Osmanlı Devleti siyâsî ve hukûkî olarak bir İslâm devletiydi. Devlet yönetiminde her sahada olduğu gibi, siyâset ve hukuk alanlarında da İslâm’ın hükümleri geçerli idi; adâlete büyük bir önem verilirdi. Dinî hükümler ve adâlet karşısında, sultanlar bile sâde bir vatandaştan farksızdı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devrini idâre eden kuvvetler, gönüllü Hakk erleridir. Bunlar öyle kimselerdir ki; İslâm’ın asliyetine ve sâfiyetine uygun yaşamışlar, İslâm’ın inkişâfında mühim görevler yapmışlardır. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu’nda İslâm medeniyeti’nin yükselmesi, cihâd ve fetih aşkının çoğalması için gayret göstermiş olan bu büyük zevât-ı kirâm; ehl-i sünnet kâidelerinin yaşanmasında ve adâlet ve huzûrun te’mininde kilit rolü oynamışlardır. Devirlerinde çıkan fitne ve fesâdı söndürmeye çalışmışlar; İslâm’ı ve İslâm devletini çökertmekle uğraşan her türlü fitne ve fesâda karşı hakîkati savunmuşlardır. Halka ve askere verdikleri Allah aşkı ve vatan aşkı ile, fetihlerde çok büyük pay sâhibi olmuşlar; cemiyetin yaşantısına doğruluk ve dürüstlük kattıkları gibi, İslâm’ın bütün emir ve hükümlerini de yaşatmışlardır.
Sultanları ve pâdişahları ellerinde yetiştiren bu zevât-ı kirâm, mânevî kontrolleri ile onlara tasarruf buyurmuşlardır. Bunun en güzel örneği; Osman Gâzî ile Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri ve İstanbul’un fethinin maddî ve mânevî fâtihleri olan Fâtih Sultan Mehmed’le Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri’dir.
Bu zâtlar mücâhid orduya azîm, irâde ve şecaat telkin ederken, cemiyetin bozuk taraflarına da el koyarak; onları dâimâ iyiliğe, güzelliğe ve doğruluğa çevirmişlerdir.
•
Osmanlılar’da yürütme ve yargılama ayrı ayrıydı. Eyâletlerdeki yöneticiler yürütmeyi, kadılar da yargıyı ellerinde bulunduruyorlardı.
Pâdişah, bütün yetkileri elinde toplamakla; hem merkeziyetçi yapıyı sağlamış, hem de güçlü olan devleti meydana getirmişti. Kuvvetin tek elde toplanması, bir milletin birlik, bütünlük ve istikrârı için temel taştır. Osmanlılar işte bunu sağlamışlardı. Emrin tek yerden çıkması, çok başlılığı ve bölünmeyi uzun süre önlemişti.
Osmanlı pâdişahları fethettikleri topraklarda adâleti ve şefkati esas tutarak, gayrımüslimlere İslâm’ı en güzel şekilde tanıtmışlar ve herkesin faydalanabileceği pek çok eserler meydana getirmişlerdir. Köprüler, çeşme ve sebiller, aşevleri, han ve kervansaraylar, mektep ve medreseler, kütüphâneler, câmiler ve tekkeler inşâ edip insanların istifâdesine sunmuşlardır.
Bugün hâlâ Avrupa, Asya ve Afrika’da Osmanlı’nın izleri görülmekte, eserleri ibret ve hayretle karşılanmaktadır. Fethettikleri yerleri yıkmak şöyle dursun, daha da çok îmâr ve iskân etmişlerdir. İnşâ ettikleri yapıları üstün düzeyde çinicilik ve hat örnekleriyle süslemişler, minyatürler çizmişler, hem göze hem de gönüle hitap etmişlerdir. Nitekim Mîmar Sinan dünyada eşi-benzeri görülmemiş bir dehâ olup, eserleri hâlen ihtişâmını korumaktadır.
İlim ve sanat adamları hep el üstünde tutulmuş, maddî ve mânevî ilimler desteklenmiştir. Câmilerin yanına inşâ edilen medreseler ilme verilen önemin göstergelerinden yalnızca bir tânesidir. Medreselerde yalnızca dinî ilimler değil; fen, mantık, sosyoloji, edebiyat, târih ve coğrafya gibi zâhirî ilimler de tahsil edilmiştir. Böyle güzel bir eğitim sonucunda da güzel âlimler yetişmiş ve Osmanlı’nın yapısına tâze harç koyarak eksiklikleri tamamlamışlardır.
Osmanlı’nın eğitim ve öğretime verdiği değer, başarısını sağlamlaştıran en önemli nedenlerden birisidir. Edebiyat sahasında yalnızca halkın ilmiyye sınıfından insanlar değil, pâdişahlar bile çok nâdir eserler vermişlerdir. Pâdişahların çoğu şâir ve edibti. Onlar birer gönül insanları idiler. Cephedeki cesâretlilik, mertlik ve kahramanlıkları, sarayda şâir, nezâketli ve hayırsever zâtlar olmalarına mânî değildi. Bu cengâver sultanlar, nâdide edebî eserler de verdiler. Yükselme devri öyle bir dönemdi ki; madde ile mânâ, akıl ile gönül kol kola, el ele idi, her sahada şâheserler kendini göstermekteydi. Bunların hepsi de Hazret-i Allah’ın, samîmiyetlerine karşılık onlara verdiği ilâhî hediyelerdi.
Askerî teşkilât çok geniş olmasına rağmen gâyet disiplinli idi. Bu disiplin de, Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesinde büyük harcı olan Tasavvuf kültür ve geleneğinden kaynaklanıyordu.
Pâdişahlar cihâda ordunun en başında giderler ve sâde bir asker gibi savaşırlardı. Onlar Hakk’ın kulu olduklarını hiçbir zaman unutmadılar. Savaşlarda ordunun muzafferiyetinin nedenlerinden biri de buydu. Pâdişâh’ını kendisiyle aynı safta savaşırken gören Osmanlı askeri; hem büyük bir aşkla savaşıyor, hem de Sultân’ına olan bağlılığı bir kat daha artıyordu.
İşte Osmanlı İmparatorluğu, sosyal hayâtından hukûkuna, ordusundan sanatına varıncaya kadar, her alanda mükemmeliği yakalamıştı. Bu mükemmelliğin tek sebebi de Allah-u Teâlâ’nın desteğiydi.
Bu dönemde Molla Gürânî, Molla Fenârî, Ahmedî, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi gibi büyük âlim ve şâirler yetişmiş; Celâleddîn Hızır Bey, Cemâleddîn Aksarâyî, Ali Çelebi, Altûnîzâde gibi tıp bilginleri çıkmıştır. Ali Kuşçu gibi matematikçiler, Kemâl Paşazâde gibi târihçiler yetişmiştir. Pîrî Reis, dünyada Amerika kıt’asını da içine alan ilk haritayı çizerek, ilk atlası hazırlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu en muhteşem devrini on altıncı yüzyılda yaşamış; Yavuz Sultan Selîm öldüğünde altı buçuk milyon kilometrekare olan toprak sınırları, Kânûnî döneminde on beş milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Osmanlı Devleti bir imparatorluk olarak Asya, Avrupa ve Afrika’yı içine alan üç kıt’anın hâkimi durumuna gelmişti. Uzakdoğu’ya seferler düzenlenmiş, Hindistan’lılar ve Portekiz’lilerle savaşlar yapılmıştı. O dönemde siyâsî otorite çok güçlü olduğundan, savaş komutanları çok başarılı seferler düzenleyebiliyorlardı.
Bugünkü siyâsî coğrafya ile değerlendirme yapıldığında;
Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Polonya, Romanya, Macaristan, Avusturya, İtalya ve Rusya’nın bâzı kesimleri, Irak, Sûriye, Lübnan, Ürdün, İsrâil, Suudî Arabistan, Yemen, Umman, Basra Körfezi devletleri, Azerbaycan, Tahran, Libya, Cezâyir, Tunus, Mali, Nijerya, Çad, Sûdan, Habeşistan, Somali, Senegal, Fas ve Tunus gibi ülkeler Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında idiler.
Kânûnî devrine kadar yapılan savaşlar ağır külfet getirmesine rağmen; ganîmetler, yeni toprak gelirleri ve vergiler bunu karşılıyordu. Ancak Kânûnî Sultan Süleyman’dan sonra bu durum değişti.
Kânûnî Sultan Süleyman ilk defâ yerleşmiş usullerin tersine, Has odabaşısını, yâni pâdişâhın elbisesini giydirmekle görevli olan kişiyi sadrâzamlık makâmına getirmiştir. Bu şekilde idârede eski usuller terk edilmiş olundu. Bundan sonra rüşvet ve iltimâsa göre görevler alındı.
Yine Tımarlar ilk olarak Kânûnî döneminde bozulmuştur. Asker yetiştiren Tımar sâhipleri, namuslu ve mülâzımlık hizmeti görenlere verilirken, Kânûnî döneminde sofra hizmetlerini gören hizmetlilere verilmeye başlanmıştır.
İlk defâ Kânûnî Sultan Süleyman’ın vezîri Rüstem Paşa, devlete âit Has’ları iltizâma vermekle, o müesseseyi yıkan yeniliğe yol açmış ve giderek vezir ve emirlerin has ve zeâmetlerine, hattâ vakıf ile tımar arâzilerine bile bu usul yayılmıştır. Böylece mültezimler, gelecek senelerin hâsılâtını arttırmak düşüncesi yerine, mümkün olduğu kadar çok gelir elde etmek isteyerek, devlet mülkünün harap olmasına çalışmışlardır.
İlk kapitülâsyonlar ve ticârî imtiyazlar da, yine bu dönemde Fransızlar’a verilmiştir.