Muhterem Okuyucularımız;
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saadetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Dâvud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu!” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zat var, gündüzleri oruçla geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz hepimiz...” cevabını alınca “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüssağir)
Güzel bir hayat geçirmek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mübahtır.
Diğer Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)
“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir senelik hayatına yeterli olan azık insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir insan bir işte bulunup rızıklanıyorsa, o işe devam etmelidir.” (Camiüssağir)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â’lâ sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sini okuyarak şöyle buyurmuştur:
“Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz?
Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor.
Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor.
O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik.”
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedi olana tercih ederler.
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık.” (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
“Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık.” (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde bir çok nimetler ve maişetler halketmiştir.
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da yiyin.
Nihayet dönüş O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.
“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)
Cenâb-ı Fahri Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır.”
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” (İbn-i Asakir)
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif’te:
“Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir.” buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! De ki:Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki:Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’râf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, bir çok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
“Ahiret de dünya da Allah’ındır.” (Necm: 25)
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.
Mümin; insan rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebût: 7)
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Dâvud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu!” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zat var, gündüzleri oruçla geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz hepimiz...” cevabını alınca “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüssağir)
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saadetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
Güzel bir hayat geçirmek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mübahtır.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)
“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir senelik hayatına yeterli olan azık insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir insan bir işte bulunup rızıklanıyorsa, o işe devam etmelidir.” (Camiüssağir)
• İslâm’a karşı veya İslâm’ın haram kıldığı işler de haramdır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz faizi ve içkiyi yasaklarken; imal eden, taşıyan, hizmet eden, yazan ve şahidlik eden kimseleri de lânetlemiştir.
Hadis-i şerif’te “Allah-u Teâlâ bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.” buyurulmaktadır. (Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gâye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Bir çok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar,
Oğullar,
Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler,
Salma ve güzel atlar,
Sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi.
Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatidir.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imrân: 14)
1- Allah-u Teâlâ beyanında kadınlardan başlıyor. Zira dünyadaki fitnelerin en şiddetlisi kadınlar sebebiyledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kendimden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Şu kadar var ki kadınlarla ülfetin maksadı ırzını koruma ve çocukların çoğalması olursa, bu durum arzulanan ve teşvik edilen bir husustur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Evleniniz, çok olunuz! Zira ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla geçmiş ümmetler üzerine iftihar ederim.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Dünya bir metâdır, o metânın en hayırlısı ise sâliha bir kadındır.” (Müslim)
2- Çocukları sevmek övünme ve ziynet için olursa Âyet-i kerime’nin hükmüne girer.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” buyurulmuştur. (Kehf: 46)
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Ümmet-i Muhammed’in çoğalması gayesiyle güzel bir terbiye ile yetiştirilirlerse elbette hayırlı bir iş yapılmış olur. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştikleri için anne-baba da onun ecir ve sevabına ortak olurlar.
3- Servete gelince; sahibini gurura kaptırıp onu insanların haklarını çiğneyen bir kişi yaparsa kötüdür.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Her ümmet için bir fitne vardır. Ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî)
“Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buhârî-Müslim)
Kişi o malı elde etmek için bir çok tehlikeyi göze alabilir.
Fakat mal sahibi, serveti ile hem Yaratan’ının hem de insanların haklarına riâyet ederse o mal güzel bir şeydir.
Diğer bir Hadis-i şerif’te:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir!” buyurulmuştur. (Münâvî)
4- Övünmek ve nefsini tatmin etmek için yetiştirilen at, sahibi için vebaldir. İnsanlar bu gibi binekleri hoş gördüler ve sevilecek şey bunlar zannettiler. Bu gibi şeylerin süslü ve hoş görünmesi insanoğlunun fıtrat ve yaratılışı icabıdır.
Sahipleri bunları Allah yolunda kullanmak üzere beslerlerse sevap kazanırlar.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” buyuruluyor. (Enfâl: 60)
At, Allah-u Teâlâ’nın Kur’an-ı kerim’de üzerlerine yemin ettiği yaratıklarındandır. (Âdiyât: 1)
5- Deve, sığır ve hayvanlardan binek ve yiyecek için olanlar, ekilen ve dikilen şeyler de bunun gibidir.
Bütün bunlar insanın Allah’tan uzaklaşmasına ve günah kazanmasına sebep olurlarsa kötüdürler. Zamanımızda bir çok insanlarda görülen durum budur.
Bunların haklarına riâyet edilirse, bunlarla dînî ve vatanî vazifeler yerine getirilirse her biri birer nimettir, ilâhi birer lütuftur.
Bununla beraber hepsi de dünyevîdir, geçicidir, fânidir. İnsan bunlarla yetinmemeli, ebedi hayatını temin etmek için yorulmalıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“De ki:Size bunlardan daha iyisini haber vereyim mi?” (Âl-i imrân: 15)
“Takvâ sahipleri için Rabb’leri katında, altlarından ırmaklar akan ve orada ebedi kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır.
Allah kullarını hakkıyla görücüdür.” (Âl-i imrân: 15)
O, kullarının niyetlerinden de amellerinden de tamamen haberdardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler.” (Mutaffifîn: 26)
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” (Âl-i imrân: 186)
Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâki emr-i ilâhîye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı arttırılır. Rızâ gösteren kulundan da râzı olur. Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Bir Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Andolsun biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Resul’üm! Sabredenleri müjdele.” (Bakara: 155)
İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.
“Bu dünyada güzel işler yapanlara güzellik vardır, ahiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!” (Nahl: 30)
Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının!” (Teğabün: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taattan meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı, dikkatli ve tedbirli olmalıdır.
Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı, ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğabün: 14)
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara hasreden, helâl ve haram sınırlarını gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan kimseler için mal ve evlât birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne denmiştir.
Ashâb-ı kiram’dan Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ ‘ya yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunmuştu
Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfât ise Allah’ın yanındadır.” (Teğabün: 15) (Bakınız, Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır? İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde bulundurmaktadır.
Dünyayı sürekli kalınacak bir yurt yapmadığını, gelip geçici süslerle ve zevklerle bezediğini, yalnızca bir imtihan yurdu kıldığını haber vermek üzere Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini imtihan etmek için yeryüzünde olan şeylere bir ziynet verdik.” (Kehf: 7)
Mal ve mülk, evlât ve ıyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlâttan, kocasına itaat etmeyen kadından daha ziyâde insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında ahiretçe de zararları olacağında şüphe yoktur.
Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ne mallarınız ne de evlâtlarınız huzurumuzda size bir yakınlık sağlayamaz. Ancak iman edip de sâlih amel yapanlar başka.
Onların yaptıklarına karşılık kat kat mükâfât vardır. Onlar cennet odalarında huzur ve güven içindedirler.” (Sebe: 37)
Onlara verilen nimetler hiç tükenmeyecek, mükâfâtları sonsuz olacaktır. Çünkü insan tükenecek, her an geri alınabilecek bir nimetten gönül rahatlığı ile zevk alamaz. Onlar ise her türlü sıkıntı, korku ve eziyetten yana emniyet içerisindedirler.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bak! Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır. Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” (İsrâ: 21)
Bu fark ve değişikliğin esası, Allah-u Teâlâ’nın tercihi ve üstün tutmasıdır ve ancak O’nun iradesinin eseridir. Bunun içindir ki insan, yaptıklarının makbul olması için bütün maksatlarında ahireti tercih etmelidir.
Allah-u Teâlâ bir takım kimseleri zengin veya fakir olmalarının ilâhî bir takdir eseri olduğunu, insanların çoğunun kendilerine mal-mülk verilmesinin bir imtihan olduğunu bilmediklerini, bir istidraç olduğunu takdir edemediklerini, yanlış kanaatler içinde yaşadıklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, başına bir sıkıntı gelince bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimizde: ‘Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir.’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” (Zümer: 49)
Öyle bir imtihan ki, kendisine verilen nimetler hususunda itaat mı edecek yoksa isyan mı edecek kendisi de görsün, sabreden ve şükreden meydana çıksın.
O ise sahip olduğu şeylere kendi kabiliyet ve meziyeti sayesinde sahip olduğunu, kazanç ve ticaret yollarını iyi bildiği için verildiğini söyler durur.
Karun, Firavun ve diğer ümmetlerden birçok kimseler sahip oldukları nimetleri kendi bilgileri sayesinde elde ettiklerini iddia etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ’nın gazabı geldiğinde zekâ ve marifetleri işlerine yaramadı, gelen belâyı başlarından defedemedi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan öncekiler de bunu söylemişlerdi. Amma kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.” (Zümer: 50)
Kazandıkları kendi çabalarının bir sonucu olmuş olsaydı, yine aynı çabayı göstererek ilâhî azaba mâni olabilir, kendilerini kurtarabilirlerdi.
Bazıları Karun gibi yere battı, bazıları Firavun gibi denize garkoldu, her biri bir azap ile helâk edildiler.
“Bunun için yaptıkları kötülüklerin vebâli onları yakaladı. Bunlardan da zulmedenlerin işledikleri kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah’ı âciz bırakamazlar.” (Zümer: 51)
Menkul ve gayr-ı menkul mal vererek dilediği kulunu servet sahibi kılan Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Zengin eden O’dur, sermaye veren O’dur.” buyurmaktadır. (Necm: 48)
Mal bakımından, sıhhat bakımından zengin eder, dilediğini de ahiret zenginliği ile zenginleştirir.
Rızık işi kişinin zekâsının azlığına ve çokluğuna, kulun arzu ve isteğine bağlı değildir. O ancak Allah-u Teâlâ’nın hikmetine ve iradesine bağlıdır. Hakiki müessir O’dur, bütün işler O’nun tasarrufu altında olur. Bütün genişlikler O’nun dilemesiyle meydana geldiği gibi, bütün darlıklar da yine O’nun dilemesiyle olur. Açan ve genişleten de O’dur, sıkan ve daraltan da O’dur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için ibretler vardır.” (Zümer: 52)
Bazı kullarını aklına ve aslına bakmaksızın bir müddet fazlaca merzuk ettiği halde, bir müddet de dar bir rızık içinde bırakır. Nice kimseleri varlıklar içinde yaşatır, nice kimseleri de yokluklar içinde bırakır.
“Allah dilediğine rızkını kolaylaştırır da daraltır da.” (Ra’d: 26)
Bir mümin bilir ki bütün bunlar hikmet-i ilâhînin birer tecellisi, takdir-î ilâhînin birer neticesidir. Yaratan, yaşatan, nimetlerle donatan O’dur.
“Lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Âl-i imrân: 73)
Göklerin ve yerin hazineleri O’nundur. Yorgunluk ve zahmete katlanmadan dilediğine dilediği kadar rızık verir.
Rızık bolluğu kişiyi sevdiğinin bir delili olmadığı gibi, yoksulluk da sevmediğinin bir delili değildir. İster sevsin ister sevmesin, bu husustaki kesin tasarruf O’nundur.
“Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye hesapsız rızık verir.” (Âl-i imrân: 37)
Allah-u Teâlâ fertlere darlık ve bolluk verdiği gibi, toplumlara da bazen darlık bazen bolluk verir. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlik te azıp sapmamalı, her iki halde de Hakk’tan yana olmalı, hayır ve hasenat yapmayı elden bırakmamalıdır.
Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılanların rızıkları hemen kesilip helâk olmazlar. Bol nimetlerle şımarırlar, neticede azab-ı ilâhî bilmeyecekleri bir taraftan ansızın gelir ve helâk olurlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâka yaklaştıracağız.” (Â’râf: 182)
“Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım (önce mühlet verip sonra yakalamam) çetindir.” (A’râf: 183)
Müminler rızık genişliğinin bazen yavaş yavaş helâke götürmek için olduğunu, daraltılmasının da bazen yüceltmek için olduğunu bilerek hareket ederler. Asla şeref ve haysiyetlerini ayak altına almazlar.
“De ki:Şüphesiz ki Rabb’im rızkı dilediğine genişletir, dilediğine kısar.
Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 36)
Malı hayra sarfetmek, malı noksanlaştırmadığı gibi berekete sebeptir. Binaenaleyh hayra sarfetmekle malın tükeneceği zannedilmemelidir. Mal ve evlâdın çokluğu da iyiliğe alâmet sanılmamalıdır.
Takdir-i ilâhîye râzı olmalı, bir nimete nâil olunca kadrini bilmeli, şükrünü ifâ etmeye çalışmalı, bir sıkıntıya düşünce de sabretmeli, asla ümitsizliğe kapılmamalıdır. Genişlik anında aşırı sevinmeye gerek olmadığı gibi, darlık zamanında da ümitsizliğe gerek yoktur.
Allah-u Teâlâ’nın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kimin zenginliğe kimin de yoksulluğa müstehak olduğunu en iyi bilen O’dur.
“Allah, kullarından dilediğine rızkı bol bol verir, dilediğine de kısar şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Ankebût: 62)
Bunu görenler bollukta da darlıkta da imanlarını tam tutarlar, Allah’ı unutanlar gibi haris ve cimri olmazlar. Meşru maişet sebeplerine tevessül ederler.
Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetleri yine O’nun yolunda sarfederler. O’nun kurduğu bu düzen ve kanunlara uyanlar dünya saâdetine, ahiret selâmetine kavuşurlar. Bu ahlâki mükemmellik asla bir müşrikte bulunmaz. Uymayanlar ise kendilerine yazık etmiş olurlar.
Ãyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner. Gazabım kimin üzerine inerse, şüphesiz ki o mahvolur.” (Tâhâ: 81)
“Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım.” (Tâhâ: 82)
“Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine geniş geniş vermekte, dilediğinin rızkını da daraltmaktadır.
Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm: 37)
Âyet-i kerime, kendilerine isabet eden ihtiyaçtan ve bir musibetten dolayı ümitsizliğe kapılanları teselli mahiyetindedir.
O’nun açtığı rahmet hazinesini hiç kimse kapayamaz, O’nun kapadığı bir hazineyi de açabilecek bir mahlûk mevcut değildir. Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazineler O’nundur.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar.
Şüphesiz ki O her şeyi bilendir.” (Şûrâ: 12)
Herkesin haline uygun olanı en iyi bilen O’dur. Şu halde rızık hususunda herkesin eline geçen miktar, kendisi hakkında hayırlı olandır.
Hiç kimsenin karışmaya ve itiraz etmeye salâhiyeti olamaz. Mülkün sahibinin hiçbir işine mahlûkun aklı ermez.
Nice zenginler sonradan fakir düşmekte, nice fakirler de sonraları zengin olmaktadır.
Âlemin içinde bulunduğu düzen, hem zenginin hem de fakirin varlığını gerekli kılmaktadır.
Herkesin rızkını bol bol kılmış olsaydı, o varlıklara güvenerek gurura, kibire ve isyana dalarlar, birbirlerine karşı üstünlük sevdasına kapılırlar, aralarında husumetler düşmanlıklar başgösterirdi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görendir.” (Şûrâ: 27)
“Rabb’in dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bunu bir ölçüye göre verir.
Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görür.” (İsrâ: 30)
Nitekim bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık verirsem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalplerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım” (Kenz’ül-Ummâl)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Nihayet o gün dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür: 8)
Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır. Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilen, içilen, giyilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye tutulacaklardır.
O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp helâlinden mi harcadıkları, haramdan kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp yapmadıkları bir bir sorulacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki arkadaşı ile Ebu Eyyûb el-Ensârî -radiyallahu anh-in evine gitmişlerdi. Onlara hem tazesinden hem de kurusundan hurma ikram etti. Ayrıca bir oğlak keserek pişirdi ve önlerine koydu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ekmek, et, kuru ve olgun hurma!..” diyerek mübarek gözleri yaşardı, daha sonra şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât’a yemin ederim ki, işte bu kendisinden sorguya çekileceğiniz nimetlerdir.” (İbn-i Hibban)
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona ayrılıp verilmiş gibi olur.” (Tirmizî: 2449)
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O’nun, her lütuf O’ndan. İnsan üzerinde öyle nimetler var ki; O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmemiştir. Sadece Zât-ı akdes’ini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istemiştir.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?” (En’âm: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb’ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–”Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?” diye sordu.
Ashâb:
–”Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
–”Parasız verilse ister misiniz?” buyurdu.
–”Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?” dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–”Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah’a göre de dünya bundan daha değersizdir.” (Müslim)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Onun için aldanmaya gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â’lâ sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sini okuyarak şöyle buyurmuştur:
“Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik.”
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedi olana tercih ederler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.” (Hûd: 15)
Kâfirler âhirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karışılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkanlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. İnkârlarından dolayı onlara şiddetli azap tattırırız.” (Yunus: 70)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici, âhiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” (Fâtır: 5)
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat:
O, gökten indirdiğimiz suya benzer ki, o su sayesinde yeryüzünün bitkileri birbirine karışır, arkasından da rüzgârın savurduğu çöp kırıntısı hâline döner.
Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.” (Kehf: 45)
İşte dünya hayatının sonu böyledir. Başlangıçta pek güzel bir manzara teşkil ediyor, daha sonra bir felâketle mahvolup gidiyor.
Servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına ait birer ziynettir. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan sâlih ameller ise Rabb’inin katında hem sevapça daha hayırlıdır, hem de ümit etmeye daha lâyıktır.” buyuruluyor. (Kehf: 46)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde dünya hayatının az bir süre ve bir geçimlik olduğuna dair, yağan yağmur sebebiyle yeşeren bitkilere kısa bir ömür verilmesini misal olarak beyan buyurmaktadır:
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz yağmura benzer. O yağmurla insan ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir; yeryüzü renk renk, çeşit çeşit mahsullerle süslenir.
Yerin sahipleri bütün bunlara malik olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün birden emrimiz geliverir de, orayı hiçbir şey bitirmemişe çeviririz.
İşte biz âyetlerimizi, düşünen insanlar için böylece apaçık beyan ederiz.” (Yunus: 24)
Dünyanın, kıyametin kopmasından az önceki durumu işte budur.
Bu misallerden ders alabilenler, ancak tefekkür kabiliyeti olan kimselerdir.
Geçici ve gidici bir hayatın lezzetlerine aldanarak, ahiret için hiç bir hazırlık yapmayanlar; tıpkı hasadından emin olunan olgun bir bitkinin, âniden bir felâketle karşılaşması gibi, onlar da bu yaptıklarının karşılığını bir felâket olarak bulurlar.
Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer.
Ömrünü Allah yolunda değerlendirenler, ebedi saâdetin yolunu seçmiş olurlar:
“Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Yunus: 25)
Öyle bir cennet ki, orada; herhangi bir kayıp, felâket, üzüntü ve sıkıntı, acı ve tasa yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim: 2956)
Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ’nın Cennet-i âlâ’da ona bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün, cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.
Allah-u Teâlâ, ahirete müteveccih olmayan dünya hayatının nefreti mucip âkıbetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah’ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla türlü türlü renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin?
Sonra onlar kurur da sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu kuru bir çöpe çevirir.
Şüphesiz ki bunlarda akl-ı selim sahipleri için bir öğüt vardır.” (Zümer: 21)
Allah-u Teâlâ bu ve buna benzer Âyet-i kerime’lerde gökyüzünden indirmiş olduğu suyu, bu su ile bitirmiş olduğu ekinlerin ve meyvelerin, daha sonra çer-çöp haline gelişini dünya hayatına misal olarak vermektedir.
İşte fâni dünya budur. Günleri mahduttur ve muvakkattır. Servet ve sâmânı ise emânettir. Kendisine gönül bağlayanlar için aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür.
“Sanki orada hiç yaşamamışlardı.” (Hûd: 95)
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.
Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.
Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rabb’lerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile rızâ-i İlâhî’yi ararlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki:Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.
Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!” (Ankebût: 64)
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler.
İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir.” (İbrahim: 18)
Dünyada iken kendilerinin hak üzere olduklarını zanneden bu bedbahtlar; hayatları boyunca yapmış oldukları iyiliklerin bir yığın kül kadar değeri olmadığını, bunlardan kendilerine hiç bir menfaat olmadığını görecekler, onlara en çok muhtaç oldukları bir zamanda yoksun kalacaklar, pek büyük bir sapıklığa düşmüş olduklarını anlayacaklardır.
Öyle ki, mahşer gününde ilâhi teraziye koymaya değecek en ufak bir iyilik bile bulamayacaklar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Kâfir, kendisine fayda sağlayacak iyilikler yaptığını zanneder. Allah-u Teâlâ kıyamet gününde onu hesaba çektiğinde ve amelleri bir bir sayıldığında, kabule şayan hiç bir şey bulunmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnkâr edenlerin amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah’ı bulur, Allah da onun hesabını görür.
Allah hesabı çabuk görendir.” (Nûr: 39)
Çünkü birinin hesaba çekilmesi, diğerinin hesabının görülmesine mâni olmaz. Allah-u Teâlâ seriül-hisab’dır. Hesap bir anda olup biter. O hesabı uzak sanmamalıdır.
Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok olur.
Hakk’tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiç bir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah’ı bulur.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ederiz.” (Furkân: 23)
Küfür taassubu insanın hakikatı görmesini engelleyen, basiretini bağlayan, çırpındıkça boğulmasına yol açan korkunç bir zulmettir. Kâfir bu yüzden Allah-u Teâlâ’nın hidayetinden mahrum olmuş ve karanlıklar içinde kalmıştır.
Allah-u Teâlâ onların hallerini Âyet-i kerime’sinde ikinci bir misalle beyan buyurmaktadır:
“Veya engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter.
Karanlıklar üstünde karanlıklar... İnsan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez.
Allah kime nur vermemişse onun nuru yoktur..” (Nûr: 40)
Âyet-i kerime riyakârlık için hayırlı işlerde bulunanları da içine almak üzere, kâfir ve münafıkların durumlarını beliğ bir şekilde tasvir etmektedir.
Yaptıkları işler korkunç dalgaların çalkalandığı, karanlıkların bürüdüğü bir denize benzetilmektedir. Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı, bulutların karanlığı o derece yoğunlaşmıştır ki, böyle bir denizde olan insan zifiri karanlıklar içinde kaldığı için, kendisine en yakın olan şeyi bile göremez.
Kâfirin durumu ise budur. İnkâr ve sapıklık karanlıkları içinde bocalayıp durur. Gün gibi açık olan gerçekleri kabul etmemek için inadında ısrar eder. Nasıl bir zulmet içinde bulunduğunun farkına varamaz.
Kâfir, amelinden hiçbir fayda görmediği gibi, büyük bir zararını da behemehal görecektir. Amelinin esasını teşkil eden küfrü, ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın saptırdığını yola getirecek yoktur, onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bocalayıp dururken bırakır.” (A’râf: 186)
İnsanların düşünüp Hakk’ı kabul edebilmeleri için Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her hususu en güzel bir şekilde açıklamış, bu açıklamalarla kesin delilleri apaçık ortaya koymuş, ruhlar üzerinde derin izler bırakabilecek bir usül ve üslup ile tebliğde bulunmuştur.
Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Kur’an’da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde açıklamışızdır.” (İsrâ: 89)
Aynı konu bir şekilde, sonra bir başka şekilde, daha sonra da daha başka bir şekilde tekrarlanmış, her defasında ayrı ayrı deliller ortaya koymuştur.
Kur’an-ı kerim edebi ve ebedi bir mucizedir. Bütün beşeriyete dünyada ve ahirette mesut bir hayat yaşayabilmeleri için en lüzumlu ve en faydalı hükümleri ve vazifeleri tebliğ ve teklif buyurmaktadır.
Bununla birlikte Hakk ve hakikate teslim olunacak yerde, getirilen açık delillere rağmen insanların çoğu inkârla karşılık verdiler.
“Yine de insanların çoğu inkârda direndiler.” (İsrâ: 89)
Karşılarında apaçık tecelli eden o hakikat nurundan istifade edemeyip zulmetler içinde kaldılar.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ hakikati duyurmak ve gözler önüne sermek için sivrisinek veya örümcek gibi ehemmiyetsiz gibi görünen hayvancıkları misal olarak vermekten kaçınmayacağını haber vermektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz ki Allah sivrisinek veya ondan daha küçüğüyle misal getirmekten çekinmez.” (Bakara: 26)
Misal; bir şeyin benzeri demektir. Delil ve numune olarak söylenen söz manasında kullanılmaktadır. Böyle bir şeyi hikâye etmeye de “Darb-ı mesel” denir. Bunun faydası ise anlatılmak istenilen şeyin güzelliğini veya çirkinliğini, zihinlerde kalacak şekilde göstermekten ibarettir. Bazı hakikatlerin misal ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır.
Bir misal ister sivrisinekle isterse küçüklükte ondan daha aşağı derecede olan başka bir şeyle getirilsin hiç farketmez. Allah-u Teâlâ sivrisineği yaratmaktan çekinmediği gibi, onunla misal getirmekten de çekinmez. Büyüğü de küçüğü de yaratan O’dur. Büyükteki ilâhi kudret ne ise küçükteki de odur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde misaller vermek suretiyle insanları imtihan etmektedir:
“İman edenler böyle misallerin Rabb’lerinden gelen bir hak olduğunu bilirler.” (Bakara: 26)
Hak; aklın inkâr edemeyeceği derecede sabitliği kesin olan gerçek demektir.
İster büyük olsun ister küçük olsun, müminler imanları sayesinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine gelen her beyandaki ilahi hikmetlere bağlanırlar ve bunun Rabb’leri katından gelme bir hak olduğunu bilirler, asla itiraz etmezler. Bu sebeple de hidayete ermiş, ilâhî nimetlere kavuşmuş olurlar.
“Kâfirler ise ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler.” (Bakara: 26)
Ne söylediklerinin farkında olmayan şaşkınlar, böyle bir şeyi hafife almak, küçümsemek ve zihinleri bulandırmak isterler.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere tehdit yoluyla şu şekilde cevap vermektedir:
“Allah bu misalle bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da hidayete erdirir.” (Bakara: 26)
Böylece kâfirlerin dalâleti, müminlerin de hidayeti artar.
Karşılaştığı herhangi bir ibtila ve imtihan, müminin Allah-u Teâlâ’ya yönelişini ve teslimiyetini artırır. Aynı ibtila kâfir veya münâfığın başına gelmiş olsa, onun da sarsılmasına, Hakk’tan uzaklaşmasına sebep olur.
“Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır.” (Bakara: 26)
Onlar cehaletlerini anlamayarak Kelâmullah’a itirazda bulunurlar, bu sebeple de sapıtarak Hakk yoldan çıkarlar.
Allah-u Teâlâ fasıklıkları sebebiyle saptırılmayı hak etmiş kimselerin vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar ki, kesin söz verip bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozarlar.
Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler.
Yeryüzünde fesat çıkarırlar.
İşte onlar gerçekten zarara düşmüş olanlardır.” (Bakara: 27)
Bunların Allah-u Teâlâ ile aralarındaki her türlü söz ve ahid bozulmuştur.
Zât-ı ilâhi ile bunlar arasındaki her türlü alâkalar kesilmiştir. Güzel amel yapmazlar, müminlerle dostluğu terkederler.
Yeryüzündeki her türlü fesadı bunlar çıkarırlar.
Bunun içindir ki müminlerin hidayete ermelerine, Hakk yolunu bulup istikamet üzere bulunmalarına sebep olan misaller; onların sapıklığa düşmelerine sebep olmuştur. Müminlerin hidayete ermeleri ise azgınlıklarını kat kat artırmıştır.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde müşriklerin Hâlik-ı azimüşan’ı bırakıp da taptıkları şeylerin bir sinek bile yaratmaktan aciz olduklarına dair misal vermektedir:
“Ey insanlar! Size bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin!” (Hacc: 73)
Bu misalde bir gerçek anlatılmaktadır, bu misale kulak verin, onu anlamaya çalışın.
“Şüphesiz ki sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız bu iş için bir araya gelseler dahi bir sinek bile yaratamazlar.” (Hacc: 73)
Sinek yaratmak için toplanacak olsalar, küçüklüğüne rağmen bunu dahi başaramazlar. Bu onların sineği yaratmalarının imkansız olduğunun açık bir delilidir. Bir sineği yaratmak, bir fili yaratmak kadar imkansız bir şeydir. Hususiyetle sinekten söz edilmesi, onun güçsüz görülmesidir. Bunca küçüklüğüne rağmen sineği yaratmaktan aciz olanların daha büyük şeyleri yaratmaktan aciz olacakları açık bir gerçektir.
“Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar.” (Hacc: 73)
Zira sinek canlı olduğu için bu hususta onlardan daha güçlüdür. Uçma kaçma gibi kabiliyetleri vardır.
“İsteyen de aciz istenen de.” (Hacc: 73)
Tapan da tapılan da aciz. Putlar kendilerinden alınanı istemekten aciz oldukları gibi, alıp götürdükleriyle sinek de acizdir.
“Onlar Allah’ı lâyıkıyla takdir edip bilemediler.” (Hacc: 74)
Bundan dolayı da Hakk’ı bırakıp bâtıla sarıldılar.
“Şüphesiz ki Allah Kavî’dir, Âziz’dir.” (Hacc: 74)
Güçlüdür, hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. Üstündür, hiçbir şey O’ndan üstün olamaz.
Kudret ve kuvvetiyle her şeyi yaratan Kavî, kahrı ve galebesi ile her şeyi mağlup eder Azîz’dir.
Kimse O’nun isteğine mani olamaz, azamet ve hükümranlığı karşısında hiç kimse O’na üstünlük sağlayamaz.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bâtılın peşine takılıp Hakk’ı ve hakikati inkâr edenlerin, Zât-ı akdesinden başka ilâhlar edinip onlardan meded umanların durumlarını bir misal ile beyan buyurmaktadır:
“Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendisine yuva yapan örümceğin misali gibidir.” (Ankebût: 41)
Böyle bir yuva; zayıf, güçsüz, gevşek bir haşere olan örümceği ne soğuğa ne de sıcağa karşı koruyabilir. Batılın tutunduğu ip de örümcek ağı gibi çok çürük ve zayıftır.
“Halbuki eğer bilseler evlerin en çürüğü en dayanıksızı örümcek yuvasıdır.” (Ankebût: 41)
Ondan daha çürük ev olamaz. Örümcek, içinde barınmak için emek çeker ev yapar, fakat ufak bir rüzgârla yıkılır gider, evden eser kalmaz.
İşte o örümcek kafalı müşriklerin dayanakları da böyle çürüktür.
Bu durumu bilmiş olsalardı, elbette Allah’tan başka dostlar edinmezlerdi.
“Allah, onların kendisinden başka ne gibi şeylere tapındıklarını şüphesiz ki bilir.
O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Ankebût: 42)
Nihayetsiz bir güç ve yegane kudret sahibi O’dur. Her işi hikmet olan, mülkünü kendi hüküm ve hikmetine göre idare eden mutlak hakim O’dur.
“İşte misaller... Biz onları insanlar için irad ediyoruz. Âlim olanlardan başkası onları anlamaz.” (Ankebût: 43)
Bu misallerin faydalarını, doğruluğunu, güzelliğini ancak ilimde derinleşmiş hakiki âlimler anlarlar. Çünkü misaller, üstü kapalı mânâların anlaşılmasının yoludur. Böylelikle bu misaller bu gizli mânâları açığa çıkartır ve kavramayı kolaylaştırır. İlm-ü irfanı olmayanlar, bu misallerden bir mânâ çıkaramazlar.
Allah-u Teâlâ iman nurundan mahrum olanların durumlarını Âyet-i kerime’lerinde temsil ve tasvir buyurmaktadır:
“Onların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumuna benzer.” (Bakara: 17)
Bunlar hidayet karşılığında dalâleti satın alan kimselerdir. Küfür ve nifakları, isyan ve tuğyanları sebebiyle iman nurunu söndürmüşler ve büyük bir şaşkınlık içine düşmüşlerdir.
“Ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah onların nurunu giderir ve onları karanlılar içinde bırakır. Artık onlar hiçbir şeyi görmez olurlar.” (Bakara: 17)
Adam ateşi yakıp çevresindekileri aydınlatınca, sağından ve solundan onu görenler ateşten faydalanıp çevreye alışınca, birdenbire ateş söner, zifiri karanlık içinde kalırlar. Artık ne önlerini görebilirler ne de yollarını bulabilirler.
Hakikat önlerinde ayan-beyan tecelli ettiği halde, bunlar gözlerini kapayıp Hakk’tan yüz çevirmişlerdir. Bu sapıklıklarının lâyık bir cezası olarak da zulmetler içinde bırakılmışlardır. Bu sebeple onlar uzaklaşmış oldukları hidayete tekrar dönemezler.
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.” (Bakara: 18)
Kulaklar, diller ve gözler Hakk’ı bulmak, hakikat yolunda yürüyebilmek için yaratıldıkları halde; onlar kendi fıtrî istidatlarını dalâlet yolunda kazanmaya sarfettikleri için, hidayete giden yollar kapanmıştır. Artık kendilerine gelemezler, tamamen şaşkındırlar. Hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler, kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler, basiretleri kördür, Hakk ve hakikati görmek istemezler, hidayet yoluna dönmezler.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Üzerine ölüm baygınlığı çökmüşcesine gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün.” (Ahzâb: 19)
Tevbe etmezler, artık İslâm’a dönemezler.
Allah-u Teâlâ onların durumlarını daha fazla açıklığa kavuşturmak ve izah etmek için ikinci bir misal getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Yahut onların hali, gökten sağnak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir.
Yıldırımlardan ölme korkusuyla, parmaklarını kulaklarına tıkarlar.
Halbuki Allah o inkârcıları çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara: 19)
Buradaki misalde İslâm dini sağnak yağmura benzetilmiştir. Çünkü gönüller onunla hayat bulur. Yeryüzünün hayat bulması ise yağmur iledir.
Karanlıklar; küfür, nifak, şüphe ve tereddüt karanlığıdır.
Bu gibi kimseler kendilerine yöneltilen öğütler karşısında, müthiş bir hadise ile karşılaşmış gibi olurlar. Ölümden korktukları için parmakları ile kulaklarını tıkarlar. Fakat gerçekte onlar kendilerini kurtaramazlar. Çünkü Allah-u Teâlâ onları her taraflarından kuşatmıştır. Onların üzerinde iktidar sahibidir. Dilerse yıldırımlarla kulaklarını, şimşek parıltıları ile gözlerini giderir.
“O esnada şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar. Etraflarını aydınlatınca bir kaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalırlar.” (Bakara: 20)
Gözlerinin nurunu yok edeceğinden korkmalarına rağmen, bir şimşek çakıp parladığında, bunu fırsat bilip bir kaç adım atarlar. Parıtlılar yok olunca herhangi bir çukura düşme korkusuyla yürüyemezler, oldukları yerde çakılıp kalırlar.
İlâhi bir imtihan olarak zaman zaman kuvvet bulduklarında, bunun parıltısında yaşamaya çalışırlar. Fakat bu ruhsat devam etmez, yükselişleri alçalışa döner, ruhsat ellerinden alınır.
“Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi.
Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara: 20)
Gökte ve yerde hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz.
Sözlerin en güzeli, Allah-u Teâlâ’ya uluhiyet ve vahdaniyetini anlatan “Lâ ilâhe illâllah” Kelime-i tevhid’idir.
Allah-u Teâlâ bütün insanlar için bir uyanma vesilesi olmak üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.” (İbrahim: 24)
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine tevhid tohumu düşürür. Tevhid tohumu her şeyden evvel kemâl bulmuş bir elden kalbe düşmesi gerekir. Ancak kemâle ermiş bir tohum filiz verir. O incecik filiz büyüdükçe toprağı yarıp geçer, neşvünemâ bulur, ağaç olur.
Kökü derinlerde sabit olduğu için yerinden kopması ve devrilmesi mümkün değildir. Dallarının genişleyip yükselmesi, kökünün ve gövdesinin gücünü göstermektedir.
Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir ağacın şüphesiz ki meyvesi de o nisbette olur.
“O güzel ağaç Rabb’inin izniyle her zaman meyvesini verir.” (İbrahim: 25)
Uhuvvet bağlarını kuvvetlendirir, insanları birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir.
Ruhlara serinlik, gönüllere itminan verir; her türlü huzursuzlukları bertaraf eder.
Kötü düşünceleri iyiye ve güzele doğru çevirir.
“Allah böylece insanlara misaller getirir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” (İbrahim: 25)
Bu gibi misaller nice hakikatleri anlatmaya vesile olur. Anlatılmak istenen manalar zihinlerde daha çok canlandırılmış olmakla tam bir anlayış husule gelir.
“Güzel bir söz’ün tam tersi ise “Kötü bir söz”dür.
Kötü söz; Yaratan’ı tanımamak, O’nun azameti ve kudreti karşısında bilgisiz kalıp inkâra yeltenmektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kötü bir söz ise, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer.” (İbrahim: 26)
İşte küfür de böyledir. Ne kökü ne de dalları vardır. Öyle olur ki yükselebilir de uzayabilir de, hızlı da gelişebilir. Hatta bazı kimseler onun hakikat ağacından daha iri ve daha güçlü olduğu vehmine kapılabilirler. Fakat onun bu görünümü geçicidir, içi koftur. Kökü derinlere gitmez, yıkılmaya mahkûmdur.
Kötü söz ruhlara sıkıntı ve tiksinti verir. Kalplerin kırılmasına, uhuvvet bağlarının koparılıp yerini kin ve nefretin almasına yol açar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Rabb’lerini inkâr edip küfre sapanların durumu, tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler.
İşte bu uzak bir sapıklıktır.” (İbrahim: 18)
Sağlam bir temele oturmayan amelleri, iş ve icraatları yıkılır gider, onlara en muhtaç oldukları zamanda onlardan yoksun kalırlar. Hayatları boyunca kazandıklarının bir yığın kül kadar değersiz olduğunu görürler.
Allah-u Teâlâ yarattığı şeyleri muhtelif şekillerde yaratmasındaki ilâhî kudretine dikkatleri çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İki deniz bir değildir. Birinin suyu pek tatlı ve serinleticidir, içimi de kolaydır. Diğeri ise tuzlu ve acıdır.” (Fâtır: 12)
Suyun türlü türlü yaratılışında bir çok hikmetler vardır. Kaynak ve kuyu gibi toprak altı suları ile, nehir ve göl gibi yer üstü suları tatlı ve serinleticidir. İnsanlar ihtiyaçlarına göre bu sulardan içerler ve tat alırlar.
Su hayatın kaynağıdır, hayat için lüzumlu olan maddelerden birisidir. Âyet-i kerime’lerde canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı beyan buyurulmaktadır. Bitki ve hayvan gibi bütün hayat şekillerinde de su mevcut olup, su olmayınca hayatlarını devam ettiremezler.
Deniz ve okyanuslardaki sular ise alabildiğine acıdır. Acılığı ve aşırı tuzluluğundan dolayı içenin boğazını yaktığı gibi içini de yakar kavurur.
Suyu tuzlu ve tatlı olan iki deniz, yani acı ve tatlı sular birbirine eşit olmadığı gibi bu Âyet-i kerime’de mümin ile kâfirin veya İslâm diyarı ile küfür diyarının da temsil yolu ile farkına işaret vardır.
Mümin iman nûru ile münevver, diğeri ise küfür zulmeti ile karanlıktır. Birisi imanı sebebiyle Hakk katında makbul, diğeri küfrü sebebiyle merduttur. İman her bakımdan menfaat olduğu gibi küfür ise her bakımdan mazarrattır.
“Böyle iken her birinden taze balık yersiniz.” (Fâtır: 12)
Tuzlu denizde de tatlı balık oluyor, tatlı sularda da oluyor. Her biri farklı cinslerde ve şekillerdedir. Tatları da değişiktir.
“Ve takındığınız süs (eşyalarını) çıkarırsınız.” (Fâtır: 12)
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar.” buyuruluyor. (Rahman: 22)
Allah-u Teâlâ topraktan hububat ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi, sudan da insanlar için inci ve mercan çıkarmaktadır. Bu cevherler süs eşyası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda ticaret nimetlerindendir. Nimetlerinin inceliklerini kullarına hatırlatan Allah-u Teâlâ, sayıya ve hesaba gelmeyen nimetlerini tamamlayarak mükemmellik noktasına ulaştığını göstermektedir.
“Gemilerin denizde suyu yara yara gittiğini görürsün.” (Fâtır: 12)
Bu ise görenler için pek büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedir. İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmazlar. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın izni ve iradesi ile yüzmektedirler.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Denizde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nundur.” (Rahman: 24)
Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır. Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.
“Bu, Allah’ın size bağışladığı nimetleri arayıp bulmanız içindir. Umulur ki artık şükredersiniz.” (Fâtır: 12)
Uçsuz bucaksız nimetlerini gözler önüne sermiş, şükür vazifelerini yerine getirmeleri için de şükür sebeplerini müyesser kılmıştır.
•
Haddi zatında Allah-u Teâlâ, göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi lütfu ve rahmetinin bir eseri olarak kullarının emrine boyun eğdirmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar.” (Fâtır: 13)
Birinden alır diğerine ilâve eder veya aksini yapar. Bu şekilde yaz ve kış uzayıp kısalırlar. Bu durum uçsuz ve bucaksız hakimiyetinin bir tecellisidir. Hiç kimse bunu inkâr edemez. Çünkü herkesin gözünün önünde cereyan etmektedir.
Bütün bunlar gönüllere huzur ve sükun verir.
“Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Her biri belirli bir süreye kadar hareketine devam eder.” (Fâtır: 13)
Kendi yörüngeleri etrafında dönüşleri kıyamete kadar sürer. Bu Azîz ve Alim olan Allah-u Teâlâ’nın takdiridir.
Kısacası:
“İşte bu Rabb’iniz olan Allah’tır. Hükümranlık O’nundur.” (Fâtır: 13)
Bütün mükevvenât O’nun hakimiyeti ve mülkiyeti altında bulunmaktadır.
“O’nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değildirler.” (Fâtır: 13)
Onlar gökten ve yerden hiçbir şeye, hatta hiçbir değeri olmayan kabuğa bile sahip olamazlar.
“Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler.” (Fâtır: 14)
Çünkü onlar işitmeyen ve anlamayan mahlûkturlar. Hâlik’ı bırakıp mahlûka perestiş yapmak sapıklıkların en büyüğüdür.
“Faraza işitseler bile size cevap veremezler.” (Fâtır: 14)
Onlardan istenilen hiçbir şeyi yapmaya güçleri yetmez, hiç kimsenin hiçbir arzusunu yerine getiremezler.
Bu durum dünya hayatındadır. En büyük korku günü olan ahirette ise Allah-u Teâlâ onları konuşturduğunda bu gibi sapıklıklardan uzak olduklarını söyleyecekler.
“Kıyamet gününde de şirk koşmanızı inkâr ederler.” (Fâtır: 14)
Bir kimsenin menfaat beklediği yerden zarar görmesi büyük bir üzüntü olduğu gibi, beklediği menfaatın ele geçmemesi de ayrıca bir üzüntüdür.
Allah-u Teâlâ bu gibi haberleri zâtından başkasının haber veremeyeceğini beyan buyurmaktadır:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
İşlerin gizliliklerini ve sonucunu, doğrusunu ve hakikatini ancak O haber verir.
Kendisinin herkesten müstağni olduğunu, buna karşı bütün yaratıkların kendisine muhtaç olup huzurunda boyun eğdiğini haber vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır.” (Fâtır: 15)
Bu hitap Allah-u Teâlâ’nın engin nimetlerini kendilerine hatırlatmak için bütün insanlığa yapılmıştır.
Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrüne ve ibadetine ihtiyacı yoktur. İhtiyaç mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O’nun ihsan ve nimetlerine muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ zâtında Mahmud’dur, kullarının hamd ve senâsına ihtiyacı yoktur. O zaten kendisine hamd edilmiş olandır. Fakat vermiş olduğu nimetler karşılığında kullarının hamdetmeleri vâciptir.
O’nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için insanların bu hakikati bilmeleri gerekir.
Allah-u Teâlâ bütün kâinatı yaratan kudretin Zât-ı akdes’i olduğunu kâfirlerin de ikrar ve itirafa mecbur olduklarını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah!..’ derler.
De ki:Hamd Allah’a mahsustur.
Hayır, onların çoğu bilmezler.” (Lokman: 25)
İnsanlar kendi fıtratlarına döndüğü, kendi vicdanlarına danıştıkları zaman bu apaçık gerçeği görebilirler. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’ya başkalarını ortak koşmaktadırlar. Fazlasıyla uyarıldıkları halde uyanamamaktadırlar. Çoğu kişiler düşünüp tefekkür etmezler. Bu hususa dikkatleri çekilecek olsa, gereken şekilde dikkat etmezler.
Gökler ve yer Allah-u Teâlâ’nın mahluku olunca göklerde ve yerde bulunanlar da şüphesiz ki O’nundur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Şüphesiz ki Allah ganidir ve övülmeye en çok lâyık olandır.” (Lokman: 26)
Bütün hamd ve övgüler O’na mahsustur. Her şey O’na muhtaçtır. Hiç kimse O’nu övmese dahi O, övenlerin övmelerinden, hamd edenlerin hamdinden müstağnîdir. Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki sebebiyle O’na hiçbir eksiklik ve noksanlık ulaşmaz.
O’nun ilim ve kudretinde bitmez-tükenmez incelikler, uçsuz-bucaksız sırlar vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)
Hiçbir şey O’nun ezelî ilminden ve hikmetinden dışarı çıkamaz.
Allah-u Teâlâ burada azamet ve kibriyâsından, celâl ve kemâlinden, en güzel isimlerinden, ilâhî sıfatlarından, hiçbir beşerin künhüne ulaşamadığı tam ve mükemmel olan sözlerinden haber vermektedir.
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın kudretinin ve ezelî ilminin noksansız ve hudutsuz olduğunu gösteren bu Âyet-i kerime’ler, kâfirlerin ölüm sonrası dirilişi inkâr etmelerini boşa çıkarmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir.
Şüphesiz ki Allah işitendir, görendir.” (Lokman: 28)
Çünkü Allah-u Teâlâ bir şeyin olmasını dilediği zaman ona “Ol!” der, o da derhal oluverir.
Bir tek şeyin yaratılışıyla bir çok şeyin yaratılışı arasında fark yoktur. Bir tek kişinin diriltilmesiyle milyonlarca kişinin diriltilmesi arasında da hiç fark yoktur. Bütün bunlar O’na göre kolaydır ve hiçbir şey O’na zor gelmez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim emrimiz ancak bir göz açıp kapanana kadar bir tek andır.” (Kamer: 50)
Bir şeye ancak bir kere emreder. Az da, çok da O’nun kudreti açısından birdir.
Allah-u Teâlâ kudret ve azametini gösteren dış âlemdeki delillere işaret ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmez misin ki Allah geceyi gündüze ve gündüzü de geceye katmaktadır. Güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Bunların her birisi belirli bir süreye kadar hareketine devam eder.
Ve şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” (Lokman: 29)
Yaz günlerinde geceden alarak gündüze katar, gündüz uzayıp gece kısalır. Gündüzler iyice uzadıktan sonra kısalmaya başlar, daha sonra gece uzayıp gündüz kısalmaya başlar. Bu da kışın olur.
Geceyi gündüze, gündüzü de geceye katması; dünyanın hem iki hareketine, hem de dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğüne işaret etmektedir.
Güneş ve ayın belirlenmiş bir vakte kadar hareketlerini sürdürmeleri takdir edilmiştir. Her ikisi de bu takdire bağlı bulunmaktadırlar. Hareket sürelerinde bir şaşma ve aksama olmaz.
Şu kadar var ki bu durumun devamlı olarak gözler önünde cereyan etmesi, bir çok kimselerin bu manzara karşısında basiretlerini kaybetmesine sebep olmaktadır. Şaşmayan ve aksamayan bu tertip ve düzeni görememektedirler.
Allah-u Teâlâ gösterilen bu kudret eserlerinin hakiki sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü Allah Hakk’ın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır.
Doğrusu Allah çok yücedir, büyüktür.” (Lokman: 30)
Kendisinden daha yüce bulunmayan yücedir ve her şey O’nun azameti karşısında boyun eğmiştir:
“Görmez misin ki, gemiler denizde Allah’ın nimetiyle akıp gider. Böylece size âyetlerini (varlığının delillerini) gösterir.
Bunlarda pek sabırlı ve çok şükreden kimseler için âyetler (işaretler) vardır.” (Lokman: 31)
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmamış olsaydı, hiç şüphesiz ki gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.