Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hâtemü’l-velâye” hakkındaki en gizli açıklamalarını ihtiva eden “Fusûsu’l-Hikem” kitabı üzerine, Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nden aldığı ilhamla en güzel ve en geniş kapsamlı şerhlerden birini yazmış olan Mu’înüddîn Ahmed el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri Buhârâ’da doğmuştur. Asıl adı Ebu’l-Mu’în Abdullah bin Ahmed el-Buhârî olup, hayâtı hakkında ayrıntılı bir bilgi yoktur.
İkinci kuşak Fusûs şârihleri arasında yer alan müellif, “Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis ‘an Ğavâmizi’l-Fusûs” ismini taşıyan şerhinde, meselelerin çoğunu kendisinden önceki “Fusûsu’l-Hikem” şerhleriyle karşılaştırarak ele almış ve çıkan neticeye göre ortak bir sonuca bağlamıştır.
Eserinde “Hâtemü’l-velâye”nin mâhiyet ve keyfiyetine dair izahlarda bulunurken Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin beyanlarını kendisine rehber edinen Hazret, müellifin bu husustaki açıklamalarını “Ekberiyye meşrebi”nin esası olarak göstermiş; diğer velîlerin beyanları ile bu açıklamaları kıyaslayarak, çözülmesi zor olan ve çoğu zaman yanlış anlaşılan müphem meseleleri halkın anlayabileceği bir dille anlatma gayesi gütmüştür.
Süleymâniye kütüphanesi Es’ad Efendi koleksiyonunda, 1539 numarada kayıtlı olan eserin, Manisa İl Halk Kütüphânesi’nde kayıtlı bir nüshası daha vardır.
Muînüddîn Ahmed el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri “Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis ‘an Ğavâmizi’l-Fusûs” adını taşıyan şerhinde, Hâtemiyyet’in zâhiri olan “Hâtemü’n-nübüvve” mertebesiyle, bâtınını temsil eden Hâtemü’l-velâye mertebesinin mâhiyetini ayrıntılı bir biçimde ele almış ve aslında her ikisinin de bir bütün olduğunu açıklamıştır.
Hazret; eserinde risâlet, nübüvvet, velâyet ve hilâfet mertebelerinin, “Hâtemü’n-nübüvve” ve “Hâtemü’l-velâye” mertebelerine tatbikle uzun bir değerlendirmesini yaparak, “Hâtemiyyet”in zâhirî ve bâtınî mânâsını kolay anlaşılır bir biçimde ortaya koymaya çalışmıştır.
Mu’înüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri “Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis ‘an Ğavâmizi’l-Fusûs” adlı eserinde “Hatemiyyet”in zâhirî ve bâtınî yönünü inceden inceye tahkik ederek, “Hâtemü’n-nübüvve”nin bâtını olan ve ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan “Hâtemü’l-velâye” mertebesinin, Muhammedî Hatmiyyet kemâlini üzerinde toplayan “İnsanlığın halîfesi”ne verileceğine dikkati çekmiştir:
“İyi bil ki, bu ilim ‘ayn-ı sâbitesi cüz’î bir husûsiyete tahsis olunmayıp, bilâkis mazharların hepsinin hakîkatlerini birarada tutan ‘Ehadiyyet’in kuşattıklarını ihâtâ etmiş olan kimsenindir. İşte ‘Hakîkatü’l-hakâyık’ denilen hakîkatlerin hakîkati onun hakîkatindedir. O ilâhî kemâli toplayıp birleştiren Zâtî tecellî’nin aynası olur. Bu tecellîde de zâhiriyle Hakk’ın zâhir ve bâtınını, bâtınıyla Hakk’ın bâtın ve zâhirini müşâhade eder ve zâhir ve bâtının temeli olan Kutbî toplayıcı Ehadiyyet’i cem’ eder. İşte bu tecellî bu makamda; ilmin, sükûtun ve hayret yokluğunun gâyesini kuşatan ‘Hatmiyyet makâmı’nda ona verilir. Zîrâ bu müşâhade, Muhammedî Hatmiyyet kemâlini elinde bulunduran ‘İnsanlığından halîfesi’nden başkası için sözkonusu olamaz!
Ona tâyin edilen insan; bu hakîkatle onun zâhiriyyet mertebesinde, mülk ve şehâdet âleminde toplayıp birleştiriciliğe tâyin edildiğini; bâtın, melekût ve gayb mertebesinde ise ilâhî kemâli toplayıp birleştirmeye ta’yîn edildiğini bilmeye de erişir.
Onun zâhiri nübüvvet, bâtını ise velâyet’tir. Daha doğrusu onun zâhiri, Zât-ı ulûhiyyet’in aynası, mazharı, tecellîgâhı ve vâcipliğin hakîkatlerini ve Rubûbiyyet’le ilgili fiillerin hükümlerini birleştirmenin arşı olan ‘Nübüvvet’ cihetidir. Bâtını ise, mutlak birleştirici hakîkatin en ulvî aynası olan ‘Velâyet’idir. Birleşmesiyle, ayrılmasıyla ve her iki birleştiriciliği bir arada toplamasıyla ilgili olarak, aslında nübüvvet ve velâyet mertebesinin her ikisi de birdir. Ayrılmadan önce de biraradadır, ayrıldıktan sonra da biraradadır. Diğer kısımla birlikte olduğu için; ayrılma, yayılma, vâcib kılınma ve fiilde bulunma mertebesinde ta‘ayyünle ikisinin arasını birleştiren de hep birdir. O, her iki birleştiriciyi de birleştirendir.
Önceki, en ulu mertebedeki ilk birleştirici; Vâhidü’l-Ehad olan Allah’tır. Bu birleşmenin ayrılma makâmındaki zuhûr edişiyle; bütün âlemleri ona göre yönetir, yaratır, çeşitlendirir ve diğer nâsiyelerden ayırır.
Bu ilâhî hakîkatlerin kendisiyle kuşatılıp birleştiği hakîkatin farklı ilâhiyyet ve ulûhiyyet isimlerinin mazharlarının âlemlerini de birleştirir. Farklı fiillerle kevnî hakîkatleri, hattâ eserlerini ve hakkındaki hükümlerini tam bir yön üzere toplayan bir hakîkattir. O âlemin birleştiricisi ve onun ayrılışından önceki ilk birleştirici mertebedeki mazhardır. O, kâinattaki isimleri ayrılışından önce birleştirip hülâsâ eden ilk insan Âdem Aleyhisselâm’dır.
İlk insan için tasvir edilen âlemin kemâle erdirici mazharının ayrılışından sonra, ilk tümüyle toplayıp birleştiren de böyledir. Ayrılana gelince; izâha muhtaç olmayacak kadar açıktır. İşte bu müşâhade ondan başka bir yüzde görülmez. Bu ise ‘Sükût’tur. Hâtem’den murâd ise, Allah-u Teâlâ’nın her makâmı kendisiyle hatmettiği şahıstır. O mutlak kemâlin nihâyetiyle tahakkuk eder. Peygamber’imiz Aleyhisselâm işte bu nedenle ‘Hâtemü’l-enbiyâ’ diye isimlendirilmiştir. Nitekim o, Allah’ın nübüvveti kendisiyle hatmettiği bir nübüvvetin kendisine verildiği kimse olarak ‘Hatm’ diye vasfedilmiştir. Bu mertebede şahısları müşterek kılan ilk mânâya nazaran, Allah’ın velâyeti kendisiyle hatmettiği kimse de onunla vasfedilir.
Muhakkık Şeyh Afîfüddîn et-Tlimsânî -rahimehullâh-ın bu kitabın şerhinde söylediği gibi;
‘Hâtemü’r-rüsul nasılsa; onun ümmetinden ondan sonra, Hâtemü’l-evliyâ’lık mertebesinin ona hâsıl kılındığı şeye göre gelecek bir kimse olan Hâtemü’l-evliyâ’ da aynıdır.
(İkisi de) tek bir mertebede bulununca, sayılanlar içinde nihâyeti bulunmayan şahıslar da bulunursa; şahısların sayısında herhangi bir noksanlık meydana getirmeksizin, o da aynı şekilde Hâtemü’l-evliyâ’ olur.
Söyleyiciler şöyle bir şiir söylerler:
Milyonları saymış da olsalar,
Sayılmayan tek bir tâneyi sayarlar.’
Hatmiyyet nübüvvetinde ortaklığın câiz olması bu mezhebin muktezâsı olduğu için onda nazar kılmıştır. Zîrâ onun iştirâki mümkün olmaksızın, temelinin ortadan kalkmasına varan bir görüşle birleşmemesi zâten bâtıldır. Lâkin saptırmaya ve fesâda yol açacağından ötürü bu söz de sahîh olmaz. Bu söze göre onun ancak; O’nun vârislerinde onu gerçekleştiren, vârislerin en üstünü olan vâris olduğunu söylemek gerekir.
Bâzı şârihlere göre ise; resullerin hepsi (onu) Hâtemü’r-rüsul’den elde ederler, Hâtemü’r-rüsul ise, aynı zamanda Hâtemü’l-evliyâ da olması nedeniyle onu kendi bâtınından elde eder.” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis ‘an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, 32a-33b vr.)