Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Kıyâme Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2) - Ömer Öngüt
Kıyâme Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Ağustos 2005

 

Kıyâme Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)

Rüyetullah

 

Ağır Söz:

Müslim’in rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm ilâhî vahyi tebliğ ettiği zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz herhangi birşey kaçırmamak için çok defa dilini dudaklarını harekete getirirdi. Vahiy kendisine şiddet verirdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’leri indirdi:

“Resul’üm! Onu hemen ezberlemek için acele ederek dilini kıpırdatma.” (Kıyâme: 16)

Vahyolunacak âyetler hafızanda tekerrür edecek ve kalbini nurlandıracaktır.

“Şüphesiz ki onu (ezberinde) toplamak ve okutmak bize âittir.” (Kıyâme: 17)

Onu sana indiren okutacaktır. Öyle ki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz.

“O halde biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.” (Kıyâme: 18)

Ardınca yavaş yavaş oku. Kalbinde tespit ettiğimiz zaman da onu uygula, gereğince amel et.

“Sonra onu açıklamak bize âittir.” (Kıyâme: 19)

Anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri, ihtiyaç duyuldukça biz sana açıklarız.

Bundan sonra artık Cebrâil Aleyhisselâm geldiği zaman sükut eder, o gidince Allah-u Teâlâ’nın vaad buyurduğu şekilde okurdu. (Müslim: 448)

Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Sana onun vahyi bitmeden, Kur’an’ı okumakta acele etme!” (Tâhâ: 114)

Hepsi de kalbini olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir.

“Seni en kolaya muvaffak kılacağız.” (A’lâ: 8)

Her hususta en kolay yola erdireceğiz.

 

Çarçabuk Geçen Dünya:

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ettikten sonra, tekrar kıyameti yalanlayanlara dönerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz.” (Kıyâmet: 20)

Hep bu geçici dünyanın zevk ve lezzetleri için çalışmak gerektiğini sanıyorsunuz, daha hayırlı ve devamlı olan ahiret için hiçbir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.

“Ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâme: 21)

O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.

Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır.

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.

Diğer taraftan hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere de çok büyük müjdeler vardır.

Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın câzip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.

 

Rüyetullah:

Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nâil olacaklardır.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:

“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)

Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:

“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)

Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyâkat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin yanında bütün şaşası ile sönük kalır.

Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabb’inizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim: 633)

Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:

“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Bir şey istiyorsanız söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da: ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler.

Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rabb’lerine -azze ve celle- bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)

Kadın erkek herkes her Cuma günü Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.

Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Said -radiyallahu anh-, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında:

“Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi.

Bunun üzerine Said -radiyallahu anh-:

“Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-:

“Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rabb’lerini ziyaret edeceklerdir.

Rabb’in arşı onlara görünecek ve Rabb kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede tecellî edecektir.

Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler, altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.

Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:

“Yâ Resulellah! Rabb’imizi görecek miyiz?” dedim.

Şöyle buyurdu:

“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?”

Biz de: “Hayır!” diye cevap verdik.

Buyurdu ki:

“Böylece Rabb’inizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.

Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiçbir kişi kalmayacaktır. Hatta onlardan birine:

‘Ey filân oğlu filân! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak. Ve ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.

O da:

‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Allah: ‘Evet bağışladım. İşte sen benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.’

Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna benzer hiç bir koku almamışlardı.

Sonra Rabb’imiz: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini alın!’ buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.

Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklardır.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:

“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak -esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.

Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri: ‘Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak geldin!’ diyerek karşılayacaklar.

O da şöyle mukabelede bulunacak:

“Biz bugün Cebbar olan Rabb’imizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz şekilde dönecektik.” (Tirmizî: 2673)

 

Bedbahtlar:

O gün ışıl ışıl parlayan ve Rabb’lerine bakan yüzlerin mukabili olarak nice yüzler de, dünyada nursuz oldukları gibi orada da çirkinleşecek ve kararacaktır.

“Nice yüzler de vardır ki o gün asıktır.” (Kıyâme: 24)

Üzüntü ve sıkıntısından ekşir, kararır, üzerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. İçlerini istilâ eden şirk ve küfür karanlığı yüzlerine vurmuştur.

“Bel kemiklerini kıracak bir musibete uğratılacağını sezer.” (Kıyâme: 25)

Büyük bir azapla karşılaşacaklarını kesin olarak anlarlar, başlarına bellerini kıracak korkunç bir musibetin gelmesini beklerler.

 

Can Çekişme Sahnesi:

Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır.” (Kıyâme: 26)

Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.

Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için başında dönüp duruyorlar.

Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:

“Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir.” (Kıyâme: 27)

Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur.

“Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyâme: 28)

İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili dünyasına “Elveda!” diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.

“Ve bacak bacağa dolaşır.” (Kıyâme: 29)

Artık onun işi bâki olan Allah’a kalmıştır.

“İşte o gün sevk Rabb’inedir.” (Kıyâme: 30)

Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle âlemlerin Rabb’inin huzuruna götürülür.

Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.

 

Ebu Cehil:

Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil, Mekke’nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire’nin de yeğeni idi.

Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah’a ve Peygamber’ine karşı küfründe her geçen gün biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.

İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün komplolarda başrolü oynamıştı.

Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet’in yayılmasını engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti.

Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu.

Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.

Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını bizzat karşıladığı Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.

Resulullah Aleyhisselâm’ın: “Bu ümmetin firavunu” olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.

Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:

“İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı.” (Kıyâme: 31)

Allah için hiçbir iş yapmadı, hiçbir iyilikte bulunmadı.

“Aksine yalanlamış ve arkasını dönmüştü.” (Kıyâme: 32)

Peygamber Aleyhisselâm’a indirilenleri bütünüyle inkâr etti. Hiçbir kulluk görevini yerine getirmedi.

“Sonra da salına salına yürüyerek taraftarlarının yanına gitmişti.” (Kıyâme: 33)

İçini dışını büyük bir kibir ve gurur kaplamıştı, Hakk ve hakikate yönelecek cinsten bir kimse değildi.

“Gerektir o belâ sana gerek!

Evet! Gerektir o belâ sana gerek!” (Kıyâme: 34-35)

Sen ancak cehennemin kızgın ateşine lâyıksın!

Bu Âyet-i kerime’ler onun gibi İslâm düşmanlarını da kapsamaktadır.

Annesi Esma binti Muharribe -radiyallahu anhâ- müslümanlıkla şereflenmiş, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olan oğlu İkrime -radiyallahu anh- ise meşhur bir vali ve kumandan olarak İslâm’a hizmet etmiştir.

 

Sorumluluk:

İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme: 36)

İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek istememektedirler.

Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?

Allah-u Teâlâ uyulması için koyduğu hükümleri çiğneyenlere, yasakları işleyenlere dünyada bir takım cezalar uygulanmasını emretmektedir.

Yasaklanmış olan fiilleri yapmak haramdır, yapana ceza tereddüp eder.

“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyâme: 37)

İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.

“Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil vermiştir.” (Kıyâme: 38)

O bir damla çirkin sudan mükemmel bir insan vücuda getirdi.

“Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır.” (Kıyâme: 39)

Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.

“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter).” (Kıyâme: 40)

Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme muhakkak vuku bulacaktır.

İnsanları hesaba çekeceğini de bildirmiştir, şu halde hesap verme de kesindir.


  Önceki Sonraki