Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)
Zira benzerini hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü üstüste yığılır gibi olurlar, aşırı kalabalıktan birbirlerinin içine girerlerdi.
Allah-u Teâlâ âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ben ancak Rabb’ime duâ ederim ve O’na hiçbirini ortak koşmam.” (Cin: 20)
Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.
“De ki: ‘Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir değilim.’” (Cin: 21)
Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam. Onu ancak Rabb’im yapar. Bu benim elimde değil, Allah’ın elinde. Ben sizi ancak irşada çalışıyorum.
“De ki: ‘Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz.’” (Cin: 22)
O’na isyan ettiğim takdirde hiç kimse O’nun azabından beni uzaklaştıramaz.
“Ve ben O’ndan başka sığınak da bulamam.’” (Cin: 22)
Ben böyle olduğum gibi siz de böylesiniz.
“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.” (Cin: 23)
Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş olurum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah’a isyan etmek demek olduğunu açıkça anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete duyurmaktadır.
Bunlara verilen dünya nimetleri kesinlikle geçicidir. Haklarında mukadder olan zaman gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış olacaklardır.
“Nihayet onlar kendilerine vaad olunan şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin: 24)
Onlar mı, yoksa gönülden inanan müminler mi? Allah-u Teâlâ’nın onlara yaptıklarının karşılığını tattırınca, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, kimin ordusunun ve askerinin daha az olduğunu anlayacaklardır.
“De ki: ‘Size vaad edilen (azap) yakın mıdır, yoksa Rabb’im onun için uzun bir süre mi koyar? Ben bilemem.’” (Cin: 25)
Bu azap kesin olarak gelecektir. Vakti ne zaman? Onu ancak Allah bilir.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur.” (Cin: 26)
Gaybı sadece Allah bilir.
“Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)
O’nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi olamaz.
“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir.” (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, gayb ilminin bazı hakikatlerinden dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buhârî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)
Allah-u Teâlâ’nın gaybı bildirdiği elçiyi koruyucu melekler her yönden kuşatır.
“Tâ ki, Rabb’lerinin gönderdiklerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.” (Cin: 28)
Allah-u Teâlâ’nın ezelde bildiği şey ortaya çıkar.
“Şüphesiz ki Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her şeyi teker teker saymıştır.” (Cin: 28)
Onların işlerinden hiçbir şey Allah-u Teâlâ’ya gizli kalmaz. Her şeyi en ince taferruâtıyla bilir. Gaybın anahtarları O’nun katındadır, hiçbir şey O’na gayb olmaz, hiçbir iş O’ndan gizli kalmaz, onları ancak O bilir.
•
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.
Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.
Übeyy bin Ka’b -radiyallâhu anh-den rivâyet edildiğine göre, Cin Sûre-i şerîf’ini okumanın fazîletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Cin sûresi’ni okursa, kendisine Muhammed’in peygamberliğine inanan ve inanmayan bütün cinlerin sayısı kadar köle azâd etmişçesine sevap verilir.” (Zemahşerî, “el-Keşşâf”, c. 4, s. 622-633.)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ’” kitabında, Cin sûre-i şerîf’inin; “Gaybı bilen ancak O’dur, gaybına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak beğenip seçtiği elçi bunun dışındadır.” meâlindeki 26. ve 27. Âyet-i kerîme’lerinin, Allah’ın gaybı hiç kimseye bildirmediğini iddiâ edenlere karşı apaçık bir delil olduğunu ifâde ederek, bu zihniyet sâhiplerine şöyle hitap etmektedir:
“Allah’ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebîlerin içinde de, vahiy yolundan gaybı izhâr ettiği kimseler vardı. Şu hâlde buradaki gayb, O’nun katında bulunup da, neredeyse kendisinden dahî gizlediği bir ‘Gayb’tır. Bu ise “Saat”; yâni “Kıyâmet”tir. Halbuki O’nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de muhaddes’lerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.
Bu şeyleri birbirinden ayırt edebiliyor musun? Yoksan sen hâlâ boş ve asılsız bir iddiâ ve inkârın içinde misin? Gayb’ın ismini duymuşsun, Kur’ân’ın sunduğu bir Âyet’i de ikide bir ona delil gösterip duruyorsun!” (Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-evliyâ”, s. 337-338; bas.: Hakikat yay., 2002)