Muhterem Okuyucularımız;
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.
“O Azîz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk: 2)
Kendisine isyan edenlerden intikam alacak üstünlüğe sahiptir, hiçbir isyankâr O’nun pençe-i kahrından kendisini kurtaramaz. Buna rağmen kusurlarını itiraf eden, kötülüklerden vazgeçip tevbekâr olan, Zât-ı akdes’ine yönelen kullarının günahlarını affeder, siler.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek.” (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.
İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Halbuki ezelî ilminde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye dünya sahnesine göndermiştir. Bu imtihandaki hikmet, kullarının hallerini kendilerine bildirmek ve hiç kimsenin bir mazeret ileri sürmesine salâhiyeti kalmamak içindir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
“Amelin en güzel” olması; liveçhillâh, yalnızca Allah için olması, doğru olması, rızâ-i İlâhî’ye uygun olması demektir.
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nispetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nispette artar.
Bu imtihan sonucunda pirinç ile taş, nur ile leş belli olur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ’nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm’ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
İmtihan edilip de temize çıkarılmadan cennete girilmeyeceği, Uhud savaşı hakkında inen bir Âyet-i kerime’de beyan buyurulmaktadır:
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?” (Âl-i imrân: 142)
Âyet-i kerime’de cihadsız ve sabırsız, imtihan edilmeden ve Allah-u Teâlâ’nın kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlarına karşı direnmekte sabır gösterenleri belirtmeden cennete girilebileceğini sanan kimselerin bu düşünceleri reddedilmektedir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehit olmadıkları hâlde, peygamberler ve şehitler o kimselerin Allah katındaki derecelerine gıpta edecekler.
Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı hâlde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
Andolsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nur saçacak, bütün vücutları da nur içinde olacak.
Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.” (Ebu Dâvud)
Saha-i imtihanda olduğumuzu bilelim, gideceğimiz yeri seçelim.
Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir.” (Mülk: 1)
Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.
O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.
“Ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1)
Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
•
Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan bu dünyaya denemek için gönderdi.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime’nin tefsiri mahiyetinde Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmakta en hızlı olacak.” (Süyûtî)
İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Halbuki ezelî ilminde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye dünya sahnesine göndermiştir. Bu imtihandaki hikmet, kullarının hallerini kendilerine bildirmek ve hiç kimsenin bir mazeret ileri sürmesine salâhiyeti kalmamak içindir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
“Amelin en güzel” olması; liveçhillâh, yalnızca Allah için olması, doğru olması, rızâ-i İlâhî’ye uygun olması demektir.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.
“O Azîz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk: 2)
Kendisine isyan edenlerden intikam alacak üstünlüğe sahiptir, hiçbir isyankâr O’nun pençe-i kahrından kendisini kurtaramaz. Buna rağmen kusurlarını itiraf eden, kötülüklerden vazgeçip tevbekâr olan, Zât-ı akdes’ine yönelen kullarının günahlarını affeder, siler.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek.” (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya birkaç hat çekti ve buyurdu ki:
“Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2164)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtı’nın ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan her biri de derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” (Âl-i imrân: 186)
İmtihan ve deneme çoğu zaman zor ve ağır olan şeylerde olur.
“Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz.” (Bakara: 155)
İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.
Çünkü imtihan bir mihenk taşı gibidir, kişinin iç durumu imtihan neticesinde anlaşılır.
Bu sıkıntıların her birini çekmekle mükellef bulunmak, hiç şüphesiz ki mümini ahirette çok büyük nimetlere ulaştıracaktır.
“Resul’üm! Sabredenleri müjdele!” (Bakara: 155)
Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ’ya sığınan ve yönelenlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk’a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.
Böylece O’ndan çıkacak ilâhî hükmü peşin olarak kabul ettikleri gibi, vakti gelirse O’na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehâdet etmektedir.
•
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren insanları bir imtihan sahnesi olan dünyaya göndermiş ve hikmetinin iktizası olarak kimini kiminden üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün kılan O’dur. Şüphesiz ki Rabb’in, cezası çabuk olandır. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (En’âm: 165)
İnsanları muhtelif tabakalara ayırmış olmakla, haklarında bir imtihan ve ibtilâ muamelesi yapmıştır. Bir kısmını akıl, ilim ve mârifet, şeref ve servet, makam ve mevki gibi bir takım hususiyetlerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkarmıştır.
Böylece en güzel amel yapanları seçecek, gelecekte vereceğini o kazancı ile verecektir. Bugünkü durum dünkü imtihanın bir neticesidir, yarınki durum da bu imtihanın bir neticesi olacaktır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Bak! Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır.
Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” (İsrâ: 21)
Derecelerinin farklı olması da bu imtihanın icaplarındandır. Bununla itaatkâr olanlarla âsî olanlar, iman edenlerle inkâr edenler tezahür etmiş olmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nispetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nispette artar.
Bu imtihan sonucunda pirinç ile taş, nur ile leş belli olur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ’nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm’ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
İmtihan edilip de temize çıkarılmadan cennete girilmeyeceği, Uhud savaşı hakkında inen bir Âyet-i kerime’de beyan buyurulmaktadır:
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?” (Âl-i imrân: 142)
Âyet-i kerime’de cihadsız ve sabırsız, imtihan edilmeden ve Allah-u Teâlâ’nın kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlarına karşı direnmekte sabır gösterenleri belirtmeden cennete girilebileceğini sanan kimselerin bu düşünceleri reddedilmektedir.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde bu irtibat açık olarak görülür.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.” (A’râf: 96)
Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar. Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.
•
Allah-u Teâlâ hakiki imana sahip ve ilâhi hükümlere tâbi olanların nice nimetlere nâil olacaklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Eğer ehl-i kitap inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık.
Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’lerinden kendilerine indirilen Kur’an’ı, gereğince uygulasalardı; hiç şühpesiz ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi. (Her yönden nimete ermiş olurlardı.) İçlerinden aşırılığa kaçmayan, mutedil bir zümre vardı, çoğunun yaptıkları ise kötü idi.” (Mâide: 65-66)
Rızıkları bol bol, yerden ve gökten fezeyan edip duracaktı. Ağaçları bol meyve verecek, ekinleri neşvünemâ bulacak, kendilerine her yönden nimetler gelecekti.
Kendilerine zaman zaman bir takım musibetler yüz gösterip durmayacaktı. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi, dünyaları da mâmur olacaktı. Fakat onlar imana yönelmediler, inkârlarına devam ettiler.
En iyi, en faydalı gıda Allah-u Teâlâ’nın rızâsı ve hoşnutluğudur. Diğer nimetler zâhirîdir, geçicidir, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğu ise ebedîdir. Hayatın en üstünü budur.
O’nun hoşnutluğu dairesinde yaşayan kimsede huzur olur, maiyyet olur, kurbiyet olur, teşviş olmaz, sıkıntı olmaz. Çünkü o Rabb’ine teslim olduğu için, her verdiğine râzı olduğu için, onu müsterih bir hayat içinde yaşatır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde geçmişte yaşamış kavimlere de uyarıcılar gönderilmiş olduğunu ve onların Hakk’a yönelmeleri ve niyazda bulunmaları için bazı felâketlere uğratılmış olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Resul’üm! Senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermiştik. (İnkârlarından dönüp) boyun eğsinler, yalvarsınlar diye, onları yakalayıp darlık ve çeşitli hastalıklarla cezalandırmıştık.” (En’âm: 42)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini bilememişler, Rabb’leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, neticede de büyük felâketlere uğramışlardır.
“Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara cazip gösterdi.” (En’âm: 43)
Onları aldatarak nefis, hevâ, heves, lezzet ve rahat peşinde koşturdu. Oysa kendilerine isabet eden azap ve felâketler hep bu sebeple idi. Fakat onlar bunu düşünüp kavrayamadılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir. İnsanlar azgınlıkları sebebiyle bardağı taşırıyorlar, bu ise gadab-ı ilâhîye vesile oluyor, kurunun yanında yaş da gidiyor.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Resulullah Aleyhisselâm’a ancak Zât-ı akdes’inden korkmayı ve tevekkül etmeyi tavsiye buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Ahzâb: 1)
İlmi her şeyi kuşatmıştır, bütün işleri hikmet iledir. O halde yalnız O’ndan kork ve yalnız O’na itaat et.
“Rabb’inden sana vahyedilene uy! Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Ahzâb: 2)
Kur’an-ı kerim’in emir ve hükümlerine göre hareket et, herkes yaptığına göre cezâ veya mükâfât görecektir.
“Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb: 3)
Bir hususta ki Âyet-i kerime olur, Hadis-i şerif olur, artık bir mahlûk onun üzerinde tartışmaya, arzusuna göre hareket etmeye sahib-i salâhiyet değildir, yoksa küfre kayar.
Temsil olarak kâfirlere karşı hoşgörüyü ele alalım.
Hoşgörü ne demek?
Bunun mânâsı: “Ben Hazret-i Allah’ın emirlerine itaat etmiyorum, O’ndan da korkmuyorum, iman da etmiyorum. Ben size iltihak ettim ve uydum.” demektir.
Artık onun Hazret-i Allah ile, Hazret-i Kur’an ile, Hazret-i Peygamber ile hiçbir ilgisi kalmamıştır.
Bunun karşılığı imandır. İman ise;
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Âyet-i kerime’sine gönülden iman etmekle kaimdir.
İslâm’ı savunanlar iman etmiş olur. Onlara iltihak edenler onlardan olmuş olur.
Bu iman ile küfrün ayırımıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“İçlerinden sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola ileten önderler tayin ettik.
O önderler âyetlerimize kesinlikle inanırlardı.” (Secde: 24)
Kendileri inanıp tasdik ettikleri gibi, Halkı da iman ve itaata çağırırlar, onlara Hakk yolunu gösterirlerdi.
Hiç şüphe yok ki makbul olan İslâm dinidir ve o dinin doğru yolda yöneticileri mevcuttur. Bunlar müstesnadır. Bunlar O’nun öncüleridir, onları O tayin etmiştir.
“Şüphesiz ki Rabb’in ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Secde: 25)
Dünyada iken kimlerin hidayete önderlik yaptıkları, kimlerin insanları sapıklığa sevkettikleri tamamen anlaşılmış olacaktır.
“Kendilerinden önce nice nesilleri yok etmiş olmamız, onları doğru yola sevketmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşıyorlar. Hiç şüphesiz ki bunlarda âyetler (ibretler) vardır. Hâlâ işitmiyorlar mı?” (Secde: 26)
Küfrün ve isyanın insanların başına neler getirdiğini, ne vahim sonuçlar doğurduğunu anlamaya çalışmayacaklar mı?
Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyurur:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsizin. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imrân: 110)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği önderlerdir. Diğerlerse dinden çıkan sapıklardır.
Ey müslümanlar! Dikkat edin, bunlara inanmayın, bunlara uyacak olursanız, bunlar sizi Allah-u Teâlâ’nın, Kitabullah’ın, Resulullah’ın yolundan saptırırlar.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler.” (En’âm: 116)
Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)
Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ’dır.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.
İmtihanlar üç çeşittir:
Birincisi; kulun işlediği günahlarının cezasını dünyada vermek için.
Allah-u Teâlâ âdil-i mutlaktır, ahirette azap etmemek için muhakkak ki sevdiği kulunun cezasını dünyada verir, ahirette vermez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah iyiliğini dilediği kulunun cezâsını dünyada verir.” (Tirmizî)
Onları ibtilâ ve musibetlere uğratır, böylece ahirete günahlarından arınmış olarak gider.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Vallahi Allah kendi sevgilisini cehennem ateşine atmaz.” (Ahmed bin Hanbel)
Diğerlerine dünyada da tattırır, ahirette ise daha büyük bir azapla azap eder.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.” (Secde: 21)
Başlarına gelen felâketlerden ders alarak tevbe ederler, yola koyulurlar.
İkincisi; Kulun içindekini dışarıya çıkarıp Rabb’i katındaki durumunu insanlara göstermek için.
Bu husus iki türlü olur:
İhlâslı olanlar mahviyet ve gizlilik içinde örtülüdürler, fakat Allah-u Teâlâ onları halka sevdirir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ bir kulu severse Cibril’e: ‘Ben falanı seviyorum, onu sen de sev.’ diye emreder. Cibril de onu sever ve sonra semaya seslenip ‘Allah falanı seviyor, siz de onu seviniz.’ der. Bunun üzerine gökte bulunanlar da onu severler, sonra da onun sevgisi yeryüzündekilerin kalplerine konulur.” (Müslim)
Bir de riyâkârlar vardır. Onlar her ne kadar kendilerinin riyâkâr olduğunu gizleseler bile, Allah-u Teâlâ âdil-i mutlak olduğu için onların bu riyâkârlıklarını meydana çıkarır ve halka gösterir.
Hadis-i şerif’in devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Allah-u Teâlâ bir kula da buğzederse de Cibril’e: ‘Ben falana buğzediyorum. Sen de ona buğzet.’ diye hitap eder. Cibril de ona buğzeder. Sonra göktekilere: ‘Allah falana buğzediyor, siz de ona buğzediniz.’ diye seslenir. Onlar da kendisine buğzederler. Sonra da yeryüzünde o kimseye karşı kin ve nefret uyanır.” (Müslim)
Üçüncü çeşit imtihan ise; kulun değer ve yakınlığını kendi katında artırmak için olur. Bu da hiç şüphesiz ki, aslında ilâhî bir lütuf, ikram ve ihsandır.
Allah-u Teâlâ kulunun sadâkatını bildiği halde onu imtihana çekiyor, ibtilâya uğratıyor. Onu kendisine yaklaştırmak için o ibtilâyı ona verir. O kul ise O’na teslim olur, O’nun ezelî takdirine zaten râzıdır. Yaklaşma böyle olur, lâfla olmaz. Ölünceye kadar bu ibtilâ ve imtihan devam eder. Kişi attığı her adımında, aklına hayâline gelmeyecek yerde imtihan edilir. Allah-u Teâlâ seyr-ü sülûk yolu üzerinde murad ettiği engeli koymuştur, imtihanını vermedikçe kişi o engeli aşamıyor.
İmtihan doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Sâdıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût: 3)
İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur. İbtilâ bir şefkat tokadıdır, bu sayede bir mümin dünyaya dalmaktan, kalben onunla meşgul olmaktan kurtulur, kulun Hakk’a dönmesini sağlar.
Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra diğer müminlere gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir.” (Tirmizî)
Hazret-i Allah’ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp, hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız.” (Âl-i imrân: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır. Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.
İmtihan sahnesindeyiz. Allah-u Teâlâ’nın ruhsatları çoktur. Arzedeceğimiz Âyet-i kerime’lerden bu ruhsatları İyiye kullananların durumu ile kötüye kullananın durumunu görün.
“Şüphesiz ki (hakkı bâtıldan) ayıran o hüküm günü, herkesin bir araya toplanacağı gündür.” (Duhân: 40)
O gün tek hâkim O’dur. Hükmünde O’na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O’nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O’nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
“O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Kendilerine yardım da edilmez.” (Duhân: 41)
Orada hiçbir dostluğun, dostun yoktur. Azabı hak eden kimse, bir dostun dostluğu ile bağışlanmayacaktır.
Birinin günahını diğeri yüklenip yükünü azaltmadığı gibi, birisi diğerinin cezası ile azap görmez.
Herkes kendi hâlini düşünmeye başlar. Evlât atasına fayda veremediği gibi, o da evâdına hiçbir yardımda bulunamaz. Sımsıcak dostluklar hep gerilerde kalmış, hiçbir fayda sağlamaz olmuştur.
Şu kadar var ki, sırf Allah için kurulan dostluklar ahirette de devam eder.
“Ancak Allah’ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir.
Şüphesiz ki O Azîz’dir, çok merhametlidir.” (Duhân: 42)
Böyle zâtlar yardıma nâil olurlar, diğer müminlere de yardım ve şefaat edebilirler.
“Günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan erimiş maden gibidir.” (Duhân: 43-46)
Sıcak suyun kaynadığı gibi karınlarında kaynar. Hakk’tan sapan, ahiretten yüz çeviren kimseler cehennemde ilk olarak zakkumdan yerler.
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhân: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhân: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhân: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, yalanladıkları hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
“Müttakiler ise hakikaten güvenilir bir makamdadırlar.” (Duhân: 51)
Orada ölümden, cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer musibetlerden emindirler.
Onlar o makamda emniyet içindedirler. Rabb’lerinin cennetinde bulunmak onlar için esenlik ve güvenlik bakımından yeterlidir.
Onlar içinde ebedî kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
Bu ne büyük saâdet!
“Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.” (Duhân: 52)
Müttakilerin bu durumu, zakkum ağacından yiyip kaynar sudan içen cehennemliklerin tam tersinedir.
“İnce ipekten ve parlak atlastan (elbiseler) giyerek karşılıklı otururlar.” (Duhân: 53)
Göz kamaştırıcı elbiseler giyinmiş oldukları halde sohbet ederler. Onlardan hiç birisi bir diğerine sırtını dönmüş vaziyette oturmaz.
“Böyle olduğu gibi, biz onları ayrıca iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir.” (Duhân: 54)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar.
“Orada güven içinde (canlarının çektiği) her meyveyi isterler.” (Duhân: 55)
Cennette hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez. Hiç kimse nimetlerin kesintiye uğramasından veya gelmemesinden endişe etmez. Meyve çeşitlerinden neyi isteyecek olsalar, diledikleri şekil üzere hemen kendilerine hazır edilir.
“Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur.” (Duhân: 56)
Halis kullar, amel ve ibadetlerini iş ve davranışlarını sırf rızâ-i Bâri için yaptıklarından Allah-u Teâlâ onların günahlarını bağışlamış, azaplardan korumuş, iyiliklerinin karşılığını kat kat vermiş, sonsuz lütufların bulunduğu cenneti ve içindeki nimetleri ile müşerref kılmıştır.
Artık ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar, en güzel yerde en güzel hayatı yaşayacaklar.
Cehennemden uzaklaştırılıp kurtarılan ve cennete sokulan kişi, şüphesiz ki büyük bir muvaffakiyet kazanmıştır.
“Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.” (Duhân: 56)
Onlar cennette her türlü nimetlerle nimetlendikleri gibi, “Hayat” nimetiyle de sonsuz olarak lezzet bulacaklar; cehennemliklerin ölmek isteyip de ölememelerine karşılık, onlar da ölümsüz olarak, arzularına kavuşmanın zevki ile ebediyen yaşayacaklar.
“Rabb’inden bir lütuf olarak.” (Duhân: 57)
Kulların Allah-u Teâlâ üzerinde alacak bir hakkının olması bahis mevzuu olmadığına göre, cennet nimetleri sırf lütuf ve bağıştan başka bir şey değildir. Arzuladıkları her şey Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bir ikram olarak verilecektir.
O lütuflar ki göz ve gönül dolduracak kadar çoktur.
“İşte o büyük kurtuluş budur.” (Duhân: 57)
Cennet sakinlerinin yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, nurları yüzlerine vurur. Bu hazırlananların ötesinde istenecek bir şey yoktur.
Kendisini beğenenler, bu aynada kendisini görsün.
Kişinin kendisini beğenmesi, büyüklenmesi, kendisini başkalarından üstün görmesi; arındırılması gereken çok kötü huylardan ve kalp hastalıklarından birisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme! Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah kendini beğenip övünen ve böbürlenen kimseleri aslâ sevmez.” buyuruyor. (Lokman: 18)
Kibriyâ ve azamet Allah-u Teâlâ’ya mahsustur, büyüklük ve ululuk ancak O’na yakışır. Kula yakışan tevazudur, alçak gönüllülüktür.
Kibir kötü huyların en büyüklerinden ve şeytanî bir sıfat olduğu gibi, tevazu da güzel huyların en büyüklerinden ve büyüklerin âdetlerindendir.
Eğer bir insanın yaptığı amellerine zerre kadar bir riyâ girerse, veyahut bu çalışma içerisinde kendisinde varlık görürse, kendisini beğenirse yaptıklarının hepsi hükümsüzdür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”
Niçin büyük günahtır? Çünkü Allah-u Teâlâ’ya şirk koşuyorsun. Senin Sahibin: “Benimdir, ben verdim!” diyor. Sen ise: “Hayır! Benimdir!” diyorsun. Bu apaçık bir şirktir, Allah-u Teâlâ’ya karşı gelmektir.
Allah-u Teâlâ bizi ne kadar hoş gönderdi. Halbuki aslımız bir damla kerih su. Bizi o kerih sudan halketmiş. Niçin? Aslını görmesi, emaneti bilmesi, hiçbir şeyi nefsine mâletmemesi için. Dilese idi, Âdem Aleyhisselâm’ı çamurdan yarattığı gibi, bizi de “Ol!” demekle bir anda olduruverirdi. Fakat bizi birçok merhalelerden geçirdi. İnsanoğlunun birçok tekâmüllere ihtiyacı var.
İnsanı çok güzel yarattığı gibi, güzel nimetlerle de süsledi. Bu güzelliklerin Sahibine âit olduğunu kulun bilmesi ve itiraf etmesi gerekir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” (Lokman: 20)
Binaenaleyh bir kulu dilerse çok yükseltir, dilerse en aşağıya indirir. Allah-u Teâlâ onu ne kadar yüksek makamlara çıkarırsa çıkarsın, o buna iltifat etmemelidir. Bunun bir emânet-i ilâhiye olduğunu bilerek, aslının bir damla kerih su olduğunu hep gözünün önünde bulundurmalı. En yüksek makama çıksa: “Çıkan şey pisliktir!”, en aşağı makama atılsa: “Atılan şey pisliktir!” diyerek, kendisini ayrı bir sıfatta görmemelidir. Yoksa insan hemen kendisini beğenir, nimet-i ilâhiyi benimser ve emanete hiyanetlik yapmış olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın!” buyuruyor. (Necm: 32)
Kendisinde varlık görenler, kendisini beğenenler Allah-u Teâlâ’nın varlığını nefis putuna bağlamıştır ve onu ilâh yapmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
İnsanlar hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. İnsanlar böylece gizli şirke sapmış olurlar.
Buradan da anlaşılıyor ki; yoktan var edeni, nimetleri ile gark edeni unutuyor, o nimetlerin birer ihsân-ı ilâhî olduğunu göremiyor. “Bunların hepsi bende var!” diyor ve nefsini ilâh ediniyor. Kendisini beğendiğinden dolayı gizli şirke sapmış olur. Şirk ise kişiyi müşrik yapar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruyorlar:
“Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder.” (Münâvî)
Niçin yetmiş senelik ibadet imhâ ediliyor?
Rabbü’l-âlemîn seni bir nutfeden halketti, şekilden şekile geçirdi. Her âzâyı yerli yerine taktı. Sana güzel bir biçim de verdi. Göz verdi, kulak verdi, el verdi, ayak verdi. Bütün uzuvları yerli yerine taktı ve seni meydana çıkardı.
Ve buyurdu ki:
“Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Müminûn: 14)
Sen ise bu ihsan-ı ilâhî karşısında sağır ve kör kesildin, nefsine zulmettin ve kendini beğendin.
O’nun verdiği, ihsan ettiği nimetleri kendi nefsine mâlettin ve kendini beğendiğinden ötürü O seni beğenmedi, yetmiş senelik sevabın dahi olsa o anda hepsi birden yandı.
Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! De ki: Size amelce en çok ziyana uğrayanı bildireyim mi? Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.” (Kehf: 103-104)
Bir kardeşe sorduk.
– Sen Hazret-i Allah ile baktığını biliyor musun?
– Bilmiyorum.
– O’nunla işittiğini biliyor musun?
– Bilmiyorum.
– O’nunla konuştuğunu biliyor musun?
– Bilmiyorum.
– O’nunla yürüdüğünü biliyor musun?
– Bilmiyorum.
Sana bunu isbat edeyim. Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:
“De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Buyurmuyor mu? Ruh Hazret-i Allah’ın emri değil mi? Çektiği zaman hadi kendinde bir şey ara! Meğer hep O imiş! O’nunla bakıyormuşuz. O’nunla işitiyormuşuz, O’nunla konuşuyormuşuz, O’nunla hareket ediyormuşuz. Neden bunu anlamadık da hep ben dedik, O demedik? Ruh çıktıktan sonra mı bütün bunları anlayacağız?
İnsan düşünsün ki, ruh O’nun, O ruhu çektiği zaman, saman çöpü senden kıymetli. Çünkü sen hesap vereceksin, o vermeyecek. Sen kokacaksın, o kokmayacak.
Bir insanın kendini beğenmesinin, yetmiş senelik ibadetini mahvetmesine mukabil ihlâsla yapılan ibadetlere kat kat sevaplar verileceği bir Hadis-i şerif’te beyan edilmektedir:
“Riyâdan uzak olduğu cihetle gizlice vuku bulan amel ve ibadetin ecri açıktan yapılandan yetmiş kat ziyâdedir.” (Münâvî)
•
İbadet, Allah-u Teâlâ’yı en büyük tâzim ve sevgi ile anmak, yüceltmek, buyruklarını yerine getirmektir. Yaratılışımızın gayesi de budur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyât: 56)
Yaratanı tanımak, O’na gönülden teslim olmak, kulluk görevlerini yerine getirmek insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Rabb’ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb’ine kullukta hiç ortak koşmasın.” buyuruyor. (Kehf: 110)
Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızâsını gözetmek, niyetlere O’nun rızâsından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Amel ve ibadetinizi riyâdan, gösterişten hâlis ediniz. Yoksa Cenâb-ı Hakk kabul buyurmaz.” (Nesâî)
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim)
Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunmak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a şöyle vahyetmişti:
“Yâ Musâ! İsrailoğulları’nın zâlimlerine söyle ki beni zikretmesinler! Çünkü beni zikrederlerse ben de onları lânetle anacağım.”
Ve bu gibi kimselerin ibadeti Allah-u Teâlâ’dan uzaklaşmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Bir de şu husus var ki, Allah-u Teâlâ bunları huzurunda görmek istemez.
Dâvud Aleyhisselâm’a ise şöyle vahyetmişti:
“Zâlimlere söyle beni zikretmesinler. Çünkü ben, beni zikredenleri zikrederim. Onları zikretmem ise, onlara lânet etmem şeklindedir.” (Deylemî)
Namaz da böyledir, oruç da, zekât da, diğer ibadetler de böyledir.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bir kimsenin kıldığı namazı kendisini kötülüklerden alıkoymazsa o kimseye Cenâb-ı Allah’ın rahmetinden uzaklaşmadan başka bir fayda vermez.” (Ahmed bin Hanbel)
“Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır.” (İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Bir ameli yerine getirmek için göstereceğiniz ihtimamdan ziyade amelin kabul edilmesi için ihtimam ediniz.”
Kişide bir iyilik, bir güzellik husule geliyorsa, O’nun koyduğu sermayenin eseridir. Kötülükleri ise zaten nefsimizin mahsulüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Kul bütün iyilikleri Hakk’tan bilecek, kötülükleri ise nefsinden.
Allah-u Teâlâ bir kulu bırakmadıkça bu hâle düşmez. Bir de bırakıverirse kendini beğenir, iyilikleri nefsine mâleder ve helâk olur gider.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimseye ilim olarak Allah’tan korkması kâfidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması kifâyet eder.” (Câmiu’s-sağir)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor. En büyük tehlike budur işte.
Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur’an-ı kerim’de müjdeler vardır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
•
Bu beyanlarımız hem nasihat hem vasiyettir.
Nasihattır; kayanları kurtarmak için.
Vasiyettir; nefislerini ilâh edinerek hem kaymamaları için, hem de kayanları kurtarmak için.
Saâdet ehlinin durumu budur, felâket ehlinin durumu budur.
Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime’lerinde şöyle haber vermektedir:
“O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler.” (Yâsin: 55)
Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir eğlence havası içinde mest olurlar.
Âyet-i kerime’de geçen “Şuğul”, akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.
“Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır.” (Yâsin: 56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır.” (Yâsin: 57)
Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerinin; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.
“Bütün arzuları yerine getirilir.” (Yâsin: 57)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhisini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb’leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
“Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!” buyurmaktadır.
İşte:
“Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yâsin: 58)
Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiç bir şeye iltifat etmezler. Bu hâl araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb’lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ibir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kendi rızâsı ile gıdalandırdığı kulları âfiyette olarak yaşar, âfiyette olarak ölür ve âfiyette olarak cennete girerler. Karanlık gece kıt’aları gibi fitneler onlarla giderilir ve onlara zarar veremez.” (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, c. 1 , s. 6-7)
•
Mahkeme-i kübrâ’da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!” buyurur. (Yâsin: 59)
Kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salahiyetleri yoktur. Her suçlu günahkar inkârcı ister istemez bu buyruğa uyar.
Herkesin hesapları görülüp amellerinin neticesi olarak gidecekleri yerler belli olunca, insanlar fırka fırka ayrılır. Herkes kendi emsaliyle bir fırka, diğeri de ayrı bir fırka olur. Zira müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennemdir.
Ve cehenneme sevkiyat başlar. İşte bu an pişmanlıkların, korkuların, feryat ve figanların ayyuka çıktığı andır. Şefaat için yalvarışların yapılacağı an bu andır.
Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm’a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb’ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğulları’na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur’an-ı kerim’inde açıkca haber vermiştir.
Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hududlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
“Andolsun ki o sizden bir çok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapan ve emrine boyun eğersiniz. Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.
“Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Daha sonra Allah-u Teâlâ onları bekleyen azabı kendilerine müjdeledi:
“İşte bu size vaad edilen cehennemdir.” (Yâsin: 63)
Elçilerin sizleri sakındırdığı, sizlerin ise yalanlayıp durduğunuz cehennem budur.
“İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!” (Yâsin: 64)
İnkârda ısrarınızdan dolayı, onun pek acıklı ve yakıcı azabını tadın, o ebedî azaba yaslanarak yanıp yakılın.
•
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle ayırt edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu seçtikleri için cennette karar kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada iken yollarını seçmişler, birbirlerinden ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de ebedî olarak birleşemezler. Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur olunamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.” (Haşr: 20)
Cehennemlikler Allah’ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir. Dünyada da ahirette de en aşağılık kimselerdir. Allah’tan korkup, emir ve yasaklara uyanlar ise cennete müstehaktırlar.
“Cennet ehli olanlar, kurtulanların tâ kendileridir.” (Haşr: 20)
Onlar dünyada da ahirette de iyilik ve güzelliklere nâil olmuşlardır. En büyük tehlikelerden kurtulmuşlar ve en büyük murada ermişlerdir. Bu fazilet onlara yeter!
•
Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilenlerin sonlarını ve âkıbetlerini gördüğün halde hâlâ tevbe edip Yaratan’a, nimetleriyle donatana dönmeyecek misin ey câhil ve zâlim nefis!
Farz-ı muhal ki bir er, bir kumandana karşı hakaret veya isyan ederse, onu hiç cezasız bırakır mı?
Ey gâfil insan! Sen Yaratan’ına karşı gelip isyan edersen, O’nun seni cezasız bırakacağını mı zannettin?
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir.
Âyet-i kerime’de:
“Rabb’imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir.”
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedî hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî)
Allah’tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Bir diğer Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Mühim olan mânevi hastalıklardır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar eğer tedavi edilmezse ebedî hayatı öldürdüğü için çok tehlikelidir. Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, hased, rîya, tamah, hırs... gibi kötü sıfatlar kalb hastalıklarıdır, kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekiyor.
Allah-u Teâlâ’nın azabından emin olmak küfürdür.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’ın mekrinden (mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldular? Allah’ın mekrinden ancak hüsrana uğrayan kimseler emin olurlar.” buyuruluyor. (A’râf: 99)
Nitekim firavunların ilâhlık dâvâsında bulunmaları, müşriklerin şirkleri, kâfirlerin küfürleri, zâlimlerin zulümleri, fasıkların fıskları... hep Allah-u Teâlâ’nın mekrinden emin olmaları, korkusuz olmalarından ileri gelmektedir.
Allah-u Teâlâ başta şeytan olmak üzere; müşriklere de, kâfirlere de, münafıklara da, zâlimlere de bir süreye kadar mühlet vermiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer Rabb’inin daha önce verilmiş bir sözü ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı.” (Tâhâ: 129)
Bunun içindir ki, gazab-ı ilâhî unutulmamalıdır.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah’ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın.” (Fâtır: 5)
Ahiret kaygısını kalbinde duyan bir kimse, ona göre tedbirini alır. Korku ve ümit arasında bulunur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin bir kimse Allah’ın azab ve ikabının miktarını bilmiş olsaydı, hiçbir kimse cennetini ümit etmezdi. Kâfir de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilmiş olsaydı, bir tek kimse cennetinden ümit kesmezdi.” (Müslim)
“Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
“Yâ Muâz! İbâdet et! Benim şefaatime tevekkül etme! (Şefaatime güvenip ibadette kusur etme).” (Buhâri)
•
Allah-u Teâlâ’nın gazabından emin olmak küfür olduğu gibi; O’nun engin rahmetinden ve mağfiretinden ümit kesmek de küfürdür.
Âyet-i kerime’sinde:
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” buyuruyor. (A’râf: 156)
Bunun içindir ki bir müslüman en sıkıntılı ânında dahi ümidini kesmez. Allah-u Teâlâ çok affedicidir, affı sever, tevbe edenlerin günahlarını bağışlar.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım.” (Tâhâ: 82)
Günahı işleyen biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ bizi tevbeye çağırmakta ve bağışlayacağını müjdelemektedir:
“Resul’üm! De ki: Ey kendilerine kötülük edip haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Rabb’inize yönelin, size azap gelip çatmazdan evvel O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (Zümer: 53-54)
Daima korku ve ümit arasında bulunmak çok faydalıdır. Korku gafletten uyandırır, kötülüklerden uzaklaştırır; ümit ise insana mânevî destek verir.
Riyâ, insanın kendisini başkalarına üstün göstermek, onların kalplerinde yer etmek, hürmet ve tâzim beklemektir.
Riyâ haramdır. Riyakâr kimselerin gadâb-ı ilâhi’ye maruz kaldıklarına dair Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar.” (Mâun: 4-5-6)
Allah-u Teâlâ, rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemeyen ihlâslı kullarını Âyet-i kerime’sinde övmüştür:
“Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan: 9)
Münafıklar hakkında Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Onlar insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Her kim ki yaptığı bir işe benimle birlikte başkasını ortak koşarsa, onu şirki ile baş başa bırakırım.” (Müslim)
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Duysunlar diye iyi işler yapanı Allah duyurur. Gösteriş için iyi iş yapanları kıyamet gününde teşhir eder.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039)
“Kim Azîz ve Celîl olan Allah’ın rızâsı için öğrenilen bir ilmi ancak dünya metaından bir şey elde etmek için öğrenirse kıyamet günü cennetin kokusunu duyamaz.” (Ebu Dâvud)
“Gizli şehvetten sakınınız. Meselâ bir âlimin, insanların rağbet ve ikbâlini arzu edip başına toplanmasını sevdiği gibi.” (Camiu’s-sağir)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kıyamet gününde insanlardan ilk olarak suâle çekilecek olan üç kişiden birincisi şehid edilen bir kimse olacaktır. Huzur-u ilâhi’ye getirildiğinde Hazret-i Allah ona ihsan ettiği nimetlerini bir bir sayar, o da bu nimetleri ikrar eder.
– Bu nimetlere mukabil ne yaptın?
– Senin rızân uğruna savaştım ve şehid düştüm.
– Hayır, yalan söylüyorsun! Sana cesur desinler diye savaştın, nitekim bu söz de söylenmiştir.
Sonra verilen emir üzerine yüzüstü sürüklene sürüklene cehenneme atılır.
İkincisi de ilim öğrenmiş ve öğretmiş, Kur’an okumuş bir kimsedir. Cenâb-ı Hakk ona da lütuf ve ihsanlarını sayar, o da bu nimetleri itiraf eder.
– Bu nimetlere mukabil ne yaptın?
– Senin rızân uğrunda ilim öğrendim ve öğrettim, Kur’an okudum.
– Hayır, yalan söylüyorsun! İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an-ı kerim’i de, sana ne güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir.
Sonra verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır.
Üçüncüsü ise, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin kendisine geniş çapta zenginlik verdiği ve her türlü servetten ihsan ettiği bir kimsedir. Huzur-u ilâhi’ye getirilince, Cenâb-ı Hakk ihsanlarını ona da ayrı ayrı anlatır. O da onları itiraf eder.
– Bütün bunlara mukabil ne yaptın?
– Yâ Rabb’i! Servetimi sırf senin uğrunda, sevdiğin işlere harcadım.
– Hayır, yalan söylüyorsun! Sana ne cömert desinler diye bunları yaptın, bu söz de söylenmiştir.
Sonra o da emir üzerine sürüklene sürüklene ateşe atılır.” (Müslim)
Görülüyor ki sırf Allah için yapılmayan amel ve ibadetler dergâh-ı Ulûhiyet’e ulaşamıyor. Bir fayda görülmediği gibi insanı Cenâb-ı Hakk’ın gadâb-ı İlâhi’sine maruz bırakıyor. İhlâslılar zümresinin az oluş sebebi de budur.
Riyâ, karıncanın ayak sesinden daha da gizli ve sessizdir. Nefsin ani çıkışlarını, riyânın sızmasını önleyecek olan Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himaye’sidir. Kurtulmasını murad ettiği kulunu, riyâ yolundan gelecek tehlikelerden muhafaza eder.
•
Bazı kimseler hastalar üzerine okumakta ve bu hususta kendisini yetkili sanmaktadır.
Sana kim izin verdi?
Cinin ve şeytanın verdiği vesveselerle hareket etmemeli.
Haset, Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık duymak, o nimetin ondan çıkmasını istemektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği kimselere haset mi ediyorlar?” (Nisâ: 54)
Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi;
“Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabb’ine sığınırım.” (Felâk: 5)
Âyet-i kerime’si ile, haset edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyuruyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin. Kardeş olun ey Allah’ın kulları!” (Buhârî - Müslim)
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O’nun bir kuluna lütuf buyurduğu her hangi bir nimeti kıskanmak, ilâhi taksime itiraz etmek demektir.
Haset eden kimse gıybet ettiği için, ibadetlerinin sevabını da gidermiş olur.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Hasetten sakınınız. Şüphesiz ki ateş odunu mahvettiği gibi, haset de sevap ve iyiliklerin yok olmasına sebep olur.” (Ebu Dâvud)
“İman ile hased bir mümin-i kâmilin kalbinde katiyyen birleşmez.” (Nesâî)
“Ateş odunu yakıp imhâ ettiği gibi başkasında olan nimetin zevâlini arzu eylemek mânâsında olan ‘haset’ dahî insanın amel ve ibâdetini mahveyler.” (Ebu Dâvud)
Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de bulunmasını istemek demektir.