Muhterem Okuyucularımız;
İklimler değişiyor, buzullar eriyor. Bilim adamları küresel ısınmanın 10 yıl sonra geri dönülmez bir hâl alacağını iddiâ ediyor. Denizden yüksekliği çok az olan bazı ada ülkeleri şimdiden kendilerini kabul edecek ülkeler arayıp anlaşmalar yapmaya çalışıyor. Yaşanabilecek su kıtlıkları sebebiyle ülkemizi de içine alan savaş senaryoları üretiliyor.
Harpler gibi kimi afatlarda insanoğlunun dahlinin bulunması Allah-u Teâlâ’nın takdirinden ayrı değildir. Sanmayın ki o yaptı, bu geldi, şu eziyet etti. Bunların her birisi birer afattır. Devir artık imar devri değildir, harabiyat devridir.
Bize düşen bu felâketlerden ibret almaktır. Dünyanın ahir son devrinde yaşıyoruz. Dünyaya meyledecek zaman değil. Ancak insanlar Hazret-i Allah’a yaklaşacak yerde uzaklaşıyor.
Halbuki Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Dünyanın geniş vakitlerinde; yani sıhhat ve servet, âsâyiş ve emniyyet gibi esbâb-ı istirâhat mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve tâat ile kendini takdim et ki, muzayakalı (dar) bir zamanda seni lütf ile yâd buyursun.” (Ahmed bin Hanbel)
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Allah-u Teâlâ’nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez.” (Buhârî)
İşte o gün bu gündür!
Öyle ki Hakk’tan kopulduğu, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin umursanmadığı, sadece dünyaya rağbet edildiği, Allah’ın dinine değil, ilâh edindiği imamına tabi olunduğu, Resulullah Aleyhisselâm’a dil uzatıldığı, küfrün hoş görüldüğü, imanla küfrün, hakikat ile dalâletin karıştırılmaya çalışıldığı, Allah düşmanlarına iltifat edildiği, Allah’a harp ilân edildiği, faiz, zina, fuhuş, içki, kumar, hırsızlık, rüşvet, çıplaklık, futbol gibi küfür âdetleri ve daha birçok Allah’ın yasakladığı şeylerin yapıldığı ve yaşandığı bu zamanda elbette bu isyan cezasız kalmaz.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Allah-u Teâlâ Davud Aleyhisselâm’a şöyle vahyetmiştir:
“Zâlimlere söyle beni zikretmesinler. Çünkü ben, beni zikredenleri zikrederim. Onları zikretmem ise onlara lânet etmem şeklindedir.” (Deylemî)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ yoldan çıkan fâsıkların ibadetlerini de kabul etmiyor.
Nitekim Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât-ı Ecell-ü A’lâ’ya yemin ederim ki; ya iyilikle emreder kötülükten men edersiniz, yahut çok sürmez Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir. Sonra O’na duâ edersiniz de duânız kabul olunmaz.” (Tirmizî. Fiten 9)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’in bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri harap edeceğini beyan buyuruyor, “Biz buna karar verdik!” buyuruyor. Ya harple, ya zelzele ile, ya âfâtla. Onu ona, onu ona, onu ona musallat ede ede, ede ede yıkacak. Yani dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Onun için artık bugünlere yaklaştık. Hüküm O’nundur, O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi?
Binaenaleyh geçtiğimiz Aralık ayında yaşanan felâket de Hazret-i Allah’ın ilm-i ezelîsi ile takdir ettiği bir afattır. Okyanusta meydana gelen yer çöküntüsü ile beraber kabaran deniz okyanusun bir ucundaki Endonezya’dan, Hindistan’a hatta Afrika kıyılarına kadar birçok beldede yıkımlara ve yüzbinlerle ifade edilen ölümlere sebep olmuştur. Sarsıntı o kadar şiddetli olmuştur ki, bazı bilim adamlarının tespitine göre dünyanın ekseninde kayma meydana gelmiş, dünyanın dönüş hızı değiştiği için (saniyenin milyonda üçü kadar) günler kısalmıştır.
Yaşanan bunca afat başlangıçtır. Depremler, harpler, açlıklar.. Allah-u Teâlâ her memleket halkına ayrı ayrı ne ki takdir etmişse bunlar günagün meydana gelecektir.
İklimler değişiyor, buzullar eriyor. Bilim adamları küresel ısınmanın 10 yıl sonra geri dönülmez bir hâl alacağını iddiâ ediyor. Denizden yüksekliği çok az olan bazı ada ülkeleri şimdiden kendilerini kabul edecek ülkeler arayıp anlaşmalar yapmaya çalışıyor. Yaşanabilecek su kıtlıkları sebebiyle ülkemizi de içine alan savaş senaryoları üretiliyor.
Harpler gibi kimi afatlarda insanoğlunun dahlinin bulunması Allah-u Teâlâ’nın takdirinden ayrı değildir. Sanmayın ki o yaptı, bu geldi, şu eziyet etti. Bunların her birisi birer afattır. Devir artık imar devri değildir, harabiyat devridir.
Bize düşen bu felâketlerden ibret almaktır. Dünyanın ahir son devrinde yaşıyoruz. Dünyaya meyledecek zaman değil. Ancak insanlar Hazret-i Allah’a yaklaşacak yerde uzaklaşıyor.
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Allah-u Teâlâ’nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez.” (Buhârî)
İşte o gün bu gündür!
Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime’sinde:
“Şeytanın pis, murdar işidir!” Buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.
Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne karşı açılmış bir harp olduğu haber verildiği halde, fâizle iş görülüyor, hatta fâize “helâl” diyenler bile çıkıyor. Halbuki Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emirlerini hiçe sayanlar otomatik olarak küfre girmiştir.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı halde, Âyet-i kerime’sinde:
“Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor. Mehirin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece nikâhsız ömür sürüyor.
Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.
Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor. Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.
Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...
“Dinin direği” olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.
Emr-i ilâhî olduğu halde zekât verilmiyor, öşür verilmiyor.
Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş.
Adaletle iş yapılmıyor, emanet ganimet biliniyor. Rüşvetin adı hediye olmuş.
Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Müminler kardeştirler.” (Hucurât: 10) buyurduğu halde:
“Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin!” (Şûra: 13) buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka bölünmüşler, bu din-i mübini kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.
Günümüz insanları Hakk’tan kopmuşlar. Kimi particilerin, kimi türeme imamların, kimi de şeyh zannettiği şeytanların peşinde ve izinde. Kimisi küffara hayran, İslâm’ın yalnız ismini taşıyor.
Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın ve şuursuz.
Gönüller hep perişan.
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı? Bu isyanlar hiç şüphesiz cezasız kalmaz!
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına hitaben şöyle buyurdular:
“Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır.” (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir.” (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah’ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir.” (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gâfil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı zaman böyle oluyor.
•
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ’ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun?
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helâk olmayacaklardır.” (Ebu Dâvud: 4347)
•
Sen ki Yaratan’a, nimetlerle donatana isyan edeceksin de O seni cezasız bırakacak, bu mümkün değildir. Muhakkak cezalandırır.
Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, hep harap olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak. Takdir ne ise o olacak.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, kendilerinden çok daha kuvvet ve satvete sahip iken isyanları ve günahları yüzünden helâk olup gitmiş bulunan kavimlerin tarihi hayatlarını hatırlatarak ve ibret almaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:
“Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol yağmurlar indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık.
Günahlarından ötürü onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil vârettik.” (En’âm: 6)
Allah-u Teâlâ sizden önceki Âd, Semûd ve benzeri kavimleri, günahları yüzünden helâk edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Buradan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahlarının ve hatalarının sebep oluşu mühimdir.
Bu Âyet-i kerime’de öncekilerin helâk edildiği gibi, isyan ettikleri takdirde sonrakilerin de helâk edileceğine işaret edilmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabb’iniz geniş rahmet sahibidir. Fakat O’nun azabı da günahkârlar gürûhundan geri çevrilmez.” (En’âm: 147)
Günahkâr ve isyankârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde, sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkûm olurlar.
Allah-u Teâlâ’nın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkâr ve isyankârlara er veya geç azabı da kesindir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde fesat başgösterdi. Allah işlediklerinden bir kısmını onlara tattırıyor, umulur ki dönerler.” (Rûm: 41)
Allah-u Teâlâ engin rahmetinin bir tecellîsi olarak insanları günahlarından ötürü hemen cezalandırmıyor, bazı hadiseleri onların uyanmalarına bir sebep kılmış oluyor. Küfür ve isyanlarında ısrar edenlerin asıl cezalarını ahirete bırakıyor.
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha önce geçenlerin âkıbetinin nasıl olduğunu görün. Çünkü onların çoğu müşrik idi.” (Rûm: 42)
Daha önceki kavimlerin çoğu müşrik oldukları için helâka uğratılmışlardır. Şirk koşmakla Allah’tan kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez O’nun ilâhî hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
Onlara Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebût: 40)
Allah-u Teâlâ azgınlardan mutlaka intikam alacağını haber vererek;
“Yoksa bütün kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.” buyuruyor. (Ankebût: 4)
Övündükleri dünya varlıkları, ellerindeki güç ve kuvvetler kendilerini kahr-ı ilâhîden kurtaramadı.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde yeryüzünde gezip dolaşılmasını, inkâr edenlerin sonlarının nasıl olduğundan ibret alınmasını emir buyurmaktadır:
“Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” (En’âm: 11)
Köklerinden sökülüp atılmak suretiyle ağır bir azaba uğramışlardır.
“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğratıldıklarını görsünler. Allah onları yerle bir etti. O inkâr edenler için de bunun benzeri vardır.” (Muhammed: 10)
Nitekim zamanla başlarına nice nice felâketler gelmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlardan önce yoketmiş olduğumuz hiçbir memleket halkı iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler?” buyuruyor. (Enbiyâ: 6)
Onların Hazret-i Allah’a, dinine iman etmeye ihtiyaçları yokmuş gibi, hem dinine karşı gelir, hem de başka işlerle meşgul olurlar.
Bu Âyet-i kerime onların iman etmemekte direndiklerini, ne kadar inkârcı olduklarını, inanmalarının ne kadar uzak olduğunu ifade etmektedir.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın indirmiş olduğu Kitap’tan, içindeki ilâhi hükümlerden habersizdirler, gaflettedirler, hatta bununla da kalmayıp apaçık inkâr ve küfür içinde olduklarından büyük bir sapıklık içindedirler.
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da birtakım işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminûn: 63)
Yapagelmekte oldukları birtakım işleri şirktir, Hazret-i Allah’a ve Kelamullah’a, Resulullah’a karşı gelmektir. Hem inkâr ettiler, hem kötü işler yaptılar.
“Nihayet onların refah ve bolluk içinde olanlarını azap ile yakaladığımız zaman hemen feryadı basarlar.” (Müminûn: 64)
O zaman Cenâb-ı Hakk azabını indirir ve ne ki varsa dilediği şekil ve usulle mahv-u perişan eder. Evvelki kavimleri helâk ettiği gibi dilerse bir âfâtla bugün de azabını indiriverir. Nitekim olmuştur da.
“Bugün artık boşuna feryad etmeyin! Çünkü size katımızdan bir yardım dokunmaz.” (Müminûn: 65)
Zira siz yalanlıyordunuz, büyüklük taslıyordunuz. Allah-u Teâlâ’yı ve Âyet’lerini alaya alıyor, O’nun büyüklüğünü hafife alıyor, O’na takaza yapıyordunuz.
“Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara cazip gösterdi.” (En’âm: 43)
Gerçekten de Allah-u Teâlâ’nın bunca günah, isyan, zulüm, küfür, nifak sebebiyle gadaplandığını düşünmediler, düşünemiyorlar. Akıl edip, hakikati bulamıyorlar. Ve hâlâ İslâm’ı ya karşılarına almakla ya da emellerine alet etmekle meşguller. Kimi küfründe devam ediyor, kimi münafıklığını sergiliyor. Hepsi hile yapmakla meşguller. Gerek iş ve icraatlarında, gerek ticaretlerinde...
Ve fakat:
“Kendilerinden öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah onların binalarına temelinden geldi de, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. O azap onlara hiç ummadıkları yerden geldi.” (Nahl: 26)
Öyle ki Allah-u Teâlâ her şeye muktedirdir. Dilediği gibi mülkünde hükmeder, hükmünde hikmet sahibidir.
“Biz nice memleketleri helâk etmişizdir ki, halkı bol geçimleri ve refahıyla şımarmıştı.” (Kasas: 58)
Allah-u Teâlâ o kavimlere emniyet içinde ve rahat bir şekilde yaşamayı lütfetmişti. Fakat onlar bu nimetlere nankörlük ettiler, ilâhî cezalara müstehak oldular.
Oysa o milletler her bakımdan daha kuvvetli, her hususta daha ileri idiler. Fakat yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Günah, isyan ve tuğyanlarından ötürü ansızın yakalandılar. Azamet-i ilâhî karşısında kaçacak bir delik de bulamadılar. Allah-u Teâlâ hepsini bir bir kahretti.
•
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:
“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.
“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)
Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.
“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)
Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumuna düşmüşlerdir.
Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük zarar görecekler.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır.” (Talâk: 10)
Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.
•
Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:
“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)
Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de isabet eder.
Bu Âyet-i kerime’lerden anlaşılıyor ki, insanların başına gelen bu felâket, kendi yaptıklarının cezasıdır.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz zâlim değiliz.” buyuruyor. (Şuarâ: 209)
Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kâdir-i mutlaktır.
Küfür ve isyanlarından dolayı geçmiş ümmetlerin üzerlerine inen azabın yalnız geçmiş kavimlere mahsus olmayıp her zaman için geçerli olduğunu Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde beyan buyurmaktadır:
“Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” (A’râf: 94)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah’tan olduğunu bilememişler, Rabb’leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, kendilerinin dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar, cezalarını da görmüşlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara câzip gösterdi.” (En’âm: 43)
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felâketlerin geldiğini bize göstermektedir.
Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah’ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah’ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, âkıbetimiz ne olur? Bugün yaşananlar hep ihtar-ı ilâhîdir. Mutlaka kötünün arasında iyi, kurunun yanında yaş da yanar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.”(En’âm: 44)
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.
Âd kavmi, Hûd Aleyhisselâm’ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.
Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmi Semûd, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lût Aleyhisselâm’ın kavmi helâl olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayib Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlâkını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.
Yahudiler de itaatsizlikleri sebebiyle yoldan çıktıkları için maymun, domuz ve fare suretine çevrilmişlerdir.
“Böylece onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince kendilerine: ‘Aşağılık birer maymun olunuz!’ demiştik.” (A’râf: 166)
Allah-u Teâlâ’nın onları lânetlediği, azabına müstehak kıldığına dair kıssalar Kur’an-ı kerim’in çeşitli yerlerinde beyan edilmektedir.
Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah’a ve elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve onun niyazı sebebiyle kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır. Ancak uyarılarını dinlemeyen, tebliğ ettiği İslâm’ı yaşamayan, getirdiği Allah kelâmını tasdik ve tatbik etmeyip dinini unutan kavminin isyan edenleri birçok âfât ve felâketlere müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ:
“İşte biz günahkârları böyle yaparız.” buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhi takdir böyle tecelli eder. Bundan önce hiçbir kavim bu akıbetten kurtulamamıştır. İleride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
“O gün, (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 19)
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette vuku bulacaktır.
“Bütün yüzler Hayy ve Kayyum olan Allah’a zelil olarak boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ: 111)
Yükü zulüm, isyan ve tuğyan olan kimse hüsrana uğramıştır.
Öyle ki Hakk’tan kopulduğu, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin umursanmadığı, sadece dünyaya rağbet edildiği, Allah’ın dinine değil, ilâh edindiği imamına tabi olunduğu, Resulullah Aleyhisselâm’a dil uzatıldığı, küfrün hoş görüldüğü, imanla küfrün, hakikat ile dalâletin karıştırılmaya çalışıldığı, Kur’an kurslarının kapatıldığı, tesettürün kaldırıldığı, Allah düşmanlarına iltifat edildiği, Allah’a harp ilân edildiği, faiz, zina, fuhuş, içki, kumar, hırsızlık, rüşvet, çıplaklık, futbol gibi küfür âdetleri ve daha birçok Allah’ın yasakladığı şeylerin yapıldığı ve yaşandığı bu zamanda elbette bu isyan cezasız kalmaz.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Allah-u Teâlâ Davud Aleyhisselâm’a şöyle vahyetmiştir:
“Zâlimlere söyle beni zikretmesinler. Çünkü ben, beni zikredenleri zikrederim. Onları zikretmem ise onlara lânet etmem şeklindedir.” (Deylemî)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ yoldan çıkan fâsıkların ibadetlerini de kabul etmiyor.
Nitekim Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât-ı Ecell-ü A’lâ’ya yemin ederim ki; ya iyilikle emreder kötülükten men edersiniz, yahut çok sürmez Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir. Sonra O’na duâ edersiniz de duânız kabul olunmaz.” (Tirmizî. Fiten 9)
•
Geçmiş kavimlerin büyük çoğunluğu yalanlamışlardı. Yalanlayanların sonuna bir bakın!
“Resul’üm! Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, bil ki onlardan önce Nuh, Âd ve Semûd kavimleri de yalanlamışlardı.
İbrahim kavmi de, Lût kavmi de yalanlamıştı.
Medyen halkı da (yalanlamıştı), Musa da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere önce mühlet verdim, sonra onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler!” (Hacc: 42-43-44)
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış peygamberlerinden Nuh Aleyhisselâm’ın, Hûd Aleyhisselâm’ın, Sâlih Aleyhisselâm’ın, Lut Aleyhisselâm’ın ve Şuayb Aleyhisselâm’ın kavimlerinin haberlerini; küfürlerinde inat edenlerin helâk olmalarını, inananların rahmetinin bir eseri olarak kurtulmalarını anlattıktan sonra Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“İşte o memleketler!.. Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıklarından ötürü inanmadılar.
İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.” (A’râf: 101)
Dünyanın aldatıcı, gelip geçici zevklerine, muvakkat bir zaman geçerli olan itibar ve saltanata aldanıp, şeytan ve nefsinin arzularına dalıp Hazret-i Allah’ı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı unutan insan, Allah-u Teâlâ’nın A’râf sûre-i şerif’inin 172. Âyet-i kerime’sinde buyurduğu üzere; “Elestü birabbiküm = Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitabına cevaben verdiği: “Kâlû belâ = Evet, Rabb’imizsin!” cevabını unuttu. Böylece Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildi.
“Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulamadık, onların çoğunu yoldan çıkmış fâsık kimseler olarak bulduk.” (A’râf: 102)
Küfür ve nifak iliklerine işlemiş. Hakikati gözleri ile görseler bile kastî olarak reddediyorlar. Kendilerinin iyiliğini isteyenlerin ikazlarına kulak asmıyorlar. Burunlarının doğrultusunda, günahlarında ısrar ede ede ömürlerini tüketiyorlar.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yine O’na inanmadıkları ilk durumdaki gibi, onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz.
Ve bırakırız onları, şaşkın olarak azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.” (En’âm: 110)
Onların bu iğrenç halleri, süfli hayatları, öldürülüp cezalarına kavuşacakları bir zamana kadar devam eder.
“Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (En’âm: 111)
Çünkü onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmediler, hidayete yönelmediler. Kendi sapıklıkları içinde kaldılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Nice şehirlerin halkını, zulmederken helâk edip yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır.” (Hacc: 45)
Bütün bunlar hep birer ibret levhasıdır.
“Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, kendilerini hâlâ yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar.
Bunda elbette ki akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Tâhâ: 128)
Buna rağmen yine de bu ikaz ve uyarıdan bir ders almayanlar daha büyük felaketin ansızın kendilerini yakalamasından korksunlar. Daha evvel de arzettiğimiz gibi âfât umuma gelir, iyi ve kötü ayrılmaz. Kurunun yanında yaş da yanar. Amma orada iyiler, iyilerle beraber lütfullah’a mazhar olup cennete vâsıl olurlar, kötüler kötülerle beraber gadabullah’a düçar olup cehenneme atılırlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlardan kimi de, Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder.” (Hacc: 11)
Dini samimiyetle kabul etmiş değildir. Dinin bizzat içinde yer almaz. İçten gelerek değil de, belli bir maksat için dindarlık eder. Bir tepenin bir kenarı üzerinde, düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir vaziyette bulunuyormuş gibi bir halde, şüphe ve kararsızlık içinde ibadette bulunur.
“Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur.” (Hacc: 11)
Kendisine isabet eden bu iyilikler ile tatmin olur, dini üzerinde sebat eder.
“Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner.” (Hacc: 11)
İrtidat edip dinden çıkar ve eski kafirlik haline döner. Çünkü onun dini ulvi bir maksada müstenid değildir. Maddi menfaatler uğrunda her türlü mukaddesatı feda edecek bir tıynettedir.
Müslümanlar arasında müslüman görünseler de, kendi emsalleri ve yandaşları yanında imandan eser görülmez.
Artık bu gibi kimseler, hiç şüphe yok ki:
“Dünyayı da ahireti de kaybeder.” (Hacc: 11)
Dünyadaki kaybı inananların kendisine düşmanlık etmeleri, kâfirlerin ona güvenmemeleri; ahiretteki kaybı ise ebedi olarak cehennemde kalması ile ortaya çıkacaktır. Onun için hiç bir sevap yoktur.
“İşte apaçık kayıp budur.” (Hacc: 11)
Bir benzeri daha bulunmayan apaçık bir ziyandır, tam bir sapıklık, çok büyük bir hüsrandır, zarar eden bir ticarettir.
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün olacak hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinden sonra türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e haber verirken Lût Aleyhisselâm’ın kavminin bütün yurtlarının yıkılıp alt üst olduğunu ve üzerlerine ateşli taşlar yağdırdığını beyan buyurmaktadır:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.” (Hûd: 82-83)
Bu taşlar yeryüzü taşlarına benzemeyen hususi taşlardı. Her taşın üzerine o taş kime atılacaksa onun ismi yazılmıştı. Bu taşlar Rabb’in katından atılıyordu. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş, sonunculara varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse kalmamıştır. Memleketin altı üstüne geldikten sonra yağmur gibi taşlar yağdırılması, cezalandırmanın tam olması içindir. Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele olması gibi.
Âyet-i kerime’nin nihayetinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd: 83)
Böyle bir azap, zulümlerinde onlara benzeyecek kimselerden hiçbir şekilde uzak kalmayacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a:
“Zâlimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman:
“Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir.” buyurdu.
Çünkü sonrakiler de onlar gibi yalanlamışlardı.
Aynı zamanda fırka fırka bölünmüşlerdi. Bölücü, sapıtıcı imamlar türedi. Bu imansız imamların, önderlerin türemeleri alabildiğine azgınlaştı. Hepsi de kendi dinlerini ayakta tutmaya, Allah-u Teâlâ’nın dinini yıkmaya çalışıyorlar.
Biz bu hususları defalarca göz önüne serdik. Eğer bir ıslahat olmazsa bu gibi felâketlerin geleceği muhakkaktır.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman, böyle taşlar zâlimlerin başlarına hemen yağıverir.
İlâhi irade tecellî ettiği zaman anında yeryüzüne iner, müstehak olanların beyinlerini patlatır.
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir.” (Taberânî)
Hak etmiş olmuyor muyuz?
İslâm memleketinde Allah-u Teâlâ’nın emirleri terk edildi, yasak ettiği şeyler benimsendi ve alabildiğine işlendi.
Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zâlimlere erişeceğini haber vermektedir.
İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşini suya çeviren Allah-u Teâlâ, Sedum topraklarını da göle çevirdi.
Allah-u Teâlâ o kadar gadaba geldi ki, o memleketi kaldırıp yere vurunca o yer göl haline geldi ve o göl “Lut gölü” adıyla hâlâ mevcuttur.
“Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr: 73-74)
Görülüyor ki gadâb-ı ilâhî’ye sebep olanlar yine insanlar, azgın insanlar, hezeyan savuran insanlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Âyetlerim size okunuyordu da, siz topuklarınız üzerinde gerisin geri gidiyordunuz.” (Müminûn: 66)
Siz Allah’a ve Resul’üne çağrıldığınız zaman küfürde inat ediyor, uyarıcının dâvetini dinlemiyor, böbürleniyordunuz.
“O’na karşı büyüklük taslıyor, geceleri toplanarak hezeyanlar savuruyordunuz.” (Müminûn: 67)
Hakk ve hakikatı inkâr ediyor, Allah’a inanan müminleri küçük görüyor, aşağılıyordunuz. O’na karşı büyüklenip, Hakk’tan yüz çeviriyordunuz.
Fakat yegâne galip O’dur, herkesi yerlere seriyor, yere sermekle kalmıyor, ahirette de cezalarını veriyor.
Uyan be kardeş! Bu musibetler bizim için bir ihtardır. Yarın ne göndereceğini yine Allah-u Teâlâ bilir.
Ve fakat muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu kati bir gerçektir. Bunu böyle bilin.
Bir insanın son durağı nihayet ölümdür, kabirdir. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya ebedî saâdet, yahut da ebedî felâket.
Bunlar bir hatırlatmadır, uyandırmadır. Nasibi olan hidayete mazhar olur, uyanır, tevbe eder, Hazret-i Allah’a yönelir.
Ve fakat ruhu ölmüş olanların imanları yok ki hidayete ersin.
Lût kavminin yaşadığı topraklara helâk olduğu yerleşim bölgesine Kur’an-ı kerim’de “Altüst olmuş şehirler” mânâsına gelen “Mü’tefikât” adı verilmektedir.
Allah-u Teâlâ gelecek nesillere ibret olması bakımından Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi?
Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe: 70)
Bu Âyet-i kerime insanların gaflet ve azgınlığına işaret etmekte, onların küfürleri yüzünden felâkete uğrayan geçmiş kavimlerin durumlarından ibret almadıkları için kınamaktadır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin de geçmiş kavimler gibi felâkete maruz kalacaklarını haber vermektedir.
“Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah işlediler.” (Hakka: 9)
Onlar da azgınlık etmişler, nihayet belâlarını bulmuşlardı.
“Altüst olmuş şehirleri de O böyle yaptı. Onların başına getireceğini getirdi!” (Necm: 53-54)
Bu ilâhî beyan, onlara inen azabın dehşetini göstermektedir.
Bu Âyet-i kerime’lerde görülüyor ki Allah-u Teâlâ bütün bu işlere müsebbib olan isyankârların, azgınların, Hakk’a hasım kesilenlerin yüzünden azap ediyor. Bu felâketler insanların kendi günahlarına âit cezadır.
Yoksa merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ hiç kimseye zulmetmez, fakat zâlimlerin de zulmünü yanında bırakmaz. Onları da suda boğmuştu, bunları da suda boğdu.
Şunu anlatmak istiyoruz ki bu felâketler azgınlıklarımızın cezalarıdır. Bu ilâhî bir hükümdür. Onun bunun hiçbir rolü yoktur. Mülkün sahibi mülkünde murad ettiğini yapar, bunu kimse engelleyemez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” buyurmaktadır. (En’âm: 59)
En küçük misal olan “Yaprak düşmesi” misali ile bütün hâl ve ahvâle işaret edilmiştir.
•
Allah-u Teâlâ geçmiş kavimleri helâk ettiği gibi dilerse bir âfâtla bugün de azabını indiriverir. Nitekim olmuştur da.
“Resul’üm! Nimet içinde olan o yalanlayıcıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver.” (Müzzemmil: 11)
Ve fakat yalanlama, büyüklük taslama, isyan, zulüm, küfür, şirk, fâiz, içki, kumar, fuhuş, rüşvet, çıplaklık, deniz sahillerindeki rezillik, adaletsizlik, kötü âmir ve kötü âlimlerin peşinden gidip Allah ve Resul’ünü unutma, karşı gelme, zekât ve öşür vermeme... velhasıl, Hazret-i Allah’ı, Kelamullah’ı, Resulullah’ı dinlemeyip hafife ve alaya alma başladığı zaman;
“O gün yer ve dağlar sarsılır.” (Müzzemmil: 14)
Artık kurtulma yoktur. Âfât gelmiştir.
“Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!” (Zilzâl: 1)
İşte o zaman Allah-u Teâlâ gadaba gelmiş, ilâhî hükmü gerçekleşmiştir.
“İnsanın: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman.” (Zilzâl: 3)
Kimse Allah-u Teâlâ’nın bu kadar gadaplanıp, bu âfâtı vereceğini hesaba katmıyor, dünyanın oyun ve eğlencesine dalmış, Hazret-i Allah ve Resul’üne karşı gelmişti.
“Onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Feryad ettiler ve fakat artık kurtulma zamanı değildi.” (Sâd: 3)
Ondan kurtulma, uzaklaşma, ondan sığınacak bir yer yoktur. İş bitmiş, azap vacib olmuştur.
“Bugün artık boşuna feryad etmeyin! Çünkü size katımızdan bir yardım dokunmaz.” (Müminûn: 65)
Zira siz yalanlıyordunuz, büyüklük taslıyordunuz. Hazret-i Allah’ı ve Âyetlerini alaya alıyor, O’nun büyüklüğünü hafife alıyor, Hazret-i Allah’a takaza yapıyordunuz.
“Denizde başınıza bir musibet (boğulma tehlikesi) geldiği zaman, Allah’tan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan çok nankördür.” (İsrâ: 67)
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz yağmura benzer. O yağmurla insan ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir; yeryüzü renk renk, çeşit çeşit mahsullerle süslenir. Yerin sahipleri bütün bunlara malik olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün birden emrimiz geliverir de, orayı hiçbir şey bitirmemişe çeviririz. İşte biz âyetlerimizi, düşünen insanlar için böylece apaçık beyan ederiz.” (Yunus: 24)
Bâhusus; onlar Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı, Resulullah’ı, küçümsediler alaya aldılar, muvakkat bir zaman için ellerinde bulunan dünyalık şeylerle övünüp hiç ölmeyeceklerini zannedip, Hazret-i Allah’a hasım kesildiler, ve ansızın azap geliverince neye uğradıklarını şaşırdılar.
“Onlar bu sözü iyice düşünmediler mi? Yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Müminûn: 68)
Elbette hayır! Geçmişteki ümmetlerin Cenâb-ı Hakk’ın nasıl azabına, ikabına uğradıklarını Kelâmullah haber vermişti. Resulullah haber vermişti. Sanki gelmeyeceklerini zannettiler. Amma hüküm verilmiş, iş bitirilmişti. Ve emir yerine geldi, herşey bir anda oldu bitti.
“Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Fakat kalbleri iyice katılaştı, şeytanda yaptıklarını onlara cazip gösterdi.” (En’âm: 43)
Gerçekten de Allah-u Teâlâ’nın bunca günah, isyan, zulüm, küfür, nifak sebebiyle gadablandığını düşünmediler, düşünemiyorlar. Akıl edip, hakikatı bulamıyorlar. Ve hâlâ İslâm’ı ya karşılarına almakla, ya da emellerine alet etmekle meşguller. Kimi küfründe devam ediyor, kimi münafıklığını sergiliyor. Hepsi hile yapmakla meşguller... Gerek iş ve icraatlarında, gerek ticaretlerinde...
Ve fakat:
“Kendilerinden öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah onların binalarına temelinden geldi de, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. O azap onlara hiç ummadıkları yerden geldi.” (Nahl: 26)
Öyle ki Allah-u Teâlâ herşeye muktedirdir. Dilediği gibi mülkünde hükmeder, hükmünde hikmet sahibidir.
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 5)
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde bu irtibat açık olarak görülür.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.” (A’râf: 96)
Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar. Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.
•
Allah-u Teâlâ hakiki imana sahip ve ilâhi hükümlere tâbi olanların nice nimetlere nâil olacaklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Eğer ehl-i kitap inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık.
Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’lerinden kendilerine indirilen Kur’an’ı, gereğince uygulasalardı; hiç şüphesiz ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi. (Her yönden nimete ermiş olurlardı.) İçlerinden aşırılığa kaçmayan, mutedil bir zümre vardı, çoğunun yaptıkları ise kötü idi.” (Mâide: 65-66)
Rızıkları bol bol, yerden ve gökten fezayen edip duracaktı. Ağaçları bol meyve verecek, ekinleri neşvünemâ bulacak, kendilerine her yönden nimetler gelecekti. Kendilerine zaman zaman birtakım musibetler yüz gösterip durmayacaktı. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi, dünyaları da mâmur olacaktı. Fakat onlar imana yönelmediler, inkârlarına devam ettiler.
En iyi, en faydalı gıda Allah-u Teâlâ’nın rızâsı ve hoşnutluğudur. Diğer nimetler zâhiridir, geçicidir, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğu ise ebedîdir. Hayatın en üstünü budur. O’nun hoşnutluğu dairesinde yaşayan kimsede huzur olur, maiyyet olur, kurbiyet olur, teşviş olmaz, sıkıntı olmaz. Çünkü o Rabb’ine teslim olduğu için, her verdiğine râzı olduğu için, onu müsterih bir hayat içinde yaşatır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde geçmişte yaşamış kavimlere de uyarıcılar gönderilmiş olduğunu ve onların Hakk’a yönelmeleri ve niyazda bulunmaları için bazı felâketlere uğratılmış olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Resul’üm! Senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermiştik. (İnkârlarından dönüp) boyun eğsinler, yalvarsınlar diye, onları yakalayıp darlık ve çeşitli hastalıklarla cezalandırmıştık.” (En’âm: 42)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini bilememişler, Rabb’leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, neticede de büyük felâketlere uğramışlardır.
“Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara cazip gösterdi.” (En’âm: 43)
Onları aldatarak nefis, hevâ, heves, lezzet ve rahat peşinde koşturdu. Oysa kendilerine isabet eden azap ve felâketler hep bu sebeple idi. Fakat onlar bunu düşünüp kavrayamadılar.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:
“Sonra biz birbiri ardı sıra peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalanladılar.” (Müminûn: 44)
Onlar peygamberleri ve getirdikleri hükümleri yalanlama hususunda, kendilerinden önceki yalanlayıcı sapıkların girdikleri yolu takip ettiler.
Böyle yaptıkları için Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Biz de onları birbiri ardından yok ettik ve hepsini efsane yaptık.” (Müminûn: 44)
Tâ ki onların başlarına gelmiş olan felâketleri işitip duranlar, onlardan öğüt ve ibret almış olsunlar.
“Uzak olsun iman etmeyen kavim!” (Müminûn: 44)
Yalanlayanlar şüphesiz ki felâh bulmazlar, er geç cezalarını görürler. İnanan ve uyanlar ise, hikmet gereği geçici olarak birtakım sıkıntılara uğrasalar bile âkıbetleri saâdet ve selâmettir.
•
Yalvarmak, yakarmak ancak iman ve vicdan sahiplerine âittir. Kalpleri kaskatı olmuş kimseler, Allah-u Teâlâ’nın azâmetini, büyüklüğünü düşünüp ibret alacaklarına, apaçık küfre kayıyor ve hasım kesiliyorlar.
“Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu korkutmamız onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor.” (İsrâ: 60)
Allah-u Teâlâ’nın bütün korkutma ve uyarıları, onların dalâlet içinde daha da gömülüp gitmelerine sebep oluyor.
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, müminler için şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ: 82)
Kur’an-ı kerim’in nûru ile nûrlanan müminler Allah-u Teâlâ’nın rahmetine mazhar oldukları gibi; onun hidayetine sırtını dönen kimseler ise, o nûrdan istifade edemezler, karanlıklar içinde kalırlar.
Zaman zaman toplumlar arasında birtakım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.” (Beyhâkî)
•
Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı.
Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
“Rabb’inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!
Size ne oluyor ki Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?” (Nuh: 10-11-12-13)
Kudret ve azâmetinden korkmuyor, makamı karşısında titremiyor, O’ndan sakınmak suretiyle sevabını ummuyorsunuz.
•
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
“Ey kavmim! Rabb’inizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin.” (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime’lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
•
“Rabb’inizden mağfiret dileyiniz ve O’na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hûd: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb’inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb’inize yönelerek ve O’na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
•
İnanmayanların dünyadaki geçim süreleri çok azdır. Onun dünyadan faydalanması dünya ile sınırlı kalır, ahiret azabından kurtulmasına ise imkân bulunmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onları az bir süre geçindiririz, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz.” (Lokman: 24)
Dünyadaki şaşkınlık ve sapıklıklarının cezasına öylece uğramış olacaklardır.
“İnkâr edeni de az bir süre geçindirir, sonra onu ateşin azabına (girmeye) zorlarım.
Orası ne kötü varılacak yerdir.” (Bakara: 126)
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
“Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir.” (Tâhâ: 131)
Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Allah-u Teâlâ’yı bilmez, varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, bu yüzden ahirette azap görecekleri şüphesizdir. Çok defa bu nimetler daha dünyada iken ellerinden çıkar.
Allah-u Teâlâ’nın ahirette vereceği nimetler ise, kâfirlere dünyada iken verilmiş olan fani şeyler gibi değildir. Onlar aslâ zeval bulmayacaktır.
“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!” (Âl-i İmrân: 196)
Ondan az bir zaman faydalanırlar, sonra da nimet yok olur gider, ahirette ise büyük bir felâketle karşılaşırlar.
•
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabb’inin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir.
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm’ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah’ım!” (A’râf: 155)
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed de bu âfâta iştirak etmiş, tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
“Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler.” (Hûd: 116)
Âyet-i kerime’de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur.” (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime’sinde:
“Rabb’in kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
Şöyle buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’i olan Kur’an-ı kerim’de şöyle beyan buyuruyor:
“Biz hiçbir memleket halkını, onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zâlim değiliz.” (Şuarâ: 208-209)
Allah-u Teâlâ peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa, memleket halkına azap etmez.
Allah-u Teâlâ insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri irtikab edenlerin ilâhi azab ve ikaplara uğrayacaklarını duyurmak için nûr saçan peygamberlerini ve onların vekilleri, naibleri olan hakiki, kâmil âlimlerini;
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i mucibince göndermiş ve bu uyarma vazifesini yapmalarını tembih ve emir buyurmuştur.
Bu Allah yolunun dâvetçilerinin öğütlerini ve ihtarlarını dinlemeyip meşru olmayan hareketlerine devam edenler ilâhi azaba gerek dünyada, gerek ahirette mutlaka müstehak olacaklardır.
“Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ: 15)
Ne var ki onlar kendilerine Allah tarafından hiçbir şüphe taşımayan gerçekleri getiren uyarıcılar geldiği zaman onlara kulak verip tâbi olmamışlardı.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (Hepinize sirayet eder). Biliniz ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl: 25)
Allah-u Teâlâ fitne çıkınca herkese isabet edeceğini beyan ediyor. Ya bu fitneyi bastırmamız, veya bu fitneden gelen azaba bizim de uğrayacağımızı unutmamamız lâzımdır.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
– Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
– Evet vardır.
– O halde onlara bunu nasıl yapar?
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah’tan bir bağışlanma ve hoşnutluğa ulaşırlar.” (Ahmed bin Hanbel)
Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler.” (Buhârî)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah’ım!” (A’râf: 155)
Bu bir nevi Hazret-i Allah’a sığınmak ve yalvarmaktır.
Yâ Rabb’i! Biz onlardan değiliz. Biz senin hasımlarına düşman kesildik. Yardım ve desteğinle hiç kimseden çekinmeyerek mücadelemize ve mücahedemize devam ediyoruz. Zât’ına iman ettik ve sığındık. Allah’ım bu beyinsizlerin yüzünden bizi helâk etme!
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hiçbir zinâkâr, mümin olarak zinâ etmez. Hiçbir içkici, mümin olarak içki içmez. Hiçbir hırsız, mümin olarak hırsızlık etmez. (Bir rivayette) Hiçbir kapkaççı, halkın gözünde kıymetli olan şeyi mümin olarak kapıp kaçmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1889-1890)
Hadis-i şerif’e dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiçbir zinâkârın mümin olarak zinâ edemeyeceğini, hiçbir içki içenin mümin olarak içki içemeyeceğini, hiçbir hırsızın mümin olarak hırsızlık yapamayacağını ve hiçbir kapkaççının mümin olarak kapkaççılık yapamayacağını çok veciz bir ifade ile beyan buyurmaktadır.
Ebu Âmir el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden muhakkak ki birtakım zümreler türeyecektir. Bunlar zinâ etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, çalgıları helâl ve mübah sayacaklar (yani bunu, utanmayıp açıkça yapacaklar).
Yine bunlardan birtakım zümreler gelip, yüksek tepelerin yanlarına konacaklar. Onların çobanları, hayvan sürüsünü sabah akşam güdüp (evlerine) getirecek.
Onlar mutluluk içinde refah bir hayat yaşarken, yanlarına ihtiyaç içinde bir fakir gelince: ‘Yarın gel!’ diyecekler.
Bunun üzerine Allah bunlara gadap ederek (sevip eğlendikleri) dağı üzerlerine yıkarak bir kısmını helâk edecek, bir kısmını da maymuna ve domuza çevirecek. Onlar kıyamet gününe kadar böyle kalacaklardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1892)
Bir insan kötü iş ve icraatları yaparken, Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ona kötü sıfatlar taktığından ötürü; imanını alıyor, İslâm’dan çıkarıyor, sıfatını sıfat-ı hayvâniyeye çeviriyor, kalbini mühürlüyor, artık onu cehenneme gönderiyor.
Allah’tan başka hiç kimse onun suretini bir daha çeviremez.
Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 126. Âyet-i kerime’sinde, münafıkların belâ ve musibetlerden ders almadıklarını, intibaha gelmediklerini, küfürlerinde ısrar ettiklerini beyan buyurmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
Nitekim daha önce geçen kavimleri de Allah-u Teâlâ birçok ibtilâlara, belâlara uğratmıştır. Fakat onlar ibret alıp iman etmemişlerdir.
Sonra onlara bolluk vermiş, o bolluk içinde zevk ve sefa sürerlerken yok edivermiş. Hûd ve A’raf Sûre-i şerif’lerinde bunlar hakkında tafsilâtlı bilgiler vardır.
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ’ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Yunus Aleyhisselâm’ın kavmi dışında; inkâr ettikleri, yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus’un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık.” (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı halde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Helâk olan kavimler hakkında bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!” (Yunus: 73)
Yok eğer bu azgınlığa devam edersek başımıza geleceklerden de haber verelim.
Çok şiddetli harpler var, öyle harpler ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde: “Elli kadına bir erkek düşecek kadar erkeklerin azalacağını” haber vermişlerdir. (Buhârî)
Bunun için; zelzeleler, yere batmak, kılık değiştirmek ve buna benzer felâketler beklenebilir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler.” (Nahl: 61)
Hatta belirli bir süre daha verdiğini haber vererek;
“Bu sözü yalan sayanlarla beni başbaşa bırak. Biz onları bilmeyecekleri cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz. Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki benim tuzağım metindir.” buyuruyor. (Kalem: 44-45)
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler, şeref ve üstünlüğün bir alâmeti değildir, aksine bir istidraçtır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Azap onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar. O zaman: ‘Acaba bize mühlet verilir mi?’ derler.” (Şuarâ: 202-203)
Kendilerine çok az bir süre verilmesini isterlerse de onların bu istekleri kabul edilmeyecektir.
“Onlara: ‘Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah’tan korkun, umulur ki size merhamet olunur!’ denildiği zaman (yüz çevirirler.)” (Yâsin: 45)
Böylesine güzel olan bir nasihata aldırış etmezler.
“Onlara Rabb’lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Yâsin: 46)
Onlar kelâmullah olan Kur’an-ı hakîm’in ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip de İslâm’la müşerref, imanla münevver olmak istemezler.
“Onlardan yüz çevir. (Dâvetine uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.” (Zâriyât: 54)
Onları defalarca uyardın, onlar ise bu uyarılara kulak vermediler. Sen bütün gayretini sarfettiğin için, artık onların yaptıklarından mesul değilsin.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar.” (Âl-i imrân: 178)
Bunlar birer istidraç olup, görünüşte bir nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
Bir topluluğun başına felâketler gelip belâlara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz bir memleketi, yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”(İsrâ: 16)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’âm: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır. Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’âm: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
Bu zâlimlerden önce, geçmiş devirlerde allahlık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?
Dikkatle bir inceleyin! Nemrut’u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun’u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle allahlık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.
Allah-u Teâlâ onun da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de: ‘Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!’ denilir.” (Mümin: 46)
Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir. Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O’nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah’a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bu zâlimlerin de hakkından gelir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlardan önce yoketmiş olduğumuz hiçbir memleket halkı iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler?” buyuruyor. (Enbiyâ: 6)
Onların Hazret-i Allah’a, dinine iman etmeye ihtiyaçları yokmuş gibi, hem dinine karşı gelir, hem de başka işlerle meşgul olurlar.
Fakat bunların da şeytanlarla beraber cehenneme atılacakları Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuârâ: 94-95)
Ve bunlar esfel-i safiline kadar giderler.
Asıl hayat ölümden sonra başlar. Ya saâdet-i ebediyye, ya da felâket-i ebediyye.
İlk ziyafetleri kaynar suya atılmaktır. Sonra da ateştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’âm: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
“Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” (Nisâ: 169)
Artık dönüş de imkânsız.
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerindeki beyanlarına devam ediyor:
“Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?” (A’râf: 97)
Bizim de bu kadar azmamız, Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a karşı gelmemiz herhalde iyilik getirmez. Bizim de âkıbetimizin bunlar gibi olacağını gösteriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nice memleketler var ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin veya gündüz uykularında iken geldi.” (A’râf: 4)
Kısaca, ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayib kavmi gibi güpe gündüz işlerinin başında iken azap kendilerini bastırıverdi.
“Yahut o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?” (A’râf: 98)
Kendilerine uyanmaları için önceden bir takım musibetler ve bir takım nimetler verilmiş olduğu halde yine de durumlarını değiştirmediler. Küfür ve isyanları yüzünden böyle bir felâkete uğrayabileceklerini hiç düşünmediler.
“Allah’ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olmaz.” (A’râf: 99)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine bahşetmiş olduğu tefekkür ve ders alma kabiliyetini yitirerek nefislerine zulmetmiş kişiler ancak mekr-i ilâhiden emin olurlar. Allah-u Teâlâ’nın lütuf hidayeti ile hidayete eren kullar ise korku içindedirler.
Bu korku onları istikamet üzerinde bulundurur veya Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri istikametinde yaşarlar, ahirette ise hiç korkmazlar, korktuklarından emin olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş içinde başka korku kalmamıştır.
“Onlara bir musibet geldiğinde:
‘Biz Allah içiniz ve elbette O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
Başlangıçta yok iken O’ndan geldiğimiz gibi, sonuçta yine O’na varacağız.
“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)