, diğer “‘Ayın”la İkinci “Abdülhamîd”e ve son “Mîm”le “Mehmed” Vâhideddîn Hân’a işâret edip, ardından “âhir zamân”ın “büyük fitne” devrine ulaşılacağını bildirdiğinden söz etmiştik.(10)
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde mühim işler gören ve talebeleriyle yaptığı gazâlarda rumları canından bezdiren, Rumeli’deki eren-gâzîlerin öncüsü Seyyid Sarı Saltuk Baba, yaşadığı müddetçe halkı hep Edirne’nin fethine teşvik etmiş, ancak fethin müyesser olduğunu göremeden vefât etmişti. Hazret’in vefâtından sonra, vasiyeti gereği bu vazîfeyi Server Ayas-ı Rûmî Hazretleri üstlenmişti.
“Saltuknâme”de belirtildiğine göre; Ayas Gâzî bir gün “Edrene’den taşra” çıkıp, uzaktan hayranlıkla “şehre nazar urdı” ktan sonra, “ol yirde” uykuya dalıp, “ol gice düşinde (Hazret-i) Fahr-i ‘Âlem’i” görmüş,(11) Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisine Edirne’nin fethini müjdeleyerek; “Server, biz cân göziyle bu Edrene’yi görüp durıruz! Cennet buka‘alarundan bir buk‘a (bahçelerinden bir bahçe)dür, cennet bunuñ zâhir üstindedür. Hakk Te‘âlâ Hazreti buna nazar idüb, Kur’ân’da ‘Rûm’ dimişdür ve Rûm’uñ bu aslıdur. ‘Elif. Lâm. Mîm. Gulibetü’r-rûmu fî edne’l-’ard’(12)dan murâd bu Edrene’dür. Bunda müslimânlık nusret ve ferâhlık bulup dâ’im kuvvet bula; ‘Yefrehu’l-mü’minûne bi-nasri’llâh’(13)(‘Mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinmiş’) ola! ‘el-’Emr’(14)(‘Allah’ın emri’) târîhinden ki, bu ‘Biz‘(15)(‘birkaç’) ‘adedinden mevcûddur. Çün ol hîn (o zaman) ola, benüm ol kavî (kudretli) ümmetüm bu diyârda gelüb cem‘ olısar (toplanır) lardur ve benî ‘asfer’le (haçlılar’la) bunlar ceng idüb helâk eyleyiserlerdür. Ve ‘İsâ ‘Aleyhi’s-selâm Mehdî’ye leşker (asker) olub küffârı kat‘ idiserdür. Hakk Te‘âlâ (bu şehri) deccâl çıkduğı vakıt ânıñ şerrinden saklaya, âna göstermiye, gâzîler yüzi-suyına halâs eyleye. Bu yir kavmi kuvvette(dür), bu yir dârü’l-İslâm’dur, fitneden emîn kılınmışdur. Hattâ benî ‘asfer’le müdârâ idüb, harâc virelüm deyû sulh ideler, soñra fırsat bulıcak kıralar, amân virmeyeler. Kâfirler eyideler (söylerler): ‘Bizümle sulh eylediñüz, bizi nîçün kırarsız?’ dirler. Bunlar eyideler (derler): ‘Ol sulh zarûretle olmışdur, şimdi ne zarûret?!..’ diyeler. Ve dahî Hakk Te‘âlâ’nuñ kudretiyle bu şehrüñ yanında iki câmi‘ bünyâd ola, birinde namâz kılan Hacc sevâbın bula ve birinde Kudûs-i mübârek hâssasın bula! İmdi Server, Kâbe’de ve Kudûs’te nâfile namâz kılmakdan, gazâ olduğı yirde niyyet-i gazâ deyüb kılıcı üzere yatup uyumak sevâbludur. Bu yir husûsâ gâzîlerün ocağıdur, mübârek yirdür. Dînüm gülbangın bu yirde ururlar, yidi kat gök melekleri ânı işidüp tekbîr iderler. Benüm sizlere vasıyyetim budur; gazâyı elden komañuz!” buyurmuştur.(16)
Gerçekten de kısa bir süre sonra Edirne fethedilmiş, işâret buyurdukları o iki câmii inşâ edilmiş ve rum’un en önemli kalesi olan bu şehir artık bir İslâm yurdu hâline gelmiştir.
İstanbul’un fethinden sekiz asır önce, Resûlullah Aleyhisselâm tarafından; “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Ne güzel kumandandır onu fetheden kumandan! Ne güzel askerdir onun askerleri!”(17) Hadîs-i şerîf’iyle taltif edilen Fâtih Sultan Mehmed’in ve askerlerinin “Kostantîniyye’yi feth” edeceği “Âyet-i kerîme’de dahî gelmiş” olup, Kur’ân-ı kerim’de geçen “Beldetün tayyibetün = Seçkin belde”(18) ifâdesi “hisâbınca”, gerçekten de şehrin düşüşü “Hazret-i Risâlet’üñ -‘aleyhisselâm- hicretinüñ sene’-i 857”sinde gerçekleşmiştir.(19)
Nitekim Hüseyin Enîsî’nin “Menâkîb-ı Akşemsüddîn” adlı eserinde kaydettiğine göre, fetihten sonra Akşemseddîn Hazretleri’ne “vakt-i fethi” nasıl “ta‘yîn eyledüği” nden sorup; “Gâ’ibi neden bildüñ ki hükm eyledüñ?” dediklerinde; “Karındaşum Hızır ile ‘ilm-i ledünnî’de Kostantîniyye’nüñ fethini vaktiyle istihrâc eylemişdük (çıkarmıştık). Kal‘a feth olındıkdan soñra Hızır karındaşumı gördüm; kal‘a duvârı üzerine çıkmış, ayakların salınmış oturmuş(tu).” cevâbını vermiştir.(20)
Âlî’nin “Künhü’l-Ahbâr”ında naklettiğine göre; Yavuz Sultan Selîm Hân “Şâm-ı şerîf” şehri “fetholunduğı târîhde, Hazret-i Şeyh-i Ekber’üñ mezâr-ı şerîf’inde âkif” ve “‘ilm-i cifrüñ” sırlarına ve inceliklerine “vâkıf” bir “‘ârîf”le karşılaşır ve kendisiyle sohbet ederken “cifr” ilmiyle ilgili “nice esrâra” muttalî’ olur.(21) Böyle büyük bir zâtla konuşmasına “ruhsat virilmiş” olmasını fırsat bilen pâdişah, bu zâta “bir gün kendü hâllerini dahî su’âl” kılıp; “‘Mısr’ın otsuz ve susuz beriyyesinden (arâzîsinden) geçüb âna vâsıl olmak ve feth-u teshîri ile beyne’l-mülûk (hükümdarlar arasında) imtiyâz bulmak müyesser midür?’ deyû sorarlar. Ol ‘azîz dahî güftâre (söze) gelüb: ‘Sizüñ Mısr’ı feth ideceğinüz Kur’ân-ı ‘azîmle sâbitdür! Hemân turman, teveccüh buyurun!” dedikde; ‘Ne vechile (şekilde) ve hangi makûle nass (söylenmiş söz) ile sâbitdür?’” diye sorunca, “‘Ve lekad ketebnâ fi’z-Zebûri min ba‘di’z-Zikri enne’l-’arda yerisuhâ ‘ibâdiye’s-sâlihûn’ : (‘Zikir’den sonra Zebûr’da da yazmıştık ki; yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır.’)(22)Âyet-i kerîme’sini okuyub”, bu Âyet-i kerîme’deki “ard” lâfzının “cifriyye” kâidesine göre “Mısr” a, “Ve lekad” lâfzının ise onu fethedecek kimsenin “ism-i şerîfi”nin “Selîm olduğına işâret” ettiğini söylemiş; “Zikr” lâfzının hicrî “tokuz yüz yigirmi” târihini gösterdiğini ifâde ederek, pâdişâha Mısır’ı “ol târîhden soñra” fethedeceğini haber vermiştir.(23)
İstanbul’un fethini müjdeleyen Resulullah Aleyhisselâm’ın; “Türkler sizinle savaşmadıkça siz onlarla savaşmayın! Çünkü Kantûrâ soyundan gelen şu Türkler, mülkü ve hilâfeti ümmetimin elinden çekip alacaklardır.”(24) Hadîs-i şerîf’indeki müjdesini de, bu Âyet-i kerîme’ye göre Yavuz Sultan Selîm Hân’ın gerçekleştireceğini keşfeden bu zât; “‘Benüm sâlih kullarım ol yire vâris olur!’ deyû, Hazret-i Hakk sizi tavsîf buyurmuşlar!” diyerek, pâdişâhı “şâd idüb sevindürmiş” ti.(25)
Nitekim “cifr ilmi”nin üstâdı olarak kabul edilen Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- Efendimiz de; “Lâ büdde min Selîmi âl-i ‘Osmân yemlikü’r-rûmu ve’l-‘acem, sümme yemlikü cezîrete’l-‘arab.”: “Osmanoğulları’ndan Selîm’in Rûm’a, Acem’e ve ardından Arap diyârına hükmetmesi yakındır!”(26) buyurarak, fethin onun eliyle gerçekleşeceğini sekiz buçuk asır öncesinden bildirmiştir.
(1-3) Muharrem Ergin, “Dede Korkud Kitabı” , s. 73; bas.: İstanbul, 1958.
(4-5) Rûhî Çelebi, “Târîh-i Rûhî”, Belleten: XIV/18, s. 370.
(6) Kur’ân-ı Kerîm, Rûm (30): 1.
(7-10) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, “Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-’Osmâniyye”, Millet ktp., Ali Emîrî, AY. nr.: 2801, vr.: 2a-6a. Açıklamalar için, bkz.: “‘Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-’Osmâniyye’ Kitabı’nda, Osmanlı’nın Zuhûruna Dair Esrârengiz İşaretler”, Hakikat Dergisi, sayı: 142, s. 36-39.
(11) Ebu’l-Hayr-ı Rûmî, “Saltuk-nâme”, c. 3, s. 324-325. nşr.: Ş. H. Akalın. Ankara, 1990.
(12) “Elif. Lâm. Mîm. Rumlar mağlûb oldular. Arzın size en yakın yerinde.” Kur’ân-ı Kerîm, Rûm (30): 1-3.
(13-15) Kur’ân-ı Kerîm, Rûm (30): 4-5.
(16) Ebu’l-Hayr-ı Rûmî, a.g.e., c. 3, s. 324-325.
(17) Ahmed bin Hanbel, “Müsned”, c. 4, s. 335.
(18) Kur’ân-ı Kerîm, Sebe’ (34): 15.
(19) “Anonim Osmanlı Kroniği”, s. 86, 125. nşr.: Necdet Öztürk. TDAV Yay. bas. 2000.
(20) Hüseyin Enîsî, “Menâkîb-ı Akşemsüddîn”, Süleymâniye ktp. Hacı Mahmud Ef., nr.: 4666, vr. 10a.
(21) Âlî, “Künhü’l-Ahbâr”, Hacı Selim Ağa ktp., Selim Ağa, nr.: 765, vr. 253B; A. Uğur Neşri, c. 2, s. 1181. Kayseri, 1997.
(22) Kur’ân-ı Kerîm, Enbiyâ’ (21): 105.
(23) Âlî, a.g.e., vr. 253b; A. Uğur Neşri, c. 2, s. 1181.
(24) Münâvî, “Feyzü’l-Kadîr”, Kahire, 1937. Had. nr.: 110. Ayrıca bk. Ebû Dâvud, “Kitâbu’l-Melâhim”, c. 4, s. 485-486. Had. nr.: 4302. (Hadis-i şerîf’in son kısmı hâriç).
(25) Âlî, a.g.e., vr. 253b-254a; A. Uğur Neşri, c. 2, s. 1181-1182.
(26) Âlî, a.g.e., vr. 284a; A. Uğur Neşri, c. 2, s. 1052; Evliyâ Çelebi, “Seyâhat-nâme”, c. 1, s. 343, bas.: h. 1314.