Mekke-i mükerreme döneminde Kâria Sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i kerime, yüz doksan üç kelime ve altı yüz elli iki harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de geçen ve ölümden sonra dirilmeyi ifade eden “Kıyâme” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Lâ Uksimu” sûre-i şerif’i de denir.
Kıyâme sûre-i şerif’inde İslâm dininin ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi iman esasları üzerinde durulmuş, Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinden söz edilerek bu hususta mühim bilgiler verilmiştir.
Konusu ölümün ardından dirilme olan bu mübârek Sûre-i celîle’nin muhtevâsı dört bölümdür.
Kıyamet gününe ve kendini alabildiğine kınayan nefse yemin edilerek başlamaktadır.
On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar, kemiklerin toplanmayacağını sanan kâfirlere karşı Allah-u Teâlâ’nın parmak uçlarını bile bir araya getirmeye muktedir olduğu belirtilmekte ve o gün kâinatta meydana gelecek değişiklerle, insanların şaşkınlıklarına temas edilmektedir.
Yirminci Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahiy geldikten sonra onu nasıl okuyacağı anlatılmaktadır.
Otuz birinci Âyet-i kerime’ye kadar insanların dünya hayatının geçiçi zevklerine kapılıp, ebedî ahiret hayatı için hazırlığı terketmeleri kınandıktan sonra; o gün inananların yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağı ve Rabb’lerine bakacakları, inanmayanların ise yüzlerinin asık olacağı, bel kemiklerini kıracak bir musibete uğrayacaklarını sezecekleri belirtilmektedir.
Kalan bölümde ise azaba uğrayacak kimselerin, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiklerini yalanlama, namaz kılmama, çalımlı çalımlı yürüyerek taraftarlarının yanına gitme gibi uğursuzlukları beyan edilmektedir.
Daha sonra ise insanın başıboş bırakılmayacağı ve yaratılışındaki safhalar anlatılmakta, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı kudreti gözler önüne serilmektedir.
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı kıyâmetle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip eder.
“Kıyâmet” kelimesi “Kıyam”dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak mânâlarına gelir ve Kur’an-ı kerim’de yetmiş yerde geçmektedir.
Dini bir tabir olarak kıyâmet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.
“Kıyâmet gününe andolsun!” (Kıyâme: 1)
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
Kıyâmet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu hadisenin muhakkak gerçekleşeceğini göstermektedir.
İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir.
Bu makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhîyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.
Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruluyor. (Kıyâme: 2)
Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.
Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.
Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.
Nefs-i levvâme’de bulunan müminde gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.
Kâfir ise işine devam eder. Ne kendisini hesaba çeker, ne de nefsini kınar. Fakat bu gibi kimseler ahirette kendilerini çok çok kınayacaklar, işledikleri günahlara pek çok pişman olacaklar, fakat hiç de faydası olmayacak.
Rivayete göre Adiyy bin Rebîa ismindeki bir müşrik Resulullah Aleyhisselâm’a:
“Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver. O ne zaman ve nasıl olacak?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm kıyamet hakkında ona bilgi verdi. Bu sefer: “Eğer o günü gözümle görsem yine de doğrulamam ve sana inanmam. Allah çürüyüp ufalandıktan sonra bu kemikleri toplayacak mı?” karşılığını verdi.
Bunun üzerine Âyet-i kerime’ler indi, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyâme: 3)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
“Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski hâline getirmeye kâdiriz.” (Kıyame: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır.
Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere benzemez.
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiç bir insanın parmak izine uymuyor.
Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ’nın mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.
Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun içindir ki çekinmeden onu inkâra cüret ederler.
Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam etmeyi, ahlâki ve dini herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu hallerinden dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek) ister.” (Kıyâme: 5)
Gelecek zamanlarda da o bundan vazgeçmek istemez, ahirete bir türlü inanmaz.
“‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar.” (Kıyâme: 6)
Sınırlı bir ömürde yapacağı kötülüklere sınır tanımamak için öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder.
“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâme: 7-9)
Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle gelir. Âlem alt-üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.
İnkârcılar kıyamet gününde bu dehşetli hallerle yüz yüze gelince, ümitsizlik ve şaşkınlıklarından kaçacak yer ararlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte o gün insan: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Kıyâme: 10)
Bu sorusu ile sanki kurtuluş ümidi aramaktadır.
Mahşerin mehabeti karşısında ve dehşeti içinde, cehenneme sevkedileceklerini anlamış olacakları için böyle bir temennide bulunurlar.
Halbuki ne koruyacak bir kimse, ne de sığınılacak bir yer vardır.
“Hayır hayır!.. Sığınılacak bir yer yoktur!” (Kıyâme: 11)
O gün her kim olursa olsun, sığınma yerleri Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetidir. O’ndan kaçmak isteyenler de o gün O’ndan başka sığınacak bir sığınak bulamazlar.
“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabb’inin huzurudur.” (Kıyâme: 12)
İnsan için artık çare aramakta fayda yoktur, zira zamanı geçmiştir.
“O gün insana, yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey haber verilir.” (Kıyâme: 13)
İşlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler, yapması gerekirken yapmadıkları şeyler, yapmaması gerekirken yaptıkları şeyler bir bir haber verilecektir.
“İnsan artık kendi kendisinin şahitidir.” (Kıyâme: 14)
Bir başkasının haber vermesine ihtiyaç yoktur.
“İsterse günahlarını örtmek için özürlerini sayıp döksün.” (Kıyâme: 15)
O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de, yaptıklarını gayet iyi bilirler. İşte o vakit gözleri tam açılır. O gün kendi amellerinden başka hiçbir şeyi göremezler.