Muhterem Okuyucularımız;
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın emridir ve Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dan beri gelir.
Bu din Allah’ın kullarına hüccetidir. Bu dinin kitabı olan Kur’an-ı kerim ise; Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini vaz eden ilâhi bir kitap, Rabbani bir hitaptır.
Bu dinin elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hazret-i Allah’ın yeryüzündeki mahlûkatına bir merhametidir, lütfudur. Onunla kullarına rahmet eder.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine inanan, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a, getirdiğine ve onun sünnet-i seniye’sine gönülden inanıp teslim olanlara mümin denilir.
Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a gönülden inanmak ve iman etmek bu imanın icabı olarak da güzel ahlâk sahibi olmak, amel-i sâlih işlemek, işte mümin olmanın vasfı budur.
Bu ilâhi düstura riâyet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler, ahlâkın yüksek payesine vâsıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirebilmişlerdir.
İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.
Fakat dinden saparsa, nefsine uyarsa, şeytana tâbi olursa, artık onun Hazret-i Allah ile, Resulullah Aleyhisselâm ile ilgisi kalmaz. O necip dediğimiz millet bu faziletlere sahip idi. Biz bu faziletleri bıraktık da bu hâle düştük.
Bu necip İslâm milleti nereye gidiyor. Bu hâl İslâm’a yakışmaz, bu güzel vatana gitmez. Kendimize gelmemez, asâletimize dönmemiz, Hazret-i Allah’a yönelmemiz gerekir. Onun için böyle olmaktansa böyle olmamak daha hayırlıdır.
Eğer Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a dönersek, tevbe edersek, yine bu fazileti yakalayabiliriz. Dünyada huzur ve saâdetiyle yaşarız, ahirete de iman selâmetiyle geçebiliriz. Orası ebedî bir saâdet yurdudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Halidine fiha ebedâ” buyuruyor. “Orada ebedî olarak kalacaklardır.”
Ecdadımız dinleri ve vatanları için nasıl çalışmışlar?Nasıl sadakat göstermişler?Eğer biz de o vatanın çocuğu isek onların yaptığını yapmamız lâzımdır.
Binaenaleyh; İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in Sünnet-i seniye’sine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.
Hazret-i Allah’ın emirlerine riayet, nehiylerinden ictinap Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olmak ve güzel ahlâka nail olmaktır. Yani önce iman-ı kâmil, akabinde güzel ahlâk...
İslâm tarihinde iman-ı kâmil ve güzel ahlâk örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
“Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin.” buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ’ya kul ve Resulullah Aleyhisselâm’a ümmet olabilmek için; O’nun emirlerine itaat, nehiylerinden içtinap etmelidir. Ve Resulullah Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, tabiatı ile tabiatlanmak gerekiyor. İslâm laf işi değildir. İmandan sonra hemen amel-i sâlih geliyor.
Âyet-i kerime’de: “İman edenler ve amel-i sâlih işleyenler.” buyuruluyor. (Asr: 3)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)
İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.
Fakat dinden saparsa, nefsine uyarsa, şeytana tâbi olursa, artık onun Hazret-i Allah ile, Resulullah Aleyhisselâm ile ilgisi kalmaz. O necip dediğimiz millet bu faziletlere sahip idi. Biz bu faziletleri bıraktık da bu hâle düştük. Eğer Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a dönersek, tevbe edersek, yine bu fazileti yakalayabiliriz. Dünyada huzur ve saâdetiyle yaşarız, ahirete de iman selâmetiyle geçebiliriz. Orası ebedî bir saâdet yurdudur. Ecdadımız dinleri ve vatanları için nasıl çalışmışlar? Nasıl sadakat göstermişler? Eğer biz de o vatanın çocuğu isek onların yaptığını yapmamız lâzımdır.
İslâm dini son ve ekmel bir dindir. Hazret-i Allah’ın katında makbul olan, seçip beğendiği, rızâsının, hoşnutluğunun olduğu din İslâm’dır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın emridir ve Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dan beri gelir.
Bu din Allah’ın kullarına hüccetidir. Bu dinin kitabı olan Kur’an-ı kerim ise; Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini vaz eden ilâhi bir kitap, Rabbani bir hitaptır.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim’inde Resul’üne hitap ederek şöyle buyurur:
“Gerçekten bu Kur’an insanları en doğru yola götürür ve sâlih amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ: 9)
Bu dinin elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hazret-i Allah’ın yeryüzündeki mahlûkatına bir merhametidir, lütfudur. Onunla kullarına rahmet eder.
“Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, Kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.” (Âl-i imrân: 164)
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine inanan, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a, getirdiğine ve onun sünnet-i seniye’sine gönülden inanıp teslim olanlara mümin denilir.
Âyet-i kerime’de:
“Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 110)
Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a gönülden inanmak ve iman etmek bu imanın icabı olarak da güzel ahlâk sahibi olmak, amel-i sâlih işlemek, işte mümin olmanın vasfı budur.
Bu ilâhi düstura riâyet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler, ahlâkın yüksek payesine vâsıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirebilmişlerdir.
Dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir insanlık göstermişler, muazzam ve muhteşem devletler kurmuşlar, adaletli hükümdar, kumandan ve idareciler yetiştirmişler, Allah’ın dinini yaşamak ve yaymak için can ve mal vermişler, her alanda insanlık âlemine yeni buluşlarla, keşiflerle örnek olup, her alanda hayırlı hizmetler vermişler, hülasa insanlığa medeniyeti öğretmişlerdir.
Güzel ahlâkı, fazilet ve meziyeti, edep ve hayâyı, hürmet ve saygıyı, sevgi ve merhameti, hak ve adaleti, nezaket ve nezafeti, fitne ve fesattan uzak durmayı, birlik ve beraberliği öğretmişlerdir.
Zira onlar Hazret-i Resulullah’a tam iman etmiş, ona ve getirdiği Hazret-i Kur’an’a gönülden teslim olmuşlardır, onunla hemhaldirler.
“Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir.” (Ahzâb: 21)
O Resulullah Aleyhisselâm ki insanlık alemine, İslâmiyeti, insaniyeti öğretmiş, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmuştu.
Zulüm yerine adâlet, bedevilik yerine medeniyet, cehalet yerine ilim ve fazilet, sefalet yerine asalet ve bereket gelmişti. İnsanlık âlemine hem dünya saadetinin hem ahiret selametinin kapılarını açtı.
İşte o müstesna Hatemü’l-Enbiya Resulullah Aleyhisselâm sosyal adaleti tesis eden, güzel ahlâkı tamamlayan bir hâl ile insanlığa yaratılış gayesine matuf güzellikleri öğretti. İlim, irfan, edep, ahlâk, fazilet ve ismet gibi erdemleri ve İslâm kardeşliğini yaşayıp yaşattığı gibi, her alanda; tıp, astronomi, ekonomi, matematik, fizik, kimya, tarih ve bütün alanlarda örnek oldu. Bilinmeyenleri öğretti. Bugün ilim onun 1400 yıl önceki beyanlarını yeni keşfediyor.
Ahlâkı hamide denilen güzel ahlâkı getirdi. Edep, hayâ, hilm, cömertlik, şükür, merhamet, af ve müsamaha gibi güzel huyları, dürüst olmayı, doğruluğu, yalan konuşmamayı, söz verilince durmayı, emanete hıyanet etmemeyi, ahlâkı, kalp temizliğini öğretti.
Kibirden kaçınmayı, tevazu sahibi olmayı, aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı, tevekkül etmeyi, söz taşımamayı, gıybet etmemeyi, adaleti gözetmeyi, zekâtı ve öşürü vermeyi, haram yememeyi, fuhuş ve zinâdan, kumar ve içkiden, hırsızlık ve arsızlıktan, riyâ ve gösterişten, hülasa kötülüklerin cümlesinden kaçmayı öğretti.
Ana-babaya itaat etmeyi, her zaman hüsn-i zan beslemeyi, iyi davranışlarda bulunmayı, din ve vatanı için can ve malın verilmesi gerektiğini öğretti.
Ahkâm-ı ilâhi’ye sımsıkı sarılmayı, sünnet-i seniye’ye ittiba etmeyi, imandan taviz vermemeyi, İslâm’ın beş şartı olan; Namaz, Oruç, Hac, Zekât ve Şehadeti öğretti.
Komşusu aç iken tok yatmamayı, hediyeleşmeyi, akrabayı ziyaret etmeyi, muhtaçlara yardım etmeyi, fakirleri okşamayı, yetimlere iyilik etmeyi öğretti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O peygambere uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158)
Hazret-i Resulullah en güzel örnektir, onu örnek alan kurtulmuştur.
Allah-u Teâlâ’ya kul ve Resulullah Aleyhisselâm’a ümmet olabilmek için; O’nun emirlerine itaat, nehiylerinden içtinap etmelidir. Ve Resulullah Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, tabiatı ile tabiatlanmak gerekiyor. İslâm laf işi değildir. İmandan sonra hemen amel-i sâlih geliyor.
Âyet-i kerime’de:
“İman edenler ve amel-i sâlih işleyenler.” buyuruluyor. (Asr: 3)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)
İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.
Fakat dinden saparsa, nefsine uyarsa, şeytana tâbi olursa, artık onun Hazret-i Allah ile, Resulullah Aleyhisselâm ile ilgisi kalmaz. O necip dediğimiz millet bu faziletlere sahip idi. Biz bu faziletleri bıraktık da bu hâle düştük.
Bu necip İslâm milleti nereye gidiyor. Bu hâl İslâm’a yakışmaz, bu güzel vatana gitmez. Kendimize gelmemez, asâletimize dönmemiz, Hazret-i Allah’a yönelmemiz gerekir. Onun için böyle olmaktansa böyle olmamak daha hayırlıdır.
Eğer Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a dönersek, tevbe edersek, yine bu fazileti yakalayabiliriz. Dünyada huzur ve saâdetiyle yaşarız, ahirete de iman selâmetiyle geçebiliriz. Orası ebedî bir saâdet yurdudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Halidine fiha ebedâ” buyuruyor. “Orada ebedî olarak kalacaklardır.”
Ecdadımız dinleri ve vatanları için nasıl çalışmışlar? Nasıl sadakat göstermişler? Eğer biz de o vatanın çocuğu isek onların yaptığını yapmamız lâzımdır.
Binaenaleyh; İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in Sünnet-i seniye’sine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.
Hazret-i Allah’ın emirlerine riayet, nehiylerinden ictinap Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olmak ve güzel ahlâka nail olmaktır. Yani önce iman-ı kâmil, akabinde güzel ahlâk...
İslâm tarihinde iman-ı kâmil ve güzel ahlâk örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.
Bunlardan sadece birkaçını numune-i imtisal olması bakımından arzedelim:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet olunduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde beyan buyururlar:
“Bir adam bir kimseden bir arsa satın aldı. Daha sonra arsada bir küp altın buldu. Küpü alarak arsayı satan adama getirdi. ‘Ben senden yalnız arsayı satın aldım, altın almadım, al şu altınları!’ dedi. Fakat adam almadı: ‘Hayır almam, ben sana toprağı her şeyiyle sattım.’ cevabını verdi. Alırsın almazsın derken mahkemeye düştüler. Hakim de onlara ‘Sizin oğlunuz ve kızınız var mı?’ diye sordu. Bunlardan birisi ‘Benim bir oğlum var.’ Öbürü ‘Benim de bir kızım var.’ dediler. Bunun üzerine hakim ‘Öyle ise bu ikisini evlendirin ve bu altından onlara verin, bir kısmını da kendiniz için sarfedin.’ diye hükmetti.” (Buhari ve Müslim)
Altınları ikisi de almıyorlar. Bugünkü durumumuza bakın, şu İslâm’ın güzelliklerine bir bakın!
İslâm budur.
•
Yakın bir arkadaşımız anlattı. Bir arkadaşı tüccar bir arkadaşına gidiyor ve diyor ki: “Bana şu kadar altın lâzım. Bu parayı bana verirsen hayvan alacağım, besleyip büyütüp satacağım. Seninle de ortak olalım.”
Arkadaşı “Peki!” diyor, istediği altını ona veriyor. O da gidip hayvan alıyor, besliyor büyütüyor ve satıyor. O parayı getirip o zâtın önüne koyuyor. “Efendim diyor, senin verdiğin o para ile zayıf hayvan aldım, besleyip sattım, yarı yarıya kâr ettim.” O zât “Sen doğrusu çok insafsızlık yapmışsın, ben bu parayı almam.” diyor, hemen kendi parasını çekiyor, diğerine el sürmüyor. Zira fahiş fiyatla satmış...
Bunlar İslâm’ın güzellikleri...
•
Yugoslavya’nın Yenipazar şehrinde olan bir hadiseyi ise şöyle anlattı:
Ramazan-ı şerif’te çok muhterem bir hoca efendi geldi, çok güzel vaaz ve nasihat etti. Derken bayram geldi. Düşündük “Bu hocaefendi misafirimizdir, garibimizdir, buna bir sergi toplayalım.” dedik, namazdan sonra sergi topladık. Halk kendisini çok sevdiği için hayli de para toplandı.
Parayı vereceğiz, hocaefendi yok. Cemaatle beraber sıyrılmış gitmiş. İki kişi parayı aldı, hocaefendiyi aramaya çıktılar. Nereye gitti nereye gitti derken, bakıyorlar ki o memleketten ayrılmış başka bir memlekete gidiyor. Birinci bayırı aşmış ikinci bayırı aşarken yetişiyorlar. Simit yiyor. Çevirmek istiyorlar dönmüyor. Parayı vermek istiyorlar kabul etmiyor, ancak o memlekete ulaşacak kadar alıyor, gerisini çeviriyor ve simit yiye yiye yoluna devam ediyor. Halbuki o memleket çok misafirperverdir.
•
Hüsnü Efendi vardı, ondan işitmiştim...
Belgrat’ta bir kıraathanede polisler silah araması yapıyor. Hangi masaya gelirlerse o masa ayağa kalkıyor, onun araması yapılıyor. Sonra diğer masaya geçiyorlar.
Bir masada müslümanlar oturuyormuş, onlar da kalkınca polis; “Hayır, siz müslümansınız, sizden zarar gelmez, oturun...” diyor.
İçlerinden birisine; “sen kalk, müslüman değilsin.” diyorlar. Şapkalı olan bu kimse “ben de müslümanım” deyince; “buna şahit olur musunuz, müslüman olduğuna dair?” diyerek masadaki müslümanlara soruyorlar, onlar da “evet” deyince, “peki sen de otur” diyorlar...
Hıristiyanlar kendilerine itimat etmiyor, müslümana itimat ediyor. Fakat şimdi İslâm bu hale geldi. O kadar güzel bir intiba bırakmışlar ki aramaya bile lüzum görmüyor kâfir devleti... İslâm’a güveniyor, kendi milletine güvenmiyor...
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i Şehâdet” de toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “inanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile inandık diyenlerle, yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin.” buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir. (Mâide: 41)
Dil ile inandıklarını söyleyip de kalbiyle tasdik etmeyenler hakkında da şöyle buyuruyor:
“Bedevîler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, bari müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden, kendilerinin de Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu kimseler hakkında ise şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyânı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurât: 7)
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’a imanla başlar, imanın altı esası olan “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere” kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İmân ile amel birbirinden ayrılmayan iki arkadaştır. Binâenaleyh iman amelsiz, amel imansız bir işe yaramaz.” (Câmiu’s-sağir)
•
İbadet; Allah-u Teâlâ’yı en büyük tâzim ve sevgi ile anmak, yüceltmek, O’na yaklaşmak için birtakım merasimler ifâ etmek demektir. Yaratılışımızın gayesi de budur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize ibadet ediniz ki korunasınız.” (Bakara: 21)
İbadetin sahası çok geniştir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış ibâdetin bölümlerini teşkil etmektedir.
Her ibadetin bir hakikati vardır. Zâhirî fıkıh ibadetlerin dış şekliyle uğraşır, bâtınî fıkıh yani tasavvuf da bu şekillerin içindeki hakikati bulmaya çalışır.
Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerindeki nimetleri her an devam edip gitmektedir. İnsanoğlu yaşadığı sürece, ikram ve ihsanlar devam ettiği müddetçe, şükür ve ibadetler de devam eder.
Allah-u Teâlâ:
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine ibadet et!” (Hicr: 99)
Âyet-i kerime’si ile ibadetlerin devamlı yapılmasını emir buyuruyor.
İbadetler Allah’ımız nasıl emretmiş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl göstermişse öylece yapılır. Zamanın değişmesi ile ibadetler değişmez, artma ve eksilme olmaz.
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine “Ahlâk-ı hasene” veya “Ahlâk-ı hamide” adı verilir. Çirkin neticelerine ise “Ahlâk-ı zemime” denilir.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
“Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin.” buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Güzel ahlâk, dinin yarısıdır.” (Câmiu’s-sağîr)
“Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır.” (Buhari)
“Kıyamet gününde müminin amel terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.” (Tirmizi)
“Sizden cennette bana arkadaş olan kimse, dünyada güzel ahlâka sahip olanınızdır.” (Münâvî)
“Bir mümin güzel ahlâk ile gece ibadet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecesine erişir.” (Ebu Dâvud)
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)
“Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli ve ibadeti bozup fenalaştırır.” (Münâvî)
“Sizin en fenânız, ahlâkı kötü olanınızdır.” (Münâvî)
“Nerede bulunursan bulun, Allah’tan kork! Bir kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki, o iyilik günahı gidersin. İnsanlara güzel ahlâk ile muamele et.” (Tirmizi)
“Allah’ım! Bana güzel ahlâk ihsan eyle, senden başka bana kimse güzel ahlâk ihsan edemez. Beni kötü huylardan koru, senden başka beni kimse kötülüklerden koruyup uzaklaştıramaz.” (Müslim)
•
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Son derece fasih söz söyler, gayet açık ve külfetsiz konuşur, mühim bir söz söylediği zaman iyice anlaşılsın diye onu üç kere tekrar ederdi. İstenirse kelimeler birer birer sayılabilirdi. Herkesin aklına ve idrakine göre söz söyler, dinleyenin idraki karışmazdı. Az kelime ile çok şey anlatırdı. Her işi ve her sözü doğru idi.
Bir toplulukta konuşurken ayrı ayrı herkesin yüzüne bakar, herkese iltifat eder, tek tek herkesin nasibini verirdi. Öyle ki, huzurunda bulunanların hepsi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in en çok kendisini sevdiği kanaatına varırdı.
Simâsındaki mehabet herkes üzerinde büyük bir tesir yapardı. Görenler o câzibe karşısında büyülenirlerdi. İlk görüşlerinde o vakar ve heybet karşısında titreyenler, daha sonra derin bir muhabbet duyarlar ve yanından ayrılmak istemezlerdi.
Lüzumsuz yere konuşmaz, söze lüzum görmedikçe sükut eder, konuştuğu zaman da sözün en güzelini söylerdi.
Münakaşadan son derece çekinir, yüksek sesle konuşmaz, kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz, kimseyi tenkit etmez, azarlamaz, hakarette bulunmaz, onu bunu ayıplamaz, gizli hallerini araştırmaz, kötülemez, kötü söz söylemezdi. Kimseye küsmez, insanların birbirlerine küsmelerini de istemez, dargınları barıştırırdı.
Başkalarının sözlerini dikkatle dinler, kimsenin sözünü kesmez, suçluyu utandırmazdı. Gönül yapmaya, hatırları hoş etmeye pek düşkündü. Bir kimseye darılırsa Kur’an darıldığı için darılır, beğenirse Kur’an beğendiği için beğenirdi. Bir şeyden hoşlanmazsa, hoşnutsuzluğu yüzlerinde görülüp bilinirdi.
Herkes gülerken o sadece tebessüm ederdi. Daima güleryüzlü idi. Ağladığı zaman, sadece mübarek gözlerinden yaşlar dökülürdü.
•
Hem vakur hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idi, Ashab-ı kiram’ı onun yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi işlerini kendi görürdü.
Tevazunun kemal mertebesinde bulunduğundan dolayı elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, evi süpürür, hamur yoğurur, koyunları sağar, develeri bağlar, yemlerini verir, hasta olanlara ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu.
Ashab-ı kiram’ına karşı içten ve derinden bir muhabbeti vardı. Onları evlerinde ziyaret eder, içlerinden görünmeyenleri araştırırdı. Her gördüğüne selâm verir, musafaha ederdi. Hiç bir resmiyet ve külfete bakmadan, ümmetinin herhangi bir ferdi gibi aralarına karışır, en fakir insanlar arasında oturur, onları okşar, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, yetimlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Fakiri yoksulluğundan ötürü tahkir etmez, zengine zenginliğinden dolayı saygı göstermezdi. Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi. İhtiyarlara da gençlere de aynı hürmeti yapardı. Gönüllerini hoş etmek için, sözlerini hayranlıkla dinlerdi. Herkese teveccüh eder, herkesin ayrı ayrı hâl ve hatırını sorardı.
Aralarında oturduğu zaman hususi yer ayırttırmaz, yer seçmez, nerede boş bir yer bulursa oraya otururdu. Hiç kimsenin kendisi için ayağa kalkmasını istemezdi. Övülmekten asla hoşlanmaz, kimseyi de fazla methetmezdi.
Kimsenin kusuruna bakmaz, kötülüğüne karşı kötülükle muamele etmezdi. Birisi gelip özür dilerse, özrünü dinler, suçu varsa affederdi. Bu en yüksek ahlâkın en yüksek derecesidir.
•
Her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Eline geçen her şeyi, gelen kıymetli hediyeleri, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Sade hayat imandandır.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadeliği severlerdi. Süsten-lüksten hoşlanmazlardı. Sadelik en güzel nezafettir, tevazuya meyletmektir.
Hane-i saâdetleri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
•
Hayatı boyunca en zor ibtilâlara, felâket ve meşakkatlere maruz kalmıştır.
Daha doğmadan babasını, şefkate en muhtaç olduğu bir çağda annesini, iki sene sonra da dedesini kaybetti. Çocukluğu da gençliği de şefkate muhtaç olarak geçti.
Asıl zorluklar İslâm’a dâvete başladığı zaman başgösterdi. Medine’ye hicret edinceye kadar tam onüç sene baskılar altında yaşadı.
İnananlara hakaretin, zulmün, işkencenin her türlüsünü yaptılar. O bütün bunları görüyor, yüreği parçalanarak sabretmek mecburiyetinde kalıyordu.
Medine’ye geldikten sonra da ne acı felâketlere maruz kaldı.
Kavminin ekserisi medeniyetten yoksun, bedevi insanlardı. O Nûr’un huzurunda gözetilecek edepleri bilmedikleri için, yaptıkları kaba hareketler onun ince ruhunu çok müteessir ediyordu. Fakat o bütün bunları engin bir hoşgörü ile karşılıyordu.
Eza ve cefaların çoğalması, ancak sabrını arttırmıştır.
Bütün bu sebat ve azminin neticesini daha hayatta iken gördü. Vedâ haccında onu dinleyen müslümanların sayısı yüzbini aşıyordu. Vefat ettiğinde bütün Arap yarımadası İslâm’a tâbi olmuştu.
•
Şahs-ı âlîlerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmiş, ceza ve intikam yoluna gitmemiştir.
Risaletinin ilk yıllarında İslâmiyeti yaymak için Taif’e gitmişti. Dâvetini kabul etmedikleri gibi, taşa tuttular. Vücudu kan içinde kaldı. Buna rağmen onlara bedduâ etmedi. Cenâb-ı Allah’a hidayete ermeleri için niyaz etti.
Kendi kavmi olan Kureyş, Uhud savaşında mübarek yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar. Bu durumda bedduâ etseydi, helâk olacaklardı. Fakat o, yüzünden kanlar akarken şöyle duâ ediyordu:
“Peygamberini öldürmek isteyen bir kavim nasıl felah bulur? Allah’ım sen kavmime hidayet ver, çünkü onlar bilmiyorlar.” (Buharî)
Kureyş’lilerin Mekke’de onüç yıl boyunca ona ve müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceler saymakla bitmez.
Alay ettiler, hakaret ettiler, ölümle tehdit ettiler, birçok suikastler hazırladılar. Yoluna dikenler serdiler, üzerine pislikler attılar. Mübarek boynuna kement atarak sürüklemek istediler. Sihirbaz, kâhin, şâir, mecnun... dediler.
Ona ve müslümanlara karşı boykot ilan edip, üç sene muhasara altında tuttular. Yiyecek içecek satılmasını, verilmesini, onlarla konuşulmasını yasakladılar.
Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bütün servetlerini bu kuşatma süresince fisebilillah harcamışlar, müslümanların sıkıntılarını hafifletmişlerdir.
En yakın akrabaları bile ona karşı cephe aldılar. Nihayet doğup büyüdüğü ve çok sevdiği öz vatanından göç etmeye mecbur bıraktılar.
Bu tahammülü ondan başka hiçbir fert gösteremezdi. Zira o Rahmetenlilâlemindir, şefkati sonsuzdur, merhameti yüksektir. Bir kişi hidayete erer ümidiyle o büyük eziyetleri hoş görmüş, onlara bedduâ değil, duâ etmiştir.
•
Misafirlerine bizzat kendisi hizmet eder, huzuruna gelen herkese ikrâmda bulunur, onları ağırlamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Bazen elbisesini yere serip üzerine misafirlerini oturturdu; eğer imtinâ ederlerse ısrar ederdi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ashab-ı kiram’ı ile otururlarken onlara su dağıtıyordu. Bir arabî geldi ve “Bu topluluğun efendisi kimdir?” diye sordu.
Buyurdular ki:
“Bu topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” (C. Sağir)
Bu beyanlarında öyle bir tevazu var ki, hem kendisinin o topluluğun efendisi olduğunu, hem de gerçek mânâda efendiliğin hizmetle kaim olduğunu bildirmiş oldular.
Hicretten sonra Arabistan’ın her tarafından onu görmeye gelen heyetler mescidde misafir edilirdi. Müslüman olanın da, müslüman olmayanın da hizmetlerini bizzat kendisi görürdü. Geceleri uykudan kalkar, misafirlerin bir ihtiyacı olup olmadığını araştırırdı.
Bir defasında, ziyarete gelen müşrik bir misafirine süt ikrâm etmiş, onu fevkalâde memnun ederek, müslüman olmasına vesile olmuştur.
•
Bütün işlerini tam bir intizam içinde yapar, vaktini hiç israf etmezdi. Namaz vakitleri, tesbih ve tehlil zamanları, uyku ve istirahat zamanları, misafirlerini ve ziyaretçilerini kabul zamanları hep belirli idi.
Temizliği pek sever, nezafete pek çok riâyet ederdi. Elbisesine ve elbisesinin temizliğine son derece itina gösterirdi. Vücudunu temiz tutar, saç ve sakallarını yıkar, tarar, güzel kokular kullanırdı.
Ağıza fena koku veren şeylerden hoşlanmazdı. Dâima misvak kullanır ve bunu herkese tavsiye ederdi.
•
Hanımları ile gayet hoş geçinir, onları kıracak bir harekette bulunmaz, ashabına da bunu emrederdi.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminlerin imanca en mükemmel olanı, ahlâk itibariyle en güzel olanıdır. Aranızda en hayırlı kimseler, kadınlarına karşı huyu en iyi olanlarınızdır.” buyuruyorlar. (Tirmizî)
Ev işlerinde onlara yardımcı olur, evi süpürür, elbiselerini yamardı.
O, umumiyetle kadınlara karşı da çok nazik ve şefkatli idi. Kadınların haklarını ve menfaatlerini ilân etmek suretiyle, kadınların seviyesini yükseltmiştir.
Kadınlar kendilerine tahsis edilen muayyen günlerde, etrafını alırlar ve ona en açık sualler sormaktan çekinmezlerdi. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- onların bu cesaretlerine hayret ederlerdi.
O insanlığa Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu idi. İnsanların hak ve hukukunu gözettiği gibi, hayvanların da hak ve hukukunu gözetmiştir. Çünkü o, rahmeten lil-âlemindir...
Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenlerinden Hazret-i Huzeyfe -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Yermuk muharebesinde savaşın şiddeti geçmiş yaralanan müslümanlar, sıcak kumların üzerinde şehit oluyorlardı. Bu arada ben de güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlu Haris -radiyallahu anh-i aramaya başladım. Biraz dolaştıktan sonra, nihayet buldum, fakat kanlar içinde yatan amcamın oğlu, kaş göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Elimdeki su kırbasını göstererek:
‘Su istiyor musun?’ dedim.
Belli ki istiyordu, çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile de; ‘halimi görmüyor musun?’ der gibi bana bakıyordu.
Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime -radiyallahu anh-in iniltisi duyuldu:
‘Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!’
Amcamın oğlu Hâris -radiyallahu anh-, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime -radiyallahu anh-e götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime -radiyallahu anh-e yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime -radiyallahu anh- elini kırbaya uzatırken İyaş -radiyallahu anh-in iniltisi duyuldu:
‘Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!’
Bu feryadı duyan İkrime -radiyallahu anh- elini hemen geri çekerek suyu İyaş -radiyallahu anh-e götermemi işaret etti. Hâris -radiyallahu anh- gibi o da içmedi.
Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa İyaş’a yetiştiğim zaman, kendisinin son kelimesini işitiyordum.
‘Yâ Rabb’i! Allah ve Resul’ü için canımızı feda etmekten aslâ çekinmedik. Artık bizden şehadeti esirgeme. Hatalarımızı affeyle!’ diyerek şehit oldu.
Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime -radiyallahu anh-in yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim. İkrime -radiyallahu anh- da şehit olmuştu.
Bâri amcamın oğlu Hâris -radiyallahu anh-e yetiştireyim dedim.
Koşa koşa ona geldim, kızgın kumların üzerinde o da ruhunu teslim eylemişti...
Hayatımda birçok hadise ile karşılaştım, fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Bu güzide Ashâb-ı kiram’ın birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli halleri, birbirlerini tercih etmeleri, ne büyük imandır.”
Ömer Bin Abdülâziz, hilâfete geçer geçmez ilk yaptığı icraatlardan biri, Cuma ve bayram hutbelerinde Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve ahfâdı aleyhine yapılan konuşmaları ve lânetlemeleri yasaklamak oldu.
Çok âlim, fâzıl, zâhid, âdil bir insan olan halife, müctehid derecesinde geniş ilme sahipti. İki sene beş ay olan halifeliği döneminde Resulullah Aleyhisselâm’ın nice sünnetlerini tekrar yaşatmış ve yıllardır kökleşmiş olan kötü âdetleri ortadan kaldırmıştı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara en lâyık olan kişileri seçti. Bütün vâlilere adaletle hareket etmelerini tavsiye etti.
Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine “Doğudan batıya kadar Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?” diye cevap verdi.
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri’nin, oğlu Musa Kâzım için yaptığı şu vasiyet ve nasihatı çok ibretli ve mânâlıdır.
Buyurur ki:
“Ey oğlum! Vasiyetimi iyi dinle, söylediklerime çok dikkat et. Eğer dikkat edecek olursan, saâdet içinde yaşar, hamd ile ölürsün.
Ey oğlum! Allah’ın senin için takdir ettiği rızka râzı ol. Allah kendi rızkına râzı olanı başkasına muhtaç bırakmaz. Gözü başkasının malında olan ise fakir olarak ölür.
Taksimatı ilâhîye râzı olmayan; Allah’ı kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur.
Kendi kusurlarını küçük gören başkalarının küçük bir kusurunu büyültmüş olur.
Her zaman için kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının kusurunu küçük görenin gözünde, kendi kusuru büyük görünür.
Başkalarına isyanla kılıç çeken, o kılıçla öldürülür.
Başkasının kuyusunu kazan, kazdığı kuyuya kendisi düşer.
Beyinsiz ahmak insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve horlanır, hakarete uğrar. Âlimlerle düşüp kalkan hürmet ve saygı görür.
Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.
Lehinde de aleyhinde de olsa, daima hakkı söyle.
Koğuculuk yapmaktan sakın, çünkü koğuculuk insanların kalplerine kin ve düşmanlık tohumları eker.”
•
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri’nin güzel ve öğüt dolu sözlerinden bazıları:
“Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur.”
“İyilik üç şeyle kemâle erer; o iyiliği yapmakta acele etmek, yaptığı iyiliği gözünde büyütmeyip daima küçük görmek, yaptığı iyiliği gizlemek.
“Namaz her takvâ sahibi için yakınlıktır. Hacc her güçsüzün cihadıdır. Zekât bedenin orucudur. Amel ve ibadet yapmadığı halde karşılık bekleyen, yaysız ok atan kişiye benzer.”
“Günah işlediği zaman utanmayan, yaşlandığı halde pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmeyen, tenha bir yerde olduğu zaman Allah-u Teâlâ’dan korkmayan kimsede hayır yoktur.”
İslâm’ın örnek insanlarından Bayezid-i Bistamî Hazretleri yıkadığı çoraplarını güneşte kurutmak için asmaya yer ararken, arkadaşı baş ucundaki elma fidanını göstererek; ‘Bu ağacın dalına asınız.’ diyor. Bayezid-i Bistami Hazretleri; ‘Hayır’ diyor. ‘Komşunun müsaadesini almadan ağacından faydalanamam.’
Bu sefer bahçe duvarına çakacakları bir çiviyi gösterek, ‘buna as’ diyorlar. Bayezid Hazretleri büsbütün hiddetleniyor:
‘Bahçe sahibi komşumuzdan müsaade aldınız mı ki, duvarına çivi çakmakta tereddüt göstermiyorsunuz?’ diyerek yaş çoraplarını ellerinde kurutmaya karar veriyor ve yanındakilere şunları söylüyor:
‘Komşumu rahatsız ederek âhirette cehennem ateşinde yanmaktansa, çoraplarımı ellerimde kurutarak dünyada güneş ateşinde yanmayı tercih ederim.’
•
İmâm-ı Âzam Hazretleri de alacağını istemek için gittiği komşusunun beyaz badanalı duvarına ayağından çamur sıçradığını görünce, büyük bir heyecan ve telaşla hemen duvardaki lekeleri gidermekle uğraşırken ödünç verdiği parayı da istemekten vazgeçerek derin bir mahcubiyetle geri dönüyor.
Başka bir rivayette alacağını tahsile gittiği adamın evinin damından gölgelenmekten kaçtığı belirtilir. Fâiz bulaşır korkusuyla...
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet sayesinde Osmanlı dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”
Tursun Bey’in “Târîh-i Ebu’l-Feth”inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon üzerine sefere çıktığında, şehre arkadan ulaşmak için ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiyordu. Yol geçişe uygun olmadığından, bâzen baltacılar önden yol açıyorlardı. Yolun hiç bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın atı kaydı ve sarp bir yere doğru yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.
Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabalık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra Hâtun’u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e elçi olarak yollamıştı. Fâtih’in içine düştüğü bu zor ve kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamânı olduğunu düşünerek;
“Ey oğul! Han oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal’a için bunca meşakkat niye?” dedi.
Elleri sıyrıklarla dolu olan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun’a hayretle bakarak şöyle dedi:
“Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıncıdır? Sen zanneyleme ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın huzûr-u Hakk’a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîze imkân varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı? Ehl-i küfrün üzerine İslâm’la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.” (Târîh-i Ebu’l-Feth)
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashab-ı kiram’dan bir zât: “Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın.” diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. (Müslim)
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.” (Buharî)
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını Âyet-i kerime’lerinde emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzab: 70-71)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Kim bir çocuğa: ‘Buraya gel, sana birşey vereceğim.’ der de, sonra vermezse bir yalan günahı yazılır.” (Ahmed bin Hanbel)
Ana-babasının yalan söylediğini gören çocuğun, doğruluğu öğrenmesi mümkün değildir.
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yalan sözden çekinin.” (Hacc: 30)
Doğruluk imanın, yalan da nifakın sermayesidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir.” (Müslim)
Dil, Allah-u Teâlâ’nın en büyük nimetlerinden birisidir. Kendisi küçük olmakla beraber; itaat ederse itaati, isyan ederse isyanı çok büyüktür.
Bunun içindir ki ağızdan çıkan sözlerin doğru olması, gerçeğe aykırı olmaması farzdır.
Bir Âyet-i kerime’de:
“İnsanlarla güzel konuşun.” buyuruluyor. (Bakara: 83)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok az konuşur, konuşulanları dinler, ashabına da boş ve faydasız sözlerden kaçınmalarını tavsiye buyururdu.
“Yâ Resulellah! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” diye soran bir zâta, mübârek dilini tutarak “İşte budur” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
“Kurtuluş yolu nedir yâ Resulellah?” diyen bir zâta ise şöyle buyurmuşlardır:
“Dilini aleyhine (çıkacak sözlerden) muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla!” (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah’a ve ahiret gününe imanı olan ya hayır söylesin veya sussun.” (Buharî)
Diline sahip olan, diğer uzuvlarına da sahip olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âdemoğlu sabaha çıktığı vakit, bütün uzuvları dile derler ki: Bizim hukukumuzu korumak hususunda Allah’tan kork! Biz sana tâbiyiz, bizim doğruluğumuz sana bağlıdır. Eğer sen dosdoğru olursan biz de doğru oluruz, doğruyu buluruz. Şayet sen eğrilirsen biz de öyle oluruz.” (Tirmizî)
İnsan ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Bir kimse, Allah’ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ’nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah’ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah’ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder.” (Tirmizî)
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir. Dilin husule getirdiği bütün bu kötülüklere karşı:
“Sükût eden kurtulmuştur.” (Tirmizî)
Hadis-i şerif’i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
•
Bir kimsenin işlemediği bir suçu işlemiş gibi anlatmak, kendisinde bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermek gıybetten de büyük bir günahtır ve haramdır.
“Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak koğuculuktur ve şiddetle haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Herkesi ayıplayan, söz götürüp getiren ve çok yemin eden, aşağılık zorbaya itaat etme!” (Kalem: 10-11)
•
Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın.” buyuruyor. (Hucurat: 11)
•
İstihza; küçük düşürücü ve güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlıklarını ortaya koymak, eğlenceye almak demektir. O kimse bundan rencide olursa haramdır.
•
Gıybet bir müslümanın, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek ayıp, noksan ve kusurlarını arkasından söylemektir.
Gıybet insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletleri ortadan kaldırarak yerine buğz, kin, düşmanlık getiren kötü bir huydur. Bundan dolayıdır ki, haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah’tan korkun.” (Hucurât: 12)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gıybetten sorulduğu zaman:
“Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde mevcut ise, onu gıybet etmiş olursun, değilse iftira etmiş olursun.” buyurdular. (Müslim)
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumaları, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı tam tutmak farzdır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurulmaktadır:
“Tartıyı O koymuştur. Sakın tartıda haksızlık etmeyin. Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın.” (Rahman: 7-8-9)
“Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın.” (En’âm: 152)
“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir, sonu da daha güzeldir.” (İsrâ: 35)
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
Ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf ve itidalden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riâyet olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim şartlarındandır.
Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı meşru kâr, az da olsa çok da olsa elbette daha hayırlı ve feyizlidir.
Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra günahların en ağırı, ödenmediği taktirde affedilmeyenidir.
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi alış verişle uğraşan her müslümanın ticâri muamelelerle alâkalı lüzumlu bilgileri de öğrenmesi farzdır.
Adalet, fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin temel direğidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar arasında adaletle hükmet!” (Sâd: 26)
Bu hitab-ı ilâhî Davut Aleyhisselâm’ın şahsında, hüküm verme mevki ve makamında bulunan kişilerin adaleti gözetmeleri hususunda farziyet ifade eden kesin bir emirdir ve bu farziyetin kıyamete kadar devam edeceği hatırlatılmaktadır.
Çünkü devlet adaletle yönetilir, devlet idaresi adaletle korunur. Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkim olur, zulüm ise zevali dâvet eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“De ki: Rabb’im bana adaleti emretti.” (A’râf: 29)
Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik.” (Hadîd: 25)
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine, esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir. Adaletle hüküm vermek Allah-u Teâlâ’ya yaklaştırıcı ibadetlerdendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde adaletle hükmetmeyi emir buyurmaktadır:
“Allah size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime insanlar arasında hüküm verme makamında olanları şiddetle uyarmaktadır. Her müslümanın adaletli olması lâzım gelmekle baraber, bu gibi kimseler için en mühim şey adaletli olmaktır. Böylece insanların hukuku temin edilmiş olur.
Her adaletsizlik bir zulümdür. Hâkimin tarafsız davranmaması, şâhidin yalan söylemesi, satıcının eksik tartması, alıcının noksan ücret vermesi hep birer zulümdür. Zulüm olan yerde merhamet olmaz, fert ve cemiyetler huzursuz olur.
Âyet-i kerime’de
“Adaletinizde heveslere uymayın!” buyuruluyor. (Nisâ: 135)
Mahkemede dâvâcı ve dâvâlı doğru konuşarak, şâhit bildiğini gördüğünü eksiksiz söyleyerek, hâkim de tarafsız hüküm vererek adaleti gerçekleştirmelidirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Konuştuğunuzda, yakınlarınız dahi olsa adaleti gözetin.” (En’âm: 152)
Adalet, Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine girmek için en yakın vasıtadır. Allah’tan korkmayan bir kimse, adaletli de olamaz.
Yapılması gereken her işe Allah için sarılmalı, Allah-u Teâlâ’nın ahkâmına göre o işleri çevirmelidir.
Âyet-i kerime’de:
“Adaletli olun! Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever.” buyuruluyor. (Hucurât: 9)
İnsanlar adaletin tesisi için ne kadar uğraşsalar, tam mânâsı ile başarılı olamazlar. Allah-u Teâlâ’nın hakkının tanınmadığı yerde kul hakkından söz edilemez. İlâhî adalet kusursuz ve mükemmeldir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın her şeyi gördüğünü ve bildiğini bilen kişiler şüphesiz ki hayatlarını ona göre tanzim ederler. İfrat ve tefrite sapmazlar, adaletten ayrılmazlar.
Çocukları arasında sevgide ve malda anne ve babanın eşitliğe riâyet etmesi de çok mühimdir. Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah’tan korkunuz, çocuklarınız arasında adaletli olunuz.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Servetin sadece zenginler arasında dolaşmaması hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz.” (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir. İslâmiyet birçok vesilelerle fakirlere yardım edilmesini teşvik etmiştir.
Ezcümle;
Ramazan-ı şerif’te hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle oruç tutmaktan âciz kalan kimse, tutamadığı gün sayısınca bir fakiri doyurur veya bedelini para olarak verir.
Ramazan Bayramı’ndan önce fıtır sadakası vermek vâciptir, bu sadaka fakirlere verilir.
Kurban Bayramı’nda mâlî gücü yerinde olan kimse kurban keser ve etini fakirlere dağıtır.
Adak adayan kimse, adağı yerine gelince, adadığı şeyi fakirlere tasadduk eder.
Bir kimse yemin edip de yemininden dönerse, on fakiri doyurur veya giydirir.
Hacc’da cezalanan kimse, bunun kefareti olarak bir kurban keserek etini fakirlere dağıtır.
İslâmiyet ayrıca servetin akışının fakirler tarafına olması için;
Faizi haram kılıp zekâtı emretmiştir.
Vefat edenlerin bıraktığı mirasın dağılması için bir veraset hukuku ihdas etmiştir.
Ahlâkî bakımdan cimriliğin kötülüğü beyan edilirken, cömertlik bir fazilet olarak vasıflandırılmıştır.
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Â’râf: 31)
“Akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver. Malını israf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankördür.” (İsrâ: 26-27)
Mal, dünya nimetlerinden ve Allah’ın emanetindendir. Muhafaza hususunda insanın vücudu gibidir. Çünkü hayatın idamesi için mala ihtiyaç vardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir.” buyuruyorlar. (Münâvi)
Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü harcamasını emretmiştir. Kişi Allah ve Resul’ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa, sarfiyatının her zerresinden mesuldür. Cenâb-ı Hakk müsrif kimseleri: “Şeytanların kardeşleri” olarak vasıflandırıyor. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz deniz kenarında bile olsa, abdest alırken suyu ölçülü kullanmayı tavsiye etmişlerdir.
Malın haram olan yollardan harcanması, kişiye ve başkalarına hiçbir faydası olmayan harcamalar, başkalarına muhtaç hâle gelecek derecede ölçüsüzce yapılan bağış ve harcamalar hep israftır.
İsraf, cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken güzel huylardan birisidir.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.” (Tirmizî)
“Cenâb-ı Allah Kerimdir, kerem sahiplerini ve cömertleri sever, denî ve alçak tabiatta bulunanlardan ikrâh eder.” (Tirmizî)
Allah’ımız bize itidali, orta hâli emir buyuruyor:
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de açıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret içinde eli boş kalırsın.” (İsra: 29)
Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır.
Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir.
En makbul ve övülmüş olanı sehâvettir.
Âyet-i kerime’de:
“Rahman’ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.” buyuruluyor. (Furkan: 67)
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır.
Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bulunduğu hâle râzı olmak ve bu taksimin “Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı” olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsânî zevklerden ayrılıp rûhanî zevki ele geçirmek hâlidir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır.” (Câmiu’s-sağir)
Kanaat Allah-u Teâlâ’nın, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir.
Nitekim bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” (Müslim: 1051)
Birçok zenginler vardır ki gönülleri fakirdir, çünkü ellerindeki malı çoğaltmak için geceyi gündüze katarlar. Gönlü zengin olan ise Allah-u Teâlâ’nın takdirine râzıdır, daima tok gözlüdür. İşte asıl zenginlik budur.
Rızkın taksimli olduğunu Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde açık olarak beyan ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” (Zuhruf: 32)
Bu Allah-u Teâlâ’nın işidir, bu hususta karar vermek O’ndan başka hiç kimseye düşmez.
“Dünya hayatında onların maişetlerini kendi aralarında biz taksim ettik.” (Zuhruf: 32)
Kullarının geçim işini kendilerine bırakmayıp bizzat üzerine almıştır.
Geçici basit nasipleri ihmal etmeyen Allah-u Teâlâ, kalıcı ve şerefli nasipleri şüphesiz ki ihmal etmemektedir.
“Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar.” (Zuhruf: 32)
Her durumda insanlar birbirine muhtaçtırlar. Kendileri için taksim edilen rızkı kazanmak için bu devr-i daim takdir buyurulmuştur. Bunun da hikmeti, dünyanın nizam ve intizamının bozulmamasıdır.
“Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf: 32)
Dünya metaı ve kazançları, sonunda yok olmaya mahkumdur. Uhrevî kazançlar ise ebedîdir ve en büyük saâdete vesiledir.
“Rızkınız da size vâdedilen şeyler de göklerdedir.” (Zâriyat: 22)
Binaenaleyh Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ’nın herkesin rızkını tahsis ettiğine, takdir olunan rızkın kulun hırsı ve acelesi ile artıp eksilmeyeceğine, bu rızkını tamamen almadıkça ölmeyeceğine inanıp itimat etmek lâzımdır.
Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur.” (Câmiüs-sağir)
Böyle olunca “Nahnü kasemnâ”yı gözeten “Biz taksim ettik.” fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu az bir rızka râzı olursa, Cenâb-ı Hakk da o kimseden az bir amel ve ibadetle râzı olur.” (Münavî)
Allah-u Teâlâ’nın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse Allah-u Teâlâ’ya güvenmemiş, O’na itaat etmemiş sayılır.
İnsan meşru yollardan helâl kazanç elde etmeye çalışmalıdır. Allah’ın verdiğine kanaat edip, hakkına râzı olmalı ki, haram kazançlarda gözü olmasın.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir.” (Müslim)
Hayâ utanmak demektir. Bir müminde bulunması gereken en mühim hususiyetlerden birisidir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fazla utangaç oluşu sebebiyle kardeşini ikaz eden Ensar’dan bir zâta:
“Onu bırak varsın utansın. Zirâ hayâ imandandır.” buyurdu. (Buharî)
Hayâ mümini menhiyat ve fuhşiyattan alıkoyan, iman ile küfür arasındaki perde gibidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hayâ ile iman daima bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (Yani biri gidince öteki de kalmaz.)” (Câmiu’s-sğir)
“Utanmak imandandır.” (Buhâri)
“İman altmış küsur şubedir, hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 9)
“İnsanların geçmiş peygamberlerden duyabildikleri (hikmetlerden) birisi de ‘Utanmazsan dilediğini yap.’ sözüdür.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2002)
“Aklın başı imandan sonra hayâ ile güzel huydur.” (Beyhâki)
Hayâ, birincisi mahlûkata karşı, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a karşı olmak üzere iki türlüdür.
Hadis-i şerif’te:
“İnsanlardan hayâ etmeyen, Allah’tan da hayâ etmez.” buyuruluyor. (Câimu’s-ağir)
Allah’tan, meleklerden ve insanlardan hayâ etmek, İslâm ahlâkının özüdür. İnsanın fıtratında var olan bir haslettir.
Gerek fıtrî ve rûhî bir hâlin eseri olarak insanlardan utanmak, gerekse imanın bir tezahürü olarak Allah’tan utanmak insana hayır ve saâdet getirir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sohbetleri esnasında:
“Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz.” buyurdu.
Orada bulunanlar: “Biz Allah’tan utanıyoruz, O’na hamdolsun.” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Söylediğim hayâ, sizin anladığınız mânâdaki hayâ değildir. Hakiki mânâsı ile Allah’tan hayâ etmek şöyle olur: Başını ve başında bulunan göz, kulak ve dil gibi âzâlarını, karın boşluğunda bulunan kalb, mide ve benzeri âzâlarını Allah’ın emirlerine aykırı hareketlerden muhafaza etmelisin. Bunun yanında ölümü hatırından çıkarma. Âhireti isteyen, dünya güzelliklerine gönül bağlamaz. Kim bunları yaparsa Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” buyurdular. (Tirmizî)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Güzel koku sürünmek, evlenmek, misvak kullanmak ve utanmak.” (Ahmed bin Hanbel)
Haram ve hayâsızlık insan hayatının çeşitli safhalarında tezahür edebilir. Meselâ, yalan, gıybet, rüşvet, hırsızlık, içki, kumar, zinâ... gibi.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“De ki: Rabb’im hayâsızlıkların açığını da gizlisini de haram kılmıştır.” buyuruyor. (A’râf: 33)
Hususiyetle bugün müslümanlara en çok zarar verdiği saha kadın-erkek münasebetlerinde görülür.
Tevâzu, ahlâk-ı hamidenin temeli ve kaynağıdır. Peygamberlerin ve salihlerin ahlâkındandır. Hakk yoluna girenlerin işaretidir.
Allah-u Teâlâ mütevazi kullarını Âyet-i kerime’sinde meth-ü senâ ediyor:
“Rahman’ın öyle kulları vardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vekar ile yürürler.” (Furkan: 63)
Esas mânâsı ile tevâzu; hiç kimseyi hakir ve küçük görmemek, her gördüğünü kendinden daha hayırlı bilmektir.
Kendinden genç olanları gördüğünde: “Genç yaşta Hazret-i Allah’a yönelmiş tevbekâr olmuş, nefsini bütün arzularından tecrit etmiş, Mevlâ’ya isyan etmemiş. Bu benden hayırlıdır.” diye düşünecek.
Kendinden yaşlı kimseler için de: “Bu benden daha çok ibadet etmiştir, Cenâb-ı Hakk’a daha yakındır.” diyecek.
Cahil bir kimseyi gördüğü zaman: “O bilmeyerek günah işliyor, ben bilerek işliyorum.” diye içinden geçirecek.
İnançsız birisi ile karşılaştığında veya böyle bir kimseyi duyduğunda ise: “Belki bir gün hidayete erer, müslüman olur. Belki ben günahlarım yüzünden imansız gidebilirim. Sonumuzun ne olacağı öldükten sonra bilinir.” diye düşünecek. Çünkü hiç kimse son nefesini ne şekilde vereceğini bilemez.
Bu değerler Hakk’a dayanır. Bu değer gerçekleştiğinde, değere değer verdiği için dilerse Hazret-i Allah o kulun değerlendirir, salih kullarından eyler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hem vakur hem de son derece mütevâzi ve alçak gönüllü idi. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı onun yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi işlerini kendi görürdü.
Hazret-i Allah onu “Hükümdar peygamber” veya “Kul peygamber” olmak arasında muhayyer bırakmış, o “Kul peygamber” olmayı tercih etmişti. Allah-u Teâlâ da bu tevâzusuna karşı onu, kıyamet günü insanların şefaatçisi yaptı.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir.” (Câmiu’s-sağir)
Lokman Aleyhisselâm oğluna böbürlenerek yürümeyi yasaklamış:
“Yeryüzünde mütevâzi ol!” buyurmuştur. (Lokman: 19)
Bir kimsenin kibir ve gururu yürüyüş biçimine de akseder. Takvâsı olmayan bir zenginlik, sahibini gururlu hâle getirir. Âmirlik, ilimde yükselmek, kuvvetli olmak, herhangi bir dalda tanınmış olmak... gibi şeyler o insanı gururlu bir hâle getirir ve bu hâl yürüyüşünde de kendini gösterir.
Diğer taraftan tevâzu gösterisi yapanlar da vardır. Onun kendini beğenmesi, gösterişe kaçan bir tevâzu hâlini alır ve yürüyüşüne yansır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, başı önünde omuzları düşmüş, süklüm-püklüm yürüyen bir adamı gördüğünde: “Başını kaldır da yürü, İslâm âcizlik değildir.” diyerek celâllenmiştir. Âciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını görünce de: “Ey sefil! Dinimizi lekeleme!” buyurmuştur.
Yürürken lüzumsuz yere tevâzu gösterisinde bulunmanın dindarlıkla bir ilgisi yoktur.
Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu nimetlerin helâl ve temiz olanlarını yemelerini bütün insanlara mübah kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Zira şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Bakara: 168)
Bir diğer Âyet-i kerime’sinde ise hususi olarak müminlere, rızıkların temiz olanlarını aramalarını ve onlardan faydalanmalarını emir buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslüman üzerine farzdır.” buyuruyorlar. (Taberânî)
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, demek ki insanın ilk önce lokma üzerine eğilmesi gerekir. Bu farzı işledikten sonra, Hazret-i Allah dilerse onu lütf-u kereminden olarak sünnet-i seniye ile de ziynetlendirir. Fakat farzsız yapılan sünnet-i seniyye noksandır, temelsiz eve benzer.
Lokma üzerine eğilmek, insanın ihlâs üzerine eğilmesine, mahviyet üzerinde durmasına, istikamet üzere gitmesine vesile olur. Cenâb-ı Hakk’ın lütufları bunlar.
İnsan lokmasını haramlardan süzecek ki kendisini de süzsünler. Süzmezse kendisini de süzmezler ve tortular arasında karışır gider.
Pirincin içinden küçücük bir taşı, dişimize dokunmasın diye ayıklıyoruz da haramla helâli nefsimiz ayırmaya lüzum görmüyor. Karnımıza ateş dolduruyoruz da farkında değiliz.
Sonra o haramlar içerde de kalmıyor. Evvelâ içimizi tahrip ediyor, sonra da kötülüğe tahrik ediyor.
Ne kaybediyorsak hep boğazımızdan kaybediyoruz. Boğaza bir süzgeç koymadıkça itimat edin hikmet husule gelmez.
Bugün helâl lokma yok mesabesindedir. Bu bakımdan az yemekte kurtuluş vardır. İnsan helâl kazanmak için bütün dikkatiyle çalışacak, bütün dikkatlerden sonra kazandığını yine şüpheli kabul edip, ölmeyecek kadar az yemeye gayret edecek ki, artık o zaruret olsun ve helâl olmuş bulunsun.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına helâl ve temiz rızıklardan yemeyi ve bu rızıklardan dolayı kendisine şükretmelerini emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172) (Bakınız:Nahl: 114)
Haram ve zararlı şeylerden kaçınmak farzdır. Allah’ın kulları olduklarını söyleyenler, temiz ve helâl olanı yerler, Rablerine şükrederler, haram ve pis olan şeylerden kaçınırlar.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyi ve güzel olanlarından yiyin.” (Bakara: 57 - A’raf: 160 - Tâhâ: 81)
Rızıkların helâl olanlarından yiyerek hayatınızı geçirin ve bu nimetlerin kadrini kıymetini bilin.
Bunların yaratılmaları sizin faydanız içindir.
“Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin, kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah’tan korkun.” (Mâide: 88)
Çünkü sizin dünya saâdetiniz ve ahiret selâmetiniz ancak bu surette tecelli eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek aslâ yememiştir. Allah’ın peygamberi Davud Aleyhisselâm da kendi eliyle kazandığını yerdi.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 967)
“Yediğinizin en temizi kendi kazancınızdan olandır.” (Ebu Dâvud)
Helâl yiyenlerin içleri nurlanır, bu nurdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve icraatlar zuhur eder.
Haramlar, duâ ve ibadetlerin kabulüne mâni olur.
“Yâ Resulellah! Allah’a benim için yalvarıver de, duâsı makbul olanlardan olayım.” diyen bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Helâl yemek ye, duân kabul olsun.” buyurmuşlardır. (Taberânî)
Haram yemek, şeytanın izine tâbi olmak ve cehenneme yuvarlanmak demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır.” (Tirmizî)
“Bir kimse haramdan bir şey yerse kırk gün namazı kabule şâyân olmaz.” (Deylemî)
“Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Birçok eziyetlere katlanır, toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabb’î, Yâ Rabb’î diye yalvardığı halde, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı nasıl kabul edilir?” (Müslim)
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü bilmeden içince, boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra “Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ etti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü sehven içtiği zaman, parmağını ağzına sokarak istifrâ etmiştir. “Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederdik.” sözü ne kadar düşündürücüdür.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretlerinin yaşadığı dönemde, Irak’ta Bâdiye sürülerinin koyunları ile Kûfe’nin koyunları birbirine karışmış, koyun sahiplerinin hukuku ayırt edilemeyecek bir şekle girmişti. Hazret bu koyunların etlerini yemeyi takvâya aykırı sayarak koyun cinsinin ortalama kaç sene yaşadığını sormuş, yedi sene yaşadığının bildirilmesi üzerine tam yedi sene ağzına koyun eti koymamıştır.
İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır. Harama götüren, harama yardım eden her şey haramdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 962)
Helâl lokma yiyebilmek için bugün müslümanların üzerinde durması gereken mühim meselelerden birisi de, hayvan kesiminde Besmele ve etleri yenilip yenilmeyen hayvanların bilinmesi hususudur.
Allah-u Teâlâ çok açık bir hüküm olarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın âyetlerine inanan müminler iseniz, üzerlerine Allah’ın ismi anılmış (Besmele ile kesilmiş) hayvanlardan yiyin.” (En’âm: 118)
Bu sizin için mübahtır, bunlardan yiyip istifade edebilirsiniz. Allah-u Teâlâ’ya iman edenler O’nun helâl kıldığını mübah bilirler, ondan istifade edebilirler, haram kıldığından da kaçınırlar. Bu, gönüllerindeki köklü imanın gereğidir.
Kur’an-ı kerim’in ayrı ayrı yedi yerinde ana-babaya iyi davranılması, hürmet, hizmet ve itaat edilmesi; Allah-u Teâlâ’ya itaattan sonra ana-babaya itaat etmenin farz olduğu beyan buyurulmaktadır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Allah’a kulluk edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilikte bulunun.” (Nisâ: 36)
İtaatsizlik etmek, karşı gelmek, gücendirmek ise büyük günahlardan olup kat’i haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah’ın rızası ana-babanın rızasında, gadabı da gadaplarındadır.” (Câmiu’s-sağir)
“Cenâb-ı Hakk’ın birinci sevdiği amel, vaktin girmesiyle beraber edâ olunan namazdır. İkincisi ana-babaya ihsân ve dine aykırı olmayan emirlerine uymaktır. Üçüncüsü Allah yolunda olan cihâddır.” (Buhâri)
Yaptıkları fedakârlıklar göz önüne getirilirse, haklarını ödemenin imkânsızlığı ortaya çıkar. Bir evlat hiçbir surette onların hakkını ödeyemez. Allah-u Teâlâ onlara: “Öf!” demeyi bile hoş görmüyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ana-babaların ihtiyarlık zamanlarında bunlardan birine veya her ikisine yetişip de, lâyık oldukları hürmette bulunmadıklarından dolayı cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!” buyurmuştur ve üç kere tekrarlamışlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Bir evlât babasının hakkını lâyıkıyla ödeyemez. Ancak babasını başkasının kölesi olarak bulup da satın alırsa ve azad ederse ödeyebilir.” (Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise Allah katındaki değerine göre en hayırlı amelleri:
“Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve Allah yolunda cihad” olarak sıralanmıştır. (Buharî)
Büyük günahları sıralarken de:
“Allah’a ortak koşmak, ana-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak.” buyurmuştur. (Buharî)
Bir evlât ana-babasının maddî-mânevî ihtiyaçlarını istemeden karşılamalı, gönüllerini incitecek hareketlerden şiddetle kaçınmalı, kusurlarını görmemezlikten gelmeli, başkalarının yanında hep iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumalı, şikayet etmemeli, hayatta iken olsun öldükten sonra olsun haklarında duâ etmeli, vefatlarından sonra dostları ile ilgiyi devam ettirmelidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozulursa bütün cesed ifsad olur. O et parçası kalptir.” (Buhârî)
Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saadete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvani sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nisbette Allah’tan uzaklaşır.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur.” (Câmiu’s-sağîr)
Kalp nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.
Allah-u Teâlâ kalbin temizlenmesinin ve cilâlanmasının ancak zikrullahla mümkün olacağını haber vermektedir:
“Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı zikrederler, bir de bakarsın ki, onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile!” (A’râf: 201)
Hadis-i şerif’te ise:
“Zikrullah kalplerin şifasıdır.” buyuruluyor. (Münâvi)
Mühim olan mânevi hastalıklardır:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar eğer tedavi edilmezse ebedî hayatı öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, hased, rîya, tamah, hırs... gibi kötü sıfatlar kalb hastalıklarıdır, kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır.” buyuruyor. (Şems: 9-10)
Mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk’ın arzu ve isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u Teâlâ’dan beklemek demektir.
Sâlik, nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ’nın ise nehyettiği şeylerden şiddetle kaçınmalı, ne ki emretti ise seve seve yapmalıdır. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi muttakiler derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kaimdir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur’an-ı kerim’de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Onlar ki, Rablerinin rızâsına ermek için her güçlüğe sabrederler.” (Ra’d: 22)
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ’nın teveccühüne nail olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
“Allah sabredenleri sever.” (Âl-i imran: 146)
Onlara yardım ederek derecelerini yükseltir.
Dünya mihnet ve meşakkat yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nisbette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir. Kul, karşılaştığı sıkıntıların verdiği üzüntüyü sadece Allah-u Teâlâ’ya arzeder.
Sabrın son derece acılığı, elbette rızânın tatlılığının başlangıcıdır. Sabredene belâ bal olur.
“Sabredenlere ecir ve mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer: 10)
Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Müminin işine şaşılır. Doğrusu onun her işi hayırlıdır. Bu husus, müminden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa sabreder, bu da kendisi için hayır olur.” (Buhari)
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nisbetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nisbette artar.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur.
Abdülkâdir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sabır, belâyı edeple karşılamaktır. Yani ne zâhiren ne de bâtınen sarsılmamaktır.” buyurmuşlardır.
Tevekkül; Hakk’tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O’na bırakıp O’ndan istemek, yalnız O’na güvenmek ve aradan çıkmaktır. Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes’ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah’a tevekkül et.” (Furkân: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O’dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk’a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.
Her işte Hakk’a tevekkül etmek iman icabıdır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer inanıyorsanız, ancak Allah’a tevekkül ediniz.” (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ’sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül et.” (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ’dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ’dan diler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i imrân: 159)
Tevekkül sebeplere değil, sebepleri yaratana güvenmek ve O’nu tercih etmektir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” (Tirmizi: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram’dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik. Sonra bize şöyle buyurdu:
“Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O’na itimat edip, her işini O’na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk’tan gelen her şeye severek boyun büker. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O’na sığınır ve herşeyi ancak O’ndan bekler. O’ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)