Amerikan Dışişleri Bakanı siyahî bayan Türkiye’ye geldiğinde, Türkiye’deki Amerikan aleyhtarı tepkilerden şikayet edip bu durumun değiştirilmesi için telkinlerde bulundu. Arkasından Pentagon’un üç numaralı ismi, Savunma Bakan Yardımcısı Feith Türkiye’ye geldi, benzer telkinlerde bulundu. Bu ziyaretler ile Türkiye’deki havayı koklamaya çalışan bu yetkililer pek memnun ayrılmasalar gerek ki Amerika’nın etkin gazetelerinden Wall Street Journal’in editörlerinden birisi Türkiye’deki tepkisel ortamı tesbit eden örneklerle dolu yazısında tehditkar bir üslupla “Bu durumu düzeltin!” şeklinde talimat verdi. Özellikle bu son yazı ile birlikte Türk medyasında telaşlı bir tartışma başladı.
Aslına bakarsanız Robert L. Pollock’ın yazısı Türkiye’nin bağımsız bir karaktere sahip olmasını isteyen, Amerikan nüfuzundan rahatsız olan, ülkemizin manen işgal edilmesine rıza göstermeyen bizim gibi kimseler için müjdelerle dolu bir yazıydı.
Robert L. Pollock Wall Street Journal’deki yazısına birkaç yıl evvel katıldığı bir sergideki Amerikan aleyhtarı çizimleri tasvir ile başladıktan sonra aynen şu ifadeyi kullanmıştı:
“Bu sergi, ABD’de ‘Türkiye’yi kim kaybetti’ sorusu üzerinde son dönemde kopan fırtınalı tartışmalar vesilesiyle geldi aklıma.”
Pollock’un bu cümlesinde bizim açımızdan çok önemli iki tesbit var: Birincisi; “Türkiye’yi kim kaybetti?”. Yani demek ki Türkiye ABD açısından artık kaybedilmiş bir ülke. İkincisi; “Fırtınalı tartışmalar”. Bu kelime de birincisi kadar önemli. Zira hem Türkiye’yi kaybetmenin ABD açısından ne kadar büyük bir kayıp olduğuna vurgu yapıyor, hem de bu kayba sebep olan kişi ve politikaların hararetle sorgulandığına işaret ediyor.
Türk-Amerikan ilişkilerinin ne durumda olduğunu ve Edelman’ın sıkıntılarını Pollock’dan dinlemeye devam edelim:
“...iki NATO müttefiki arasındaki 50 yıllık özel ilişkinin, uzun zamandır İstanbul seçkinlerinin çoğunda hasıl olan ideolojik husumet ve entellektüel gerilemenin etkisine girdiğini gösteriyordu.”
Pollock ve akıldanelerini tedirgin eden de işte bu. “İstanbul seçkinleri” dahi ABD’ye ideolojik husumet beslemeye başlamışlar. (Nitekim M. Ali Birand 25 Şubat tarihli yazısında Amerikalıları esas endişelendirenin hükümet ve asker gibi yönetici elitteki Amerikan karşıtlığı olduğunu yazdı.)
“İlişkilerdeki gerilemenin ...izahı, .... Ve bayağı da ciddi bir gerileme söz konusu. Bu ay başında Savunma Bakan Yardımcısı Douglas Feith ile Ankara’ya yaptığım kısa ziyarette, zehirli bir atmosferle karşılaştım (neredeyse tüm siyasetçiler ve laikinden dincisine dek tüm medya kurumları, aşırı Amerika karşıtı vaazlar vermekteydi); yanı sıra Arap dünyasındaki devlet güdümlü basının bile çoğunu sollayan bir Yahudi nefreti söz konusuydu... Eğer Nazi misali demekte tereddüt ediyorsam bunun tek nedeni ....”
O kadar ciddi bir endişe içerisindeler ki, Türkleri neredeyse soykırımcı Nazilerle denk tutmaya başlamışlar.
“...gazetesinde bir köşeyazarı geçen sonbaharda, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’ı, ‘etnik kökeni’ doğrultusunda hareket etmekle suçluyordu (tahmin edin kökeni ne: ‘Elbette Yahudi’). ...Dost olduğu farz edilen bir ülkede, elçilik görevlilerinin bu kadar kuşatılmış halde yaşadığına hiç tanık olmadım.”
Burada da ayrı bir müjde var. Her gittiği ülkede Amerika’nın gizli hesapları adına başarılı çalışmalar yapmış çok çok kıdemli bir büyükelçinin düştüğü duruma bakın.
“Ortak fikir şu: ABD’nin dünyada yaptığı neredeyse her şey (tsunami yardımı bile) gizli niyetlere dayanıyor, genellikle de Yahudileri koruma amacını güdüyor.”
“Son parti kongresinde CHP lideri rakibini, kendisine karşı düzenlenen bir CIA komplosunun parçası olmakla suçladı.”
“Bütün bunlar mevcut hükümette ve devlet bürokrasisinde nispeten ABD yanlısı bir-iki yetkilinin bile kalmadığı anlamına gelmiyor. Fakat kamuoyu önünde bir şey söylemekten korkuyorlar. Kendi aralarında ise sürekli, ABD’nin ‘farklı şekilde yapabilecek olduğu’ önemsiz meselelerden şikâyet ediyorlar.”
İş o noktaya gelmiş ki ABD yanlısı bürokratlar bile ABD’den şikayetçi. ABD’nin uygulama tarzını beğenmiyorlar.
“Feith (Türk basınının işaret etmekten geri kalmadığı üzere, bir başka Yahudi) ve ardından Rice, Türk liderlerle görüşmelerinde, eğer iki ülke arasındaki ilişkilere değer veriyorlarsa, bazı tehlikeli söylemlere karşı çıkılması gerektiği konusunda bastırdı. Bu konuda tatmin edici bir yanıt aldıklarına dair hiçbir işaret yok.”
Koskoca Amerika o kadar bastırıyor, bir netice alamıyor. Ne mutlu!
“Türk liderleri, atıfta bulundukları ‘kamuoyu’ tavrının hâlâ tersine döndürülebilir olduğunu anlamalı.”
Kibir ve tehdit kokan bu cümleden sonra Pollock yazısını açık bir tehdit ile bitiriyor:
“Fakat işler birkaç yıl daha böyle giderse ne olacağını kim bilebilir? ... Türkiye kolayca ikinci sınıf ülkelerin safında yerini alabilir: Dar kafalı, paranoyak, marjinal ve (tam da bu yüzden) Amerika’yla dostluğu bitmiş, Avrupa’da ise sevilmeyen bir ülke.”
Görüldüğü gibi bu yazı aslında büyük müjdelerle dolu. Türk seçkinlerinin, siyaset ve bürokrat elitinin ABD’ye ve siyonist azınlığa karşı kuvvetli bir bilince ulaştıklarını Amerika’lıların dilinden öğrenmiş oluyoruz. Bu yazıyı Edelman’ın fikirleri olarak da okuyabilirsiniz. Nitekim Ertuğrul Özkök konuyla ilgili yazısında bu duruma şöyle işaret ediyor: “Amerikalıların bu tür çifte standartların Türk kamuoyunda yarattığı haklı tepkileri de görüp bir özeleştiri yapmaları gerekiyor. Büyükelçi Eric Edelman’ın Washington’a gönderdiği kriptolarda işin bu yönünün de altını çizmesi gerekir.”
Amerikalıların göremediği bir şey var: Türkiye’deki Amerikancıların işi gerçekten çok zorlaştı. Türkiye’de “Amerika” artık bir “tehdit ve düşman” olarak görülmeye başlandı. Maske düştü. Bu sebeple Amerika lehine yazı yazmak, müdafaada bulunmak çok zorlaştı. ABD lehine yazı yazan, konuşan, demeç veren otomatikman “Vatan haini” pozisyonuna düşüyor. Bu şartlar altında Amerikancılarımızın ABD’den gelen talimatları uygulamak noktasında nasıl karın ağrıları çektiğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Yunan İmerisia gazetesinin 12 Şubat tarihli nüshasında ABD’nin Rand Corporation adlı araştırma kuruluşunun uzmanlarından Ian Lesser ile bir söyleşi vardı. Türk-ABD ilişkilerine dair yöneltilen bir soruya Lesser şu cevabı vermişti:
“Türkiye’nin Batılılaşmış seçkin tabakasında dahi var olan Batı’ya ve ABD’ye karşı kuşku, bir veri oluşturuyor. ABD-Türkiye ilişkisi sarsılmıştır. Zaten Rice da bu nedenle Ankara’yı ziyaret etmekte acele etmiştir. Sorun çabuk halledilemeyecek: ...Ankara, endişelerine ABD tarafından önem verilmediğine inanıyor. ....
Ne yazık ki şu an önümüzde tam bir fırtına var. Türkiye ile Kuzey Irak’ta işbirliği sorunları var, Ankara Washington’ın niyetlerinden kuşkulu, aynı zamanda ABD-AB ilişkilerinde kötü bir ortam söz konusu.
ABD-Türkiye ilişkisindeki krizin çözümü için artık hem ikili görüşmeler hem de transatlantik ilişkilerin düzelmesi lazım. Aksi takdirde uzun vadede Ankara ile Washington arasındaki ilişki son bulacak.”
Dikkat ederseniz bir “fırtına” yorumu da bu Rand uzmanı yapıyor.
İkili ilişkilerdeki gerilemeye işaret eden bu ikinci yorumda dikkat edilmesi gereken bir başka tesbit var:
Lesser Türk-ABD ilişkilerinin düzelmesini transatlantik ilişkinin düzelmesi şartına bağlıyor ve “Aksi takdirde uzun vadede Ankara ile Washington arasındaki ilişki son bulacak.” diye bitiriyor.
Şimdi bu tesbitin bir Yunan gazetesinde yayınlanmasından sadece 10 gün sonra ABD Başkanı’nın bir Avrupa çıkartması yaptığını ve samimi pozlar verdiğini, “Hiçbir anlaşmazlık konusu bizi bölemez. Birlikte yeniden tarih yazabiliriz. Anlaşmazlıklarımızın hepsi geçiciydi ve geride kaldı.” dediğini hatırlayalım. İnsan ister istemez; “ABD, koskoca Avrupa’yı Türkiye ile ilişkilerini düzeltebilmek için kullanıyor.” diye düşünüyor. Bu düşünce uçuk bir yaklaşım değil. Sebebini şöyle izah etmeye çalışalım:
ABD’ye ait bir “ABD Politikası” yok. Uygulanmakta olan “ABD’ye ait bir Siyonist Politika”dır. Bu sebeple “ABD politikası” denilen şey aslında küresel değil, bölgesel bir politikadır. Amerikan elitinin beyni Ortadoğu merkezli çalışmaktadır. Bütün ABD çıkarları, bütün küresel dengeler siyonist bir emel uğruna feda edilmektedir. Dolayısı ile ABD-AB ilişkilerine yapılmaya çalışılan cilanın Türkiye ve bölgeye yönelik olması hiç de yabana atılacak bir yaklaşım değildir. Zira bu bölgenin en önemli ülkesi Türkiye’dir. 10-15 yıl önce çizilen siyonist plana göre Ortadoğu işgalleri İran, Arabistan ve Mısır’ı kapsayacak şekilde tasarlanmıştır. Siyonist planda Kürtisrailistan vazgeçilmez bir hedeftir. Kerkük de pekâla bu oluşumun içine dahil edilmek istenmektedir. Bu planda Türkiye Hindistan’la birlikte İsrail müttefiki olarak tasarlanmıştır. Fırat’tan aşağısını alıştıra alıştıra, çaktırmadan bizden koparmak istiyorlardı. Planın belki de en zor tarafı bu idi. Beceremediler, planın Türkiye ayağı çöktü. Plan çok büyük bir sekteye uğradı. Ancak ne pahasına olursa olsun işgalleri tamamlamak istedikleri için Türkiye’yi en azından yanlarında göstermek zorundadırlar. Amerika’daki siyonist elit bu planları zar-zor uygulamaya çalışırken askerî elitin karşısına bir de Türkiye harbini koyamaz. Koysa da kabul ettiremez. Yapmaya çalıştıkları son bir gayretle Türkiye’yi sindirmektir. Çünkü siyonistler Türkiye’nin çıkarlarını gözeten bir yaklaşım göstermeyi kesinlikle düşünmemektedir. Bu yüzden bizzat Amerikalılar ilişkilerin bu gidişle son bulacağını itiraf etmektedirler. ABD bu pervasız tutumuna devam ettiği müddetçe bu gidişatın başka bir çıkış kapısı da yoktur. Türkiye hayatî çıkarlarını feda edecek kadar düşmemiştir.
ABD’nin yapmaya çalıştığı Türkiye’yi sindirmek, sinsice işgal etmek, havalimanlarını, deniz limanlarını kontrol altına almaktır. Kopartılan yaygarının arkasındaki gerçek niyet budur.
Kürtisrailistan’a izin vermeyen Türkiye, karşısında gerçekte İsrail’i bulacaktır. İsrail’in yapacağı Türkiye’nin ekonomik zaaflarından da istifade ile bizi iç harbe sürüklemeye çalışmaktır. Nitekim bizzat kendi basınımızda Türk sıfatlı kalemler “Türkiye Kürtlerin iyiliğini istemiyor!” propagandası yapmaktadır.
Hamama giren terler. Fırtınalı günler için tedbir almak lazım.