Osmanlı tarihi, iç ve dış düşmanların dîne ve vatana verdiği zararı önlemek için savaşarak, halka rehberlik eden ve yol gösteren mânevî şahsiyetlerle doludur. Osmanlı Devleti’nin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkıp, düşmanların sinsi niyetlerine karşı halkı uyaran bu zâtlardan birisi de Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’dir.
Son üç pâdişah dönemini idrâk etmiş olan bu zâtın, vefâtına dokuz yıl kala (m.1927); bugün dîni ve vatanı yıkmak isteyen bölücülerle savaşan, iç ve dış düşmanların tehdîdine karşı halkı uyaran “ulu zât”ın doğduğunu müjdeleyip hakkında çok açık işâretler vermesi de, o “zât”ı tanıyanlar için gerçekten hayret vericidir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına az bir zaman kala, 1875 mîlâdî yılında Dağıstan’da dünyaya gelen Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin babası Abdürreşîd Efendi, annesi Emine Vâlide Hanım’dır. Dağıstan’da doğup büyüyen Hazret, Ruslar’a karşı direniş gösteren Şeyh Şâmil’e verdiği destekle tanınan Muhammed el-Medenî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde yetişmiş ve vefâtından sonra Dağıstan halkına mânevî rehberlik etmiştir.
Talebelerinden Ali Efendi’nin anlattığına göre; Hazret Rusya’ya komünizmin yerleşeceğini dokuz sene öncesinden haber vermiş ve bölgede Rus mezâliminin artması üzerine, talebeleriyle birlikte Dağıstan topraklarından göçerek, bugünkü ismi “Güneyköy” olan Yalova’nın “Almalı” beldesine yerleşmiştir. Burada talebeleriyle bir köy kurmuş olan Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin mânevî kemâli, dönemin pâdişâhı Sultan Mehmed Reşâd Hân’ın dikkatini çekmiş, hatta bir defâsında mâiyyetiyle birlikte kendisini ziyârete gitmiş ve o günden sonra bu beldeye “Reşâdiye” adı verilmiştir.
Sultan Mehmed Reşâd Hân’ın Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne karşı sevgisi ve hürmeti o kadar büyüktü ki; Hazret’in köy meydanında bulunan evinin hemen yanına, üzerinde “Sultân Mehmed bin Abdülmecîd Hân, el-muzaffer dâ’imâ” yazılı tuğrasının bulunduğu bir çeşme yaptırmıştı. Ayrıca bugün, üzerinde Hazret’in türbesinin bulunduğu “Cebelü’l-Hafâkân” dağında yer alan ve içinde bir halvethâne ve yakınında bir medrese bulunan tek minâreli târihî câmiî de, Sultan Reşâd’ın ona ve talebelerine vakfetmek için yaptırdığı eserler arasındaydı. Bu câminin halvethâne kısmında, Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin talebelerine uzun yıllar “erbaîn” ve “halvet”ler yaptırdığı rivâyet edilir. Yunan istilâsı sırasında bu câmi yakılarak tamamen yok edilmek istenmiş, ancak daha sonra aslına uygun olarak yeniden tamir edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’da ve Rumeli’nin bâzı kesimlerinde vatanı müdâfaa için kurulan “Kuvâ-yı milliyye” birliklerinin Yalova bölgesinde teşkilâtlanmasında ve mânevî bir güç kazanmasında en büyük rolü Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri oynamıştır. Hazret, talebeleriyle birlikte bu savaşa bizzat destek verdiği gibi, çevre halkını da bu gönüllü orduya katılmaya teşvik etmiş; Yunan askerlerinin Yalova’ya baskınlar düzenleyip halkı fecî şekilde katlettiklerini işitince, derhâl askerî birliklerle bölgeye gelerek, çevre halkını müfrezelerin himâyesinde Güneyköy’ün ücrâ köşelerine yerleştirmiştir.(1)
Cumhuriyet’in îlânından sonra “Bingöl” soyadını alan Hazret, 1927 yılında talebelerine “çok ulu bir zât”ın “âlem-i dünyaya teşrîf” ettiğini(2) haber vermiş ve bundan tam dokuz yıl sonra, tarih 1936 yılını gösterirken ebedî âleme göçerek, Güneyköy’de yer alan “Cebelü’l-Hafâkân” dağı civârına defnedilmiştir.
Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri 1927 yılında, bir Pazartesi gecesi bütün talebelerini etrâfına toplamış ve onlara çok mühim bir şey söyleyeceğini açıklamıştı.
Yalova’nın Güneyköy beldesinde herkesçe tanınan ve Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin en yakın talebelerinden olan Hacı Fatma Nine -kuddise sırruh- Hazretleri adlı yaşlı hanımın, yüz yaşının üzerinde iken anlattığına göre; Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri o gece bütün talebelerine;
“Bu gece çok ulu bir zât dünyaya teşrîf etti. Biz onu göremeyiz amma, kızımız Fâtıma görecek.” diyerek,(3) büyük bir zâtın yeryüzünü şereflendirdiğini duyurmuş; ardından bu büyük lütfun şükrünü yerine getirmek için birkaç tane kurban kesmiş ve bu büyük velînin âlemi şereflendirmesi sebebiyle “Bütün ulu ağaçların sevinç gözyaşı dökerek secdeye kapandığını” haber vermişti.(4) Hazret’in husûsiyetle “ulu ağaçlar”dan sözetmesi, bu “büyük zât”ın asırlardan beri beklenen bir kimse olduğunu gösteriyordu.
O sıralarda elli yaşının üzerinde olan Hacı Fatma Nine -kuddise sırruh- Hazretleri, kendi ifâdesiyle, bu zâtı görebileceğine bir türlü ihtimâl verememişti.(5)
Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bu zâtla ilgili müjdesi, kendisinden günümüze intikâl eden tek eser olan “Menâkîb-ı Şerâfeddîn ed-Dağıstânî”de de yerini almıştı. Hazret bu eserde, müjdelediği “ulu zât” hakkında okuyanları büyük bir hayrete ve şaşkınlığa sürükleyecek, hattâ o “zât”ı tanıyanları bile dehşete düşürecek çok büyük sırları mânâ âleminden bu âleme taşımıştı.
Hazret, varlığını tespit edebildiğimiz tek eseri olan “Menâkîb”ında mânâ âleminde müşâhade ettiği, hiç kimsenin haberdar olmadığı gizli bir hâdiseden sözediyordu. Hazret’in ifâdesine göre; Resulullah Aleyhisselâm hicret edeceği gece “Cibrîl Aleyhisselâm”dan, müşrik ve cin “tâifesinin” kendisine saldıracaklarını haber almış, bu yüzden kendisine “üzüntü ve keder ârız olmuş”tu. Hazret-i “Cibrîl” kendisine üzüntüsünün sebebini sormuş, o da:
“Efrâd-ı ümmetimden çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar gibi mahv olur ve helâk olur diye düşünüyorum!” buyurmuştu.(6)
Bunun üzerine “emr-i Hakk üzere” Cebrâil Aleyhisselâm “ekâbîr ricâlullâh hazerâtından birkaç zâtı dâvet ederek, birer tâife” hâlinde “huzûr-u Resûlullâh”a dizmiş, bu “birkaç zât”ı gören Resulullah Aleyhisselâm’a “itminân-ı kalb hâsıl” olmuştu.(7)
Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bu sözü doğduğunu müjdelediği zâtın, Hakîm et-Tirmizî’nin bin sene önce âhir zamanda geleceğini söylediği ve hakkında “Resulullah onunla sevinir ve gözü aydınlık olur.”(8) dediği “Hâtemü’l-evliyâ” olan zât olduğunu ortaya çıkarıyordu. Çünkü bu zât dünyaya gelirken, aynı anda âhir zaman da gelip çatmış bulunuyordu.
Bütün “ulu ağaçlar”ın neden “sevinç gözyaşı dökerek secdeye kapandı”ğı da şimdi ortaya çıkmıştı. Demek ki Şerâfeddîn Efendi’nin müjdelediği “ulu zât” Hakîm et-Tirmizî’nin asırlar önce “Hâtemü’l-evliyâ” diyerek müjdelediği “Son evliyâ” dan başkası değildi.
Zâten Hazret de eserinde ondan söz ederken; “Cenâb-ı Hakk”ın ona henüz kendisini “halketmezden evvel, ‘velâyet-i ‘ulyâ’ (en yüksek velâyet) makâmını tevcîh ve ihsân” buyurduğunu söyleyerek,(9) bu “ulu zât”ın o zât olduğunu açıkça ifâde etmekteydi.
Hazret, işte bu “ulu zât”ın Resulullah Aleyhisselâm’a tek başına birer “tâife” olarak takdim edilen zâtlar arasında yer aldığına eserinde işaret ederek, onun “âlem-i Lâhût, âlem-i Ceberût, Mele’i’l-a’lâ, Sidre-i müntehâ isimli dört âlem ve makâmât-ı mübârekede” Allah’a “sırr ve rûh ile ibadete devam eden zât” olduğunu söylüyor;(10) hatta hakkında “dâr-ı dünyaya teşrîfinden itibaren o makâmât-ı mübârekeyi rûh ve cesedle otuz üç kerre ziyâret buyurmuştur. Bu zât dahî, Cibrîl tarafından Efendimiz’e gösterilen zevâtın içindedir.” diyerek, dünyaya geldiğini de açık bir dille müjdeliyordu.(11)
Peki Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmeti hakkında, içi neden ancak onu görünce tatmin olmuştu?
Çünkü fitne ve fesâdın kol gezdiği âhir zamanda, ümmetine “hakîkat”i gösterecek ondan başka hiç kimse yoktu. Zâhirî yaşantısında hem dîni ve vatanı içten yıkmak isteyen bölücülerle, hem de küfür ve düşmanlıkları alenî olan hıristiyan ve yahudilerle mücadele ederken yalnız Âyet-i kerîme’lere dayanan bu zâtın bu ulvî fiilinin, insanlardan gizlenen ve perdelenen âlemde hangi kökene ve gizli işe dayandığı da, yine Hazret’in müşâhadesi sayesinde açığa çıkıyordu.
Zîra bu zâtın mânevî âlemdeki durumunu tam bir keşifle müşahade eden Hazret, onun Kur’an okumayı bilmediğini iddiâ eden kıt akıllı ve dar kafalı kimselerin lâflarını âdetâ ağızlarına tıkarcasına, bu “ulu zât”ın; “Cenâb-ı Hakk” henüz kendisinin “zerre”sini “halk ve îcâd ettiği zamandan itibaren, her gece yedi bin kerre Kur’ân-ı kerîm’i hatm” eden zâtlardan olduğunu haber vermekteydi.(12)
Onun en çok göze çarpan alâmetlerinden birisi de; “halk ve insanların kendisine karşı olan inkârına sabretmek”ti.(13) Demek ki ondan halkın anlayamayacağı birtakım fiiller zuhûr edecek ve bu durum bazı kendini bilmezlerin, kendisine karşı düşmanlıkta ve inkârda bulunmalarına sebebiyet verecekti.
Onun başka bir alâmeti de, kendisini tanıyabilme lütfuna erişerek; “zerre miktarında olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun” kendisine “hidmet eden efrâd-ı ümmete, fazîletini temine salâhiyettâr olmak”tı.(14)
Nitekim bugün “Bize muhabbetle selâm verenden dahî geçmeyiz!” dediği etrâfındaki herkesçe bilinen bu zâtın bu apaçık alâmeti, içten tasarrufu ile kuşatarak, dıştan da ana-baba merhametinden dahi ileri bir merhametle, bu âlemle ilgili her türlü yardım ve desteği sağlayarak kendisine yaklaştırdığı kimselere gizli kalmayacaktı.
Gerçekten de bu zâtın varlığı âhir zamanda yaşayan insanlar için çok büyük bir lütuftu. Çünkü Hazret’in keşfen tespitine göre; “dâr-ı dünyaya teşrîf” etmiş olan bu zât, doğduğu andan “itibaren, her yirmi dört saatte semâdan nâzil olacak yirmi dört bin belâ ve mesâibe (musîbetler)den” ve “arzdan hasıl olacak yirmi dört bin musîbetten dahi ümmet-i Muhammed’in selâmeti içün münacaât” ediyor;(15) hatta bununla kalmayıp, “her vaktü’l-imsâk’ta ümmetin, birinci neferden başlayıp kâffesini zikr”ederek, bu “ümmet-i merhûme”nin “bir saat zarfında” hepsi için “duâ ve münâcaât”ta bulunuyordu.(16)
Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin ifâdesine göre; “ekâbîr ricâlullâh” denilen “Allah dostlarının en büyükleri”nden olan bu ulu zât “münâcaât”a başladığı anda, “Cenâb-ı Hakk” yalnız müminlerden değil, “kâfir ve müşriklerden bile gadâbı ref’ ve tahfîf” ediyordu.(17)
Hazret, onun bu apaçık vasıflarını sıraladıktan sonra talebelerine;
“Bu dokuz kerâmete mazhâr olan zevât-ı kirâm bizim asrımızda mevcuttur!” diyerek,(18) o zât hakkında; “sizi evlâtlığa kabul buyurdular ve kendilerinin cemâat ve mürîdânı zümresine idhâl ettiler.” müjdesini vermeyi de ihmâl etmiyordu.(19)
Hacı Fatma Nine, doğuşundan tam elli beş sene sonra, gerçekleşeceğine inanamadığı o büyük lütfa kavuştu. 1927 yılının bir pazartesi gecesi, Şerâfeddîn Efendi’nin “dünyaya teşrîf” ettiğini söylediği o “ulu zât”la iki defâ buluştu. Hacı Fatma Nine Şerâfeddîn ed-Dağıstânî Hazretleri’nin taht-ı terbiyesinde kemâle ermiş olduğu için, yıllar önce vefât etmiş olan Hazret’in, kendisine;
“Kızım sana bahsettiğim zât üç gün sonra gelecek ve seni ziyaret edecek.” diyerek verdiği mânevî işaretin ardından, gerçekten de üç gün sonra o zât çıkageldi ve kendisiyle konuştu.(20)
Yıllardır görmeyi beklediği, müjdelenen “ulu zât” işte oydu!..
O “ulu zât”ı görünce, Hacı Fatma Nine bu zâtın talebelerine, tâbî oldukları zâtın “ilk âdemlerden” olduğunu, hattâ “Hazret-i Süleyman’ın Belkıs’a nişanını götürenin dahî o” olduğunu beyan buyurdu.(21) Yakınında bulundukları hâlde kim olduğunu dahi bilemedikleri o “zât”ın, hafsalaya sığmayacak daha pek çok sırrını açığa vurdu.(22) Bu sözleriyle o “zât”ın talebelerine, kendi mânevî rehberlerinin kim olduğunu göstermeye çalışıyordu. Çünkü o mecliste onun kim olduğunu görebilen kendisinden başka hiç kimse yoktu.
(1) Yeni Asya gazetesi, “Çiçek ve Kaplıcalar Diyârı: Yalova”, 20.07.2003.
(2) Şerâfeddîn ed-Dağıstânî, “Menâkıb-ı Şerâfeddîn ed-Dağıstânî”, s. 48, 112, 170.
(3-5) Hacı Fatma Nine’nin Hakikat Yay. Arş.’deki 1982 yılına ait kasetinden.
(6-7) Dağıstânî, a.g.e., s. 168-169.
(8) Hakîm et-Tirmizî, “Nevâdirü’l-Usûl”, c.1, s. 619. bas. Beyrut, 1988.
(9) Dağıstânî, a.g.e., s. 170.
(10-11) Dağıstânî, a.g.e., s. 112.
(12) Dağıstânî, a.g.e., s. 170.
(13) Dağıstânî, a.g.e., s. 48.
(14-17) Dağıstânî, a.g.e., s. 170-171.
(18-19) Dağıstânî, a.g.e., s. 48.
(20-22) Hacı Fatma Nine’nin Hakikat Yay. Arş.’deki 1982 yılına ait kasetinden.