Cehennemin üzerinde sevk ve idarecilikle görevli melekler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır.” (Müddessir: 30)
Bunlar zebânilerin öncüleri ve korucularıdırlar. Bunlara “Hazene-i cehennem” de denilmektedir. Cehenneme nezaret ederler, cehennemi beklemekle vazifelidirler.
Bu Âyet-i kerime nâzil olduğu zaman Ebu Cehil maskaralığa kalkmış ve Kureyşliler’e: “Hay analarınız ağlasın! İçinizden on kişi bir araya gelip de onlardan birinin üstesinden gelemeyecek kadar âciz mi?” demişti. İçlerinden güçlü kuvvetli bir adam ileri atıldı ve: “Ben on yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini de artık siz hallediverin!” diyerek Ebu Cehil’in maskaralığına ortak oldu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’leri indirdi:
“Biz cehennemin bekçilerini hep meleklerden yaptık.” (Müddessir: 31)
Çünkü onlar yaratıkların en güçlüleri, işkence açısından da en şiddetlileridirler.
Ağızlarından ateş yalımları çıkar. Gözleri çakan şimşek gibi, dişleri demir gibidir. Herbirinin iki omuz arası, bir yıllık yürüme mesafesi kadardır. Onlardan şefkat ve merhamet duygusu kaldırılmıştır. Herbiri yetmiş bin kişiyi avucuna alır ve cehennemde istediği yere fırlatır.
“Onların sayılarını da inkârcılar için sadece bir fitne kıldık.” (Müddessir: 31)
Kâfirler bu sayıdaki hikmeti anlayamazlar. Bu sayıyı az görerek alay ederler. Bu kadarcık meleğin çok büyük yığınların işlerini üstlenmelerini yadırgarlar.
“Ki, ehl-i kitap kesin bilgi edinsin.” (Müddessir: 31)
Çünkü onların kitaplarında o meleklerin on dokuz olduğu bildirilmişti.
“İman edenlerin de imanı artsın.” (Müddessir: 31)
Ehl-i kitabın hak ve hakikati teslim ve tasdik ettiklerini görünce imanları güçlensin. İmanlarına iman eklensin.
“Hem kendilerine kitap verilenler, hem de müminler şüpheye düşmesinler.” (Müddessir: 31)
Bu husustaki inançları son derece yakîn mertebesinde bulunsun.
“Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: ‘Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?’ desinler.” (Müddessir: 31)
Aslında maksatları tamamen inkâr etmektir. Bu şekilde düşünüp konuşmaları büyük bir fitnedir.
“İşte Allah dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Müddessir: 31)
Nitekim Hakk’ı kabul edenler, hakikate uyanlar böyle bir hidayete erişmişler, uymayanlar ise sapıklıkta kalmışlardır.
“Rabb’inin ordularını ancak kendisi bilir.” (Müddessir: 31)
İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası o hakikate kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.
“Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür.” (Müddessir: 31)
Aklını güzelce kullanan insan bu gibi ilâhî beyanlardan büyük bir intibah dersi alır, yoluna koyulur.
•
Allah-u Teâlâ bunu hafife alanları redderek, bu korkutmayı desteklemek maksadıyla Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hayır! Aya andolsun ki!“ (Müddessir: 32)
Ay geceleri yeryüzünü aydınlatmakta, Yaratıcı’nın kudret ve azametini gözler önüne sermektedir.
“Dönüp gitmekte olan geceye andolsun ki!“ (Müddessir: 33)
Gece olunca bütün mahlûkatın sükuna ermesi, sessizliğe bürünmesi, görebilenler için büyük bir mucizedir.
“Ağarmakta olan sabaha andolsun ki!“ (Müddessir: 34)
Her gün tekrarlanan bu mucizeyi insanlardan kaç kişi görebiliyor?
“O (Sakar) en büyük belâlardan biridir.” (Müddessir: 35)
Nasıl ki ay olsun, gece olsun, gündüz olsun, Yaratıcı’nın büyüklüğünün birer işaretleri ise; benzeri bulunmayan büyük musibetlerden olan cehennem de, O’nun azametini gösteren delillerden birisidir.
“İnsanlık için bir uyarıcıdır.” (Müddessir: 36)
Artık beşeriyet, o pek müthiş ceza sahasını düşünerek titremeli, imana yönelmeli, güzel amellere sahip bulunmalıdır.
“İçinizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyen kimseler için.” (Müddessir: 37)
Uyarıları kabul etmek ve hakkı bulmak, yahut uyarıları reddetmek isteyen kimseler için bir uyarıcıdır.
Allah-u Teâlâ insanları imtihan sahnesi olan bu dünyaya göndermiş, hayırlı olan ve olmayan işleri yapmalarında onları serbest bırakmıştır. Şu kadar var ki herkes kendine karşı yaptıklarından sorumludur.
“Herkes kazandığına karşılık bir rehindir.” (Müddessir: 38)
Ahirette herkes kendi kazancına göre karşılık görür. Borca bağlı rehin gibi, günahkâr olan kimse de günahına bağlı kalır. Bir borçlu borcunu ödeyerek verdiği rehini kurtaracağı gibi, Allah-u Teâlâ’ya olan borçlarını ödeyip O’nun hoşnutluğunu kazananlar da o sayede bağlarını çözmüş, kendilerini azabın pençesinden kurtarmış, cennet ve Cemâlullah’a kavuşmuş olurlar. Şerli işler yapanlar rehine olarak kalmakta devam ederler. Üzerlerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmazlar. Gadabını kazananlar ise rehine olmakta devam eder. Cezasını da tam olarak çeker.
“Ancak defterleri sağdan verilenler böyle değildir.” (Müddessir: 39)
Amel defteri sağ eline verilenler artık rehin değildirler. İmanları ve Rabb’lerine itaatları sayesinde bağları çözülür ve azaptan kurtulurlar.
“Onlar cennetlerdedirler.” (Müddessir: 40)
Müminlerden herbiri o cennetlerden birisine girme mutluluğuna ermiş olur.
Defterleri sağlarından verilen ve cennete girmeye hak kazanan bahtiyar müminler:
“Suçlulardan (uzaktan uzağa) sorarlar:” (Müddessir: 40-41)
Müminlerin bu sorusu cehennem sakinlerini kınamak ve azaplarına azap katmak içindir.
“Sizi Sakar’a (alevli cehenneme) sokan nedir?” (Müddessir: 42)
Onlar da şöyle cevap verirler:
“Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk, ceza gününü yalanlıyorduk. Ölüm bize bu haldeyken gelip çattı.” (Müddessir: 43-44-45-46-47)
Namazı kılmamanın ve zekâtı vermemenin, bâtıla dalanların peşine takılıp bâtılı irtikap etmenin, kıyameti yalanlamanın cehenneme düşmeye sebep olacağı buradan anlaşılmış oluyor.
Bu gibi kimseler fakire yemek vermez, karnını doyurmak çaresini aramazlardı. Yani Allah-u Teâlâ’nın emrini tanımaz, kullarına acımazlardı. Fakat ahiret âlemine geçince ne kadar yanlış düşüncelerde ve yollarda bulunmuş olduklarını anlayacaklar.
Namazı ve zekâtı terketmenin, Allah-u Teâlâ’nın emrini tanımayıp kullarına acımamanın, bâtıla dalanların peşine takılıp bâtıl olup çıkmanın acı neticesini böylece itiraf etmiş olacaklar. Fakat ne çare!
“Şefaat edeceklerin şefaati onlara bir fayda vermez.” (Müddessir: 48)
Zira onlar imansız gitmişlerdir. Şefaat ancak şefaate ehil olanlara fayda sağlar. İnkâr ile gitmiş olanlara o gün hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez.
“Öyleyken bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Sanki onlar aslandan ürküp kaçan yabânî merkepler gibidirler.” (Müddessir: 49-50-51)
İşte Allah-u Teâlâ’nın âyetleri ile verilen öğütlerden kaçan, onu dinlemek istemeyen bu vurdumduymazlar öyle kaçmaktadırlar. Onların merkeplere benzetilmesi aynı zamanda aptallıklarına işarettir.
“Hayır! Onlardan her biri, önüne açılıvermiş sahifeler verilmesini istiyor.” (Müddessir: 52)
Onlar kibirlerinden dolayı bu uyarı ile yetinmezler, kendilerine kitap indirilmesini isterler.
“Hayır! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.” (Müddessir: 53)
Kalpleri kararmış, gözleri kör, kulakları sağır kesilmiştir.
“Hayır! Şüphesiz ki o bir öğüttür.” (Müddessir: 54)
Kendi iyiliklerini istedikleri takdirde, öğüt almaları için yeterlidir.
“Dileyen ondan öğüt alır.” (Müddessir: 55)
O öğüt sebebiyle dünya saâdetine ahiret selâmetine erer.
“Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar.” (Müddessir: 56)
Binaenaleyh hiçbir insan kendi varlığına güvenip durmamalı, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak muvaffakiyete erişmesi için niyazda bulunmalıdır.
O, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır, mağfiret sahibi de O’dur.” (Müddessir: 56)
Onun için her hikmetin başı Allah korkusudur.