Kânûnî döneminde dünyaya parmak ısırtan Osmanlı İmparatorluğu, fütûhatta olsun, idare, siyaset ve medeniyette olsun, yeryüzünün tanımadığı, belki bir daha da tanıyıp bilemeyeceği bir kemâli zirveleştirmiş bulunuyordu. Asya’da Kafkas dağları’ndan İran içlerine; Yemen’e, Aden’e, uçsuz Arabistan çöllerine uzanırken, Afrika’da Habeşistan, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ülkelerini almış, Hind denizlerinde görünmüş, Akdeniz’de ise kasırga gibi eserek, Venedik ve Ceneviz çevresindeki büyük küçük bütün adalarını çiçek devşirircesine koparıp derleyerek Türk vatanına ilhâk ettirmişti.
Avrupa’da ise Eğri ve Estergon kalelerine kadar Macaristan’ı itaati altına almış; Erdel Krallığı, Eflâk ve Boğdan Beylikleri, Kırım Hanlığı ile Lehistan arasındaki yerleri ele geçirmiş, Avusturya Devleti ve Venedik Cumhuriyeti, muayyen vergiler ödemeye mecbur edilmiş; Fransa, İtalya ve Lehistan dize gelmiş, İspanya hizâya getirilmişti.
Pirî Reis Portekizliler’in işgalinde bulunan Aden’i geri aldı. Portekizliler’in elinde bulunan Hürmüz kale’sini kuşattı, fakat şiddetli muhasaraya rağmen alamadı. Basra limanına döndü, ancak Güney Irak ve Kuveyt’i yöneten Ramazanoğlu Kubâd Paşa, durumu aleyhine olacak şekilde Divan’a bildirdi. Divan’da ise Pirî Reis’in idamına karar verildi. Pirî Reis Süveyş’ten Kahire’ye çağrılarak idam edildi. Osmanlı Devleti’nin en büyük amirallerinden olan Piri Reis bir düzene kurban gitmiş oldu.
Daha sonra Murad Reis 1553’de sefere çıktı ve Umman denizi’nde Portekizliler’le savaştı. Fakat iki donanma şiddetli çarpışmalara rağmen yenişemedi. O da azledilip, yerine Seydî Ali Reis tayin edildi. Seydî Ali Reis, Preveze savaşına katılmış ve Barbaros’un yardımcılığını yapmıştı. Turgut Reis ile Trablus’un fethine katılmıştı. Portekizliler’le çok çetin ve kanlı deniz savaşları yaptı. Seydî Ali Reis kumandasındaki donanma kasırgaya yakalandı ve birçok kayıplar verdi, fakat buna rağmen Osmanlı-Portekiz deniz savaşları devam etti.
1560’da Cerbe’de yapılan deniz savaşı Osmanlı donanması ile haçlı ordusu arasında cereyan etti. Haçlılar büyük kayıp verdiler, 70 gemileri batmış, 20 bin askerleri ölmüştü. Osmanlılar’ın şehid sayısı ise 1000 kadardı. Bu deniz savaşı Osmanlı’nın Preveze’den sonra kazanılan en büyük muharebesidir (1560).
Kızıldeniz, Hind Okyanusu ve Akdeniz’de devam eden bu mücadeleler ve gayretler neticesinde Portekizliler’in gücü kırılmaya çalışıldı. Arap emirlikleri Osmanlı’ya bağlandı. Kızıldeniz ve Akdeniz Türk gölü haline geldi. Kânûnî bu seferlerden sonra yine Avrupa’ya sefere çıktı. Bu onun on üçüncü ve son seferi oldu. Zigetvar kalesi kuşatıldı. Ancak padişah vefat etmişti. Bu haber gizli tutuldu, neticede Zigetvar alındı (1566).
Kânûnî 46 yıl padişahlık yaparak Osmanlı’nın en uzun süre hükümdarlık yapan padişahı oldu.
En büyük âlimler, devlet adamları, denizciler, askerler, şairler onun zamanında yetişmiştir. Ancak ilk olarak onun zamanında devlet idaresine kadın nüfuzunun karıştığı görülmüştür.
Hürrem Haseki Sultan, devlet işlerine karışmış ve çok zararlı faaliyetlerde bulunmuştur. Özellikle tecrübeli ve yetenekli Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi devlet istikbalinin ehil olmayan yeteneksiz şehzadelerin eline düşmesine sebep olmuştur.
Hürrem Sultan’ın açtığı bu çığır Safiye ve Kösem Sultanlar’la devam etmiş, Devlet işleri üzerinde kadınların etkisi bir hayli artmıştır. Ayrıca Rüstem Paşa gibi sevilmeyen bir kimseyi iktidarda yıllarca tutması, Pirî Reis gibi çok değerli bir deniz bilgininin öldürülmesi, bu devrin en kötü hadiselerinden bir kaçıdır. Yine bu dönemde, devşirmelerin hakimiyet kurması ve Kanuni’nin bu devşirmeleri idari sınıf haline getirmesi de gelecekteki en büyük çöküntüyü hazırlamıştır. Fatih döneminde başlayan bu devşirme ve dönmelerin himaye edilmesi, Kanuni döneminde aşırı bir şekil almış, dönmeler ve devşirmeler idareyi istediği şekilde yönlendirebilmiş, adeta Osmanlı Devleti’ni yıkıma sürüklemiştir.
Kânûnî zamanında kanunlar çıkarıldı. Bundan sonra Osmanlı kanunlara değer vermeye başlamış, Ahkâm-ı ilâhî’ye verilen değersizlik nispetinde değer kaybetmişlerdir. Bu durum, önce duraklama, sonra gerilemeyi beraberinde getirecektir.
Altı buçuk milyon kilometrekare olarak devraldığı imparatorluğu on beş milyon kilometrekare olarak bırakmıştır. Dünyanın geri kalan bütün devletlerinin güçlerinin toplamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünden aşağıda kalıyordu. Osmanlı Devleti, Kânûnî’den sonra da hayli genişlemiş, fakat onun devrindeki ihtişamına erişememiştir.
Kânûnî Sultan Süleyman Hân, kazandığı zafer üzerine kendisinden tuğ isteyen Semendire beyi Bâlî Paşa’ya, gönderdiği mektupta târihe altın harflerle geçecek olan şu eşsiz öğütleri veriyordu:
“Ma’lûm ola ki;
Tarafınızdan irsâl olunan (gönderilen) mektub bu tarafda kırâat olunub mefhûmu (içeriği) ma’lûmumuz oldı. Bi-hamdi’llâhi Teâlâ on sekiz kal’a almışsız ve otuz bin kızak tersâne-i âmire’me göndermişsiz ve altmış bin kelle-i kefere göndermişsiz. Berhudâr olub, dünyâda ve ukbâda yüzün ak olsun ve ekmeğin sana helâl olsun! Lâkin, bir tuğ dahî istemişsiz.
Yâ Gâzî Bâlî Bey! Dahî tuğ vefâî değildir. Eğer sen bize bu hizmeti ve iyiliği minnet idersen, biz dahî bundan akdem (önce) sana üç iyilik eyledük. Biri budur ki; sana ‘emirü’l-mü’minîn’ hitâbıyle hitâb etdük ve biri dahî, sana hilât-ı fâhire (övünç hırkası) gönderdük ve biri dahî, Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’nün tûğ-ı pür-fütûhın (fetihlerle dolu tuğunu) verdük. Seni bu üç şey ile ta’zîm ve tekrîm eyledük. Bunların üzerine bir büyük ihsân dahâ olmaz! İmdi sen dahî bu iyiliklere şükr eyleyesin ve şükrün yerine getüresin.
Ve bunu dahî tahkîk (iyice) bilesin ki, beğlik iki kefelü bir terâziye benzer: Ânın bir kefesü cennet ve bir kefesü cehennemdür. Bu fenâ dünyâda bir sa’at adâlet eylemek yetmiş yıl ibâdetden efdâldür (üstündür). Hakk Sübhânehû ve Teâlâ cümlemizi rûz-ı mahşerde (mahşer gününde) âdiller zümresinden eyliye ve ol âkıbet gününi hâtırınızdan çıkarmıyasız. Nârın kuru ağacı yakdığı gibi defter-i a’mâlimizi (amel defterimizi) yakdığı günden endîşe kılub basîret üzere olasız.
Ve sen dahî, ser-askerliğün ve beğliğin hasebiyle, hükmümüz yürüdüğü yerlerde vâkı’ olan teaddîden (aşırılıktan) ötürü rûz-ı cezâda (cezâ gününde) bize itâb olunur ise, biz dahî senin yakana yapışub bulayı ki, ol günde yakanızı elimden suhûlet ile halâs eyliyemezsiz (kolaylıkla kurtaramazsınız)! Gâyet ihtirâz eyliyesiz, nefsîze gurûr getürmiyesiz ve kendü kuvvetüm ve kılıncım ile memleket feth eyledüm demeyesiz. Memleket evvelâ Cenâb-ı Bârî’nindür ve sonra Halîfe-i rûy-ı zemîne (yeryüzünün halîfesine) ısmarlanmıştır; cümle işleri Cenâb-ı Bârî Teâlâ’dan bilesiz!”
Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan, “Muhibbî” mahlâsıyla fevkalâde güzel şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman Hân, asırlar boyunca dillere destân olan meşhûr bir şiirinde, hükümdarlık kavgasına düşen bedbahtlara bir öğüt ve nasihat olmak üzere şu sözleri söylemiştir:
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.
Saltanât dedükleri ancak cihân gavgâsıdur,
Olmaya baht-ü sa’âdet dünyâde vahdet gibi.
Ko bu ıyş-u işreti, çün kim fenâdur âkıbet,
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâ’at gibi.
Ola kumlar sağışunca ömrüne hadd-ü aded,
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâ’at gibi.
Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol,
Olmaya vahdet cihânda kôşe-i uzlet gibi.”
(Y. Ak, “Şâir Hükümdarlar”, s. 763; bs. 1987)