Osmanlı Devleti tamâmen mânevî temeller üzerine kurulmuş, özü İslâm ve îman hamuruyla yoğrulmuş, İslâm târihi’nin en güçlü ve en muazzam devletlerinden biriydi. Bu muazzam devleti kudretli elleriyle çekip çeviren Osmanlı pâdişahları’nın da her biri; îmân, iz’an ve şecaat sâhibi, Allah-u Teâlâ’nın velî kullarına karşı son derece hürmetkâr ve itaatkâr kimselerdi. Allah-u Teâlâ’nın kuvvet ve kudret bahşettiği, yaptığı hamlelerle dünyânın seyrini değiştiren her büyük pâdişâhın arkasında mutlakâ büyük bir velînin desteği vardır.
Onlar Osmanlı Devleti’nin mânevî pâdişahlarıdır.
Altı asır boyunca cihâna hükmeden Osmanlı hükümdarları, Allah-u Teâlâ’nın dostlarına değer verdikleri sürece dâimâ muzaffer olmuşlar, onlardan yüz çevirdikleri zaman ise büyük felâketlere uğramışlardır.
Şimdi size Osmanlı târihi’nin ana kaynaklarına dayanarak, geçmişte yaşamış olan çok büyük bir “Şeyh”in, Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, Genç Osman ve Dördüncü Murâd dönemindeki fiillerinden ve bunların yol açtığı netîcelerden sözedeceğiz. Bu satırları, geçmişten günümüze intikâl etmiş bir ibret vesîkası olarak okumanızı tavsiye ediyoruz.
Genç Osman henüz on sekiz yaşlarında iken tahta çıktığında, tıpkı bugün olduğu gibi, din ve devlet işlerinde bir “kaht-ı ricâl”; yâni “adam yokluğu” dönemi yaşanıyor; içte ve dışta bir fitne ve kargaşadır almış başını gidiyordu.
Pâdişah toyluğunun ve tecrübesizliğinin tesiriyle peşpeşe yanlış işler yapıp, halkla ve orduyla arasını iyice açtığı için kendisine hiç kimse güvenmiyor, aldığı her karar askerler arasında kuşkuyla karşılanıyordu.
İşte böyle tehlikeli ve karmaşık bir zamanda, geride devleti emânet edecek tek bir fert bulunmadığı hâlde, Genç Osman’ın aklına Hacc’a gitme fikri düştü. Halbuki ilâhî hüküm pâdişahların Hacc’a gitmelerini “nizâm-ı âlem” adına tehlikeli buluyor, bu yüzden de yerlerinde oturup adâletle hükmetmelerini öngörüyordu.
Şu kadar var ki, ona bu ilâhî hükmü hatırlatıp da yol gösterecek, zamânın “Şeyh”i Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi’den ve ona inanan birkaç kişiden başka hiç kimse yoktu. Hoca Ömer Efendi ve Dârüssaâde Ağası’nın başını çektikleri bir kısım câhil, ona yerine vekil göndermesini telkin edecekleri yerde, arzu ettiği her şeye bir kılıf uydurup gönlünü hoş etmeye çalışıyorlardı. Câhil cühelânın kol gezdiği böyle bir ortamda, Hüdâyî Hazretleri genç pâdişâha “nasîhat ve pend edüb”, ona çevresindeki “sahte” din adamlarının, kendi isteğine uygun, fakat ilâhî hükme aykırı olan fetvâlarından sakınmasını tavsiye ederek; “Pâdişahlara Hacc eylemek lâzım değildür, yeründe oturub adâlet eylemek evlâdur! Mümkün ki bir fitne zuhûr eyleye!’ deyû” öğüt veriyor,(1) ilâhî hükme muhâlefet ettiği taktirde başına çok kötü hâller geleceğini hatırlatarak onu îkâz ediyordu. Fakat “Şeyh”in verdiği bunca öğüde ve yaptığı bunca uyarıya rağmen, Genç Osman Hacc’a gitme arzusundan vazgeçmedi. “Gerçek” bir İslâm âlimi olan Şeyhülislâm Es’ad Efendi de, kendisinden bu hususta fetvâ isteyen pâdişâha “Şeyh” Hazretleri’nin verdiği fetvânın sûretini gönderince, Sultan Osman “gazâba gelüb” “Şeyh”in fetvâsı ile “amel eylemedi.”(2)
Osmanlı tarihçisi Na’îmâ’nın ifâdesine göre; önce Hacc’a gideceğim diye tutturan, ancak daha sonra askerlerin şüphelenip ayaklanması ve “içerü ve taşra halkınun ihtilâfı” nedeniyle korku ve telâşa kapılan Genç Osman, Hacc’a “gitmek emründe tereddüd üzere” iken, “bir gice Hazret-i Fahr-i Âlem -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem-i rüyâda görür.” Rüyâsında “kendü taht üzerinde” oturup, Kur’an-ı kerîm “tilâvet iderken,” Resulullah Aleyhisselâm birdenbire “elünden mushâfı ve sırtından cübbe ve cevşeni alub,” pâdişahın yüzüne “bir sille ururlar.” Bu sille ile “tahtundan yıkılub” yere düşen pâdişah, bir müddet sonra yerden “kalkub, mübârek kâdem-i şerîf’üne yüz sürmeğe” çalışırsa da bu bir türlü “müyesser olmaz.”(3)
Padişah bu rüyâsını önce, sözüne ve fetvâsına çok güvendiği, lâlası Hoca Ömer Efendi’ye tâbir ettirmek istemişti. Ancak ilâhî hükümler pâdişahların Hacc’a gitmeyip devletin başında durmasını daha uygun bulunduğu halde, Hoca Ömer Efendi rüyâyı hünkârın arzusu doğrultusunda “ta’bîr idüb”, onu ısrarla Hacc’a gitmeye teşvik etti. Hattâ gördüğü rüyânın “Hacc-ı şerîf’üne olan niyyetünde tereddüdü terk içün tenbîh” olduğunu söyleyip,(4) pâdişâha bu konudaki ilâhî hükme değil de, içindeki arzuya uygun olan bir fetvâ vererek; “Ru’yâda ayağına yüz sürmek müyesser olmadı ise, inşâallah-u Teâlâ kabr-i şerîf’lerüne yüz sürersiz!”(5) demekten çekinmedi.
Hoca Ömer Efendi’nin elindeki mevkiiye güvenerek verdiği bu fetvaya ve yaptığı bu tâbire rağmen içi bir türlü tatmin olmayan Genç Osman, rüyâsını bir de büyük dedesi Üçüncü Murad Hân’dan beri, atalarının çok büyük bir bağlılık ve sadâkat gösterdiği, dönemin en büyük “Şeyh”i olan “vaktin Azîz’i Üsküdârî Mahmud Efendi”ye tâbir ettirmek istedi.(6)
“Şeyh” Hazretleri, ilâhî hükmü defâlarca kere kendisine hatırlatmasına rağmen, bunu kendi lâfı zannedip de umursamayan Genç Osman’a, gönderdiği mektupta bu rüyânın ilâhî bir îkâz olduğunu haber vererek, yumuşak bir dille son kez şunları söyledi:
“Okuduğunuz Kelâm-ı izzet Rabbânî hükümdür ve âna imtisâl (uymak) lâzımdur. Ve oturdukları taht cübbe-i vücûd’dur (vücud elbisesidir). Bu rü’yâ ziyâde korkulu ve tehlükelidür. Allah bilür bu korkulu vak’a yakın günlerde olur. Tevbe ve istiğfâr üzere, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın evliyâ kulları kabr-i şerîf’leründen istimdâd talep buyurun ki, belâlar def’ ola!..”(7)
Rüyânın verdiği korkuyla bir müddet “Şeyh” Hazretleri’nin sözünü dinleyen ve tavsiyelerini yerine getiren Genç Osman, aradan biraz zaman geçtikten sonra tekrar eski yanlış karârına dönmekte gecikmedi. İç ve dış tehditlerin had safhaya ulaştığı böyle kritik bir zamanda, pâdişâhın böyle tuhaf bir karar almasının altında başka maksatlar arayan askerler, Sultân’ın gittiği yerde yeni bir ordu toplayıp Yeniçeri Ocağı’nı kaldıracağını sandılar. Pâdişahtan önce davranmak niyetiyle saraya baskın düzenleyip, Genç Osman’ı yakaladılar ve yerine amcası Sultan Mustafa’yı pâdişah yaptılar.
Sultan Osman zorbalara ne kadar yalvarıp yakardıysa da, hiçbiri gözünün yaşına bakmadı. Artık gemi azıya almış olan zorbaların, kan bürüyen gözleri hiçbir şeyi görmüyordu.
Kendilerini yatıştırmak için karşılarına çıkıp; “Ağalar, yoldaşlar! Sultan Osman ocağınıza düşdi, kapuya geldi, size sığındı!” diyerek, pâdişâhın özür dileğini iletmek isteyen yeniçeri ağasını: “Urun! Söyletmen!..” diyerek parça parça eden âsîler,(8) aynı taleple yanlarına giden Hüseyin Efendi’yi de hemen katlederek, cesedini yolun kenarına attılar.(9)
Bir müddet sonra o mevkiiden geçerken, yol kenarında Hüseyin Efendi’nin cesediyle karşılaşan Genç Osman, gördüğü korkunç manzara karşısında gözyaşlarını tutamayarak; “Eğer ânın sözüyle hareket etseydim başıma bu hâl gelmezdi! Beni izlâl eden (engelleyen) hoca ile dârüssaade ağası oldu!” deyip ağlamaya başladı.(10) Onları böyle katleden zorbalar, şimdi kendisine neler yapmazdı?
Sonunda Genç Osman, o âna kadar kendisine ilâhî hükmü hatırlatan ve buna muhâlefet etmekten şiddetle sakındıran Azîz “Şeyh”in ne demek istediğini anlamış, fakat anlayıncaya kadar da ok yaydan çıkmıştı. Nihâyet bir süre sonra âsîler, kendisini ilâhî hükümle uyaran “Şeyh”e kulak asmayıp cehâletinin ve tecrübesizliğinin kurbânı olan Sultan Osman’ı, binbir alay ve hakâretlerle Yedikule zindanına götürerek orada fecî şekilde katlettiler!..
Genç Osman’ın katlinden sonra tahta amcası Sultan Mustafa geçmiş, ancak aklî dengesinin bozukluğu nedeniyle, kısa bir süre sonra yerine Şehzâde Murad geçirilmişti. Küçük Murad tahta çıktığı sırada, ağabeyi Genç Osman döneminde pâdişâha kafa tutmaya alışan askerler, sarayda türlü entrikalar çeviren annesi Kösem Sultan’ın ve Topal Receb Paşa’nın da tahrikiyle tamâmen başlarına buyruk olarak hareket ediyorlar, çıkardıkları fitne ve fesadlarla ülkeyi hızla yıkıma sürüklüyorlardı.
Büyük bir sıkıntı ve bunalım içine düşen Sultan Murad, etrâfında güvenilir tek bir kimse olmadığını anlayarak, çâreyi Hüdâyî Hazretleri’nin yardım ve desteğinde sığınmakta aradı. O zamanlar iyice yaşlanmış olan Hüdâyî Hazretleri’nin verdiği taktik ve tâlimatlarla büyük bir güç kazanan Dördüncü Murad, o âna kadar el altından askerleri kışkırtan Receb Paşa’yı; “Gel beru topal zorbabaşı!”(11) diyerek yanına çağırdı ve “Bre kâfir abdest al!”(12) diyerek, zülüflü baltacılara güzelce boğdurtup canını cehenneme yolladı. Annesini de, yine Hüdâyî Hazretleri’nin emriyle saraya kapattı. Böylelikle, bu “Şeyh-i Azîz”in sözlerine verdiği değer sâyesinde, kısa zamanda hem içteki, hem de dıştaki hâinlerin hakkından gelmeyi başardı.
Dördüncü Murad, Şeyh Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne hürmet ve tâzimde o kadar ileri gitmişti ki; bir defâsında lâlasıyla birlikte huzûruna varmış, kapının tokmağını hafifçe tıklatmış, içeriden bir derviş “Kim o?” deyince lâlası acele davranıp, “Yedi iklim pâdişâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murâd Hân-ı râbi’ Efendimüz teşrîf eyledüler! Tiz Şeyh Hazretleri’ne bildirüle!” diyerek öne atılmıştı. Bunun üzerine Sultan Murad, lâlasına mânidar bir bakışla bakıp, “Lâla! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdur!” diyerek, tekrar dergâhın tokmağını tıklatmış ve bu kez lâlasına fırsat vermeyerek, “Şeyh Hazretleri’ne Murâd kulunuz geldü deyiniz!” diyerek hürmetle içeriye girmiştir.(13)
Sultan Murad’ın bu tazim ve hürmetinden fevkalâde hoşnud olan “Şeyh” Hazretleri; hayâtında olduğu gibi, ölümünden sonra da onu dâimâ desteklemiş ve üzerindeki tasarrufunu devâm ettirmiştir.
“1638’de Bağdad önlerine gelen Dördüncü Murad’ın dirayetini bilen Safevi hükümdarı, şehri mutlak surette kaybedeceğini bildiğinden, Sultan’ı bir suikastle ortadan kaldırmak için yetiştirdiği üç hususi casusu Osmanlı ordusuna gönderdi. Bunlar bir gece içinde sekiz kadar nöbetçiyi aşarak, Sultan’ın yanına kadar girmeyi başardılar. Hemen hançerlerini çekip yatağın başına yaklaştılar. O ana kadar uyumakta olan Sultan, o anda bir rüyâ görmeye başladı.
Rüyâsında çok sevdiği rahmetli üstadı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri kendisine misafir olmuştu, birlikte oturuyorlardı. Ancak o esnada, Hazret-i Pir’in o vakte kadar görülmedik bir süratle ayağa kalkmasıyla:
“Oğlum Murad! Ayağa kalk!..” diye haykırması bir oldu.
Zaten Şeyhi daha ayağa kalkarken, edeben ayağa kalkmaya davranan Dördüncü Murad Han, gelen emirle daha da bir hızla yerinden doğruldu. Rüyâda gerçekleşen bu doğruluşla birlikte gerçekte de uyanarak yatağından kalkıverdi ve başında bulunan eli hançerli üç şahsı farketti. Derhal üzerlerine yorganını fırlattı ve başı ucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzuyla vurduğu gibi üçünü de yere serdi. Böylece Şeyhi Hüdâyî Hazretleri’nin tasarrufuyla, mutlak bir suikastten kurtulmuş oldu.” (“Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı”, s. 283. bas.: İstanbul, 1999.)
(1) Na’îmâ, “Târîh-i Na’îmâ”, c. 2, s. 212.
(2) Hüseyin Tûğî, “İbretnümâ”; Belleten, sayı: 43, s. 492.
(3-6) Na’îmâ, a.g.e., c. 2, s. 211-212
(7) Hüseyin Tûğî, a.g.e., Belleten, sayı: 43, s. 494.
(8-10) Na’îmâ, a.g.e., c. 2, s. 223-226.
(11-12) Na’îmâ, a.g.e., c. 3, s, 92-93.
(13) O. Nuri Topbaş, “Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı”, s. 276-277. bas.: İstanbul, 1999.