Ömürlerini papazların ve hahamların kucağında, kâfirlere yaltaklık ve yalakalık etmekle geçiren narcılar; hayatını at sırtında, cihâd-ı ekber yolunda harcayan Fâtih gibi bir İslâm hükümdarını kendileriyle aynı kefeye koymaya kalkışarak, cehâlet ve ahmaklıkta yeni bir çığır açtılar. Çaldıkları minareye kılıf arayan bu şaşkın münâfıklar, küfürlerini örtbas etmek için şimdi de Fâtih’in “Bosna ahidnâmesi”ni dillerine dolamışlar; bu “ahidnâme”nin, geçmişteki müslümanların “Hoşgörü ve diyalogda ne denli ileri olduğunun bir göstergesi”(1) olduğunu iddia ediyorlar!..
Neşrî’nin “Kitâb-ı Cihânnümâ”sında naklettiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân “harâcını te’hîr idüb göndermemiş” olan Bosna kralı Stephan’a Mihâloğlu Ali Bey’i elçi olarak göndermiş ve beraberinde yolladığı “nâme”de, kendisine karşı serkeş ve isyankâr bir tavır takındığı için, “Ya harâc ver, yâhud hâzır ol, serû katına varırum!” diyerek kralı tehdit etmişti.(2) Şu kadar var ki, “elçi kırâla varub, pâdişâhun hükmüni kırâla gösterdi”ği zaman, “kırâl nâmeyi okuyub mazmûnuna vâkıf olıcak” küstahlığını daha da ileriye götürerek, yanındakilere; “Tiz bu Türk’ü dutup öldürün!” diye emir verdi.(3)
Kral’ın tecrübe sâhibi “âkil vezîrü”, Fâtih’in kâfirlere yârânlık ve yaltaklık eden bir “Hoşgörü” budalası olmadığını, aksine kâfirlerin defterini düren “Yavuz bir Türk beği” ve “azîm bir pâdişâh” olduğunu çok iyi bildiği için, krala böyle bir cihângîre karşı yiğitlik taslamasının kendisini de, ülkesini de yıkıma sürüklemek demek olacağını hatırlatarak; “Hey kıral, neylersün? Kendü elinle kendüni helâk idüb evini yıkdın! Bu Türk’ü şimdi öldüricek, sonra Türk’ün beği ile çıkışabilür müsün?”(4) deyip, kendisini ona ilişmemesi yolunda şiddetle uyardı. Kral vezirden bu sözleri işitince resmen kan beynine sıçradı ve böyle bir cihângîre karşı koyamayacağını anlayarak, mecbûren tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. Daha önce pâdişâha karşı yiğitlik tasladığı için, birdenbire sözünden geri de dönemeyen kral, “öldürmiye ikdâm edemedi”ği elçiyi “bir nice gün habs idüb, âhirü’l-emr koyuverdi.” Fakat bu, Fâtih’in krala duyduğu öfkeyi önlemeye yetmedi. Ali Bey geriye dönüp de “hünkâra cemî’i mâcerâyı takrîr” edince, pâdişâh son derece öfkelenip, bu taşkın kâfire haddini bildirmeye karar verdi.(5)
Fâtih gibi bir İslâm hükümdârının, kin ve küfrünü icrâ eden böylesi bir kâfirin, İslâm medeniyetini hedef alan bunca “nâhoş” cürmünü “hoş” görmesi düşünülemezdi. Bu nedenledir ki “pâdişâh vasf-ı hâle vâkıf olıcak”, yüreğinde “gayret-i İslâm gâlib olub” derhal harekete geçti ve Mahmud Paşa emrindeki “asker-i İslâm’ı cem’ idüb” derhal bu kâfirin üzerine gönderdi.(6) Yüreğinde küfür gayreti gâlip olup da, bu serkeş kâfirin kin ve küfrünü “Hoş” gördüğünü îlân etmedi!..
Mahmud Paşa akıncılarla önden, Fâtih ise ordusuyla geriden Bosna topraklarına doğru ilerlerken, birdenbire Ali Bey’den; “Bosna kırâlı Ağaçhisâr’ı yakdı deyû” bir ulak geldi.(7) Zâten “Kırâl-ı lâine pür mekr-ü âl bed-gîrdâr” olan Pâdişâh’ın öfkesi ikiye katlanarak, bu kâfire “Ağaçhisâr’ı yakdığu içün yavûz kîn” duymaya başladı. Nihâyet bir süre sonra, Mahmûd Paşa Bosna’ya varıp kralın bulunduğu kaleyi kuşattı. Mahmud Paşa kralın gönderdiği elçiye, Fâtih’in kâfirlerle savaşmayıp sevişen, kin ve küfürlerini görmezden gelerek dostluğa girişen bir münâfık değil, bilâkis “Kostantîniyye’yi ve Tırabzon’ı ve Midilli’yi ve Lâz ilini ve Mora’yı feth idüb, pâdişâhlarun zebûn idüb, iklimlerinü darb-ı destle ellerinden alub kullarına veren” bir İslâm cengâveri olduğunu hatırlattı, ayrıca; “Var kırâla de gelsün, hünkârın elinü öpsün ve harâca mûti’ olsun!” diyerek, akıllarını başlarına devşirmeleri yolunda onları uyardı.(8)
Elçiden “hünkârın evsâfını sorub bilen” ve daha önce Sultân’a karşı meydan okurken, köşeye sıkıştırılınca “kafese girmüş kuzguna dönen”(9) kral, Mahmud Paşa’nın “ahd-ü peymân”ını hemen kabul ederek, Pâdişâh’ın huzûruna çıkarılmak üzere Paşa ile birlikte otâğ-ı hümâyûn’a doğru yol aldı.(10)
Bosna kralı’na “ahd-ü peymân” veren Mahmûd Paşa, kralla kurduğu “diyalog” sâyesinde, meseleyi savaşa gerek kalmadan “âsânlığla” hâlletiği için Fâtih’ten teşekkür ve iltifat bekliyordu.(11) Ancak beklenenin aksine, Mahmûd Paşa’nın kralla kurduğu bu yersiz “diyalog”, pâdişâhın “melâmetine ve gazâbına” sebeb oldu.(12) Zîrâ Fâtih Sultan Mehmed Hân, kâfirlerin tiynet ve sîretini bilemeyecek, gâye ve maksatlarını sezemeyecek kadar câhil değildi. Böyle lüzumsuz “Hoşgörü” ve “Diyalog” safsatalarının, kâfirlerin ekmeğine yağ sürmekten, fitne ve fesâdına yol vermekten başka bir mânâya gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bildiği için de; “Şimdi ahd idüb bu kâfiri yine bunda koyub gidicek, fesâd yine bâkîdür!”(13) diyerek, Mahmud Paşa’nın krala verdiği isâbetsiz ahdi bozdu. Çünkü pâdişâh, Bosna seferine çıkarken esâsen kraldan haraç tahsil etmeyi değil, Bosna topraklarında “Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allâh’a âit oluncaya kadar”(14) savaşmayı plânlıyordu. Bunu sağlamak için de, Bosna’daki hıristiyanların “kal’alarınu darb-u destle alub, kırâlını öldürüb, vilâyetini zabt itmek”ten başka bir yol yoktu.(15)
Mahmûd Paşa’nın şer-i şerîfe aykırı olan bu ahdi karşısında, “hem akıncılar dahî seğirdîme gitmişlerdi.” Bu durum karşısında öfkesi bir kat daha artan pâdişâh, Mahmûd Paşa’ya yersiz ve sebepsiz bir uzlaşma yolu tutup, krala gereksiz yere “emân verdiğü içün pür-gazâb oldu”. Kendisini oraya akıncılarla birlikte, kralla “diyalog”da bulunsun diye değil, savaşsın ve ülkeyi İslâm topraklarına katsın diye gönderdiğini hatırlatarak; “Mahmûd! Bu vilâyet âsânlığla hod alınırmuş, ya nîçün akıncılar gönderdün ki bu vilâyeti bozalar?!..” deyip fenâ hâlde azarladı.(16) Bu sözüyle ne yaptığını bilmeyen Paşa’ya, kâfirlere karşı böyle bir tavır sergilenemeyeceğini hatırlattı.
Krala tatbik edilecek şer’î hükmü öğrenmek için “ulemâyı cem’ idüb, ‘Bunlarun kanları ve mâlları mübâh mıdur, nedür?’ deyû” soran pâdişâha cevap, ulemâ içindeki “bir azîz, âlim kişi” olan ve soyu Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne dayanan “Ali Bistâmî” adlı zâttan geldi.(17) Bu zât, narcıların yıllardır “İslâm âlimi” diye yutturmaya çalıştıkları, ortalıkta kucaklamadık kâfir başı bırakmayan “hocaefendi”lerine “zoka”yı yutturan; ipini pazara, sahtekârlığını su yüzüne çıkaran bir fetvâ verip, kralın ve adamlarının “hoş” görülmesine değil, “katl” edilmesine hükmederek; “Bunlarun gibi kâfirlerü öldürmek ğazâ-yı ekberdür!”(18) dedi. Ardından hemen “kılıcın çıkarub, evvel kendü çaldı” ve böylece verdiği hükmü bizzat kendisi icrâ ederek “kıralı depeledi.” Orada hazır bulunan askerler de “Pâdişâh kralı hoş görmedi, bâri biz yanındakileri hoş görelim!” demeyip, hemen kılıçlarını çıkararak, kralın yanındaki “ol iki kâfirün dahî kayıdların gördüler.”(19) Kralla yapılan ahdi geçersiz sayan Fâtih Sultan Mehmed Hân, böylelikle kralın ve adamlarının canını cehenneme ısmarlamış, Bosna ülkesini Osmanlı topraklarına katmış oluyordu.
Bosna seferi esnâsında krala gösterdiği yersiz ve sebepsiz müsâmahadan dolayı, Mahmûd Paşa’ya “pür-gazâb” olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Paşa’ya; “Seni katletdürmemek Bosnâ vilâyetine mâlik olmamayı iktizâ eder!”(20) diyecek kadar çok öfkelenmiş; Paşa’nın akla mantığa sığmayan bu tuhaf hareketini bir türlü içine sindirememişti. Nihâyet Fâtih, “kırâlla ahd itdüği hâtırına hôş gelmedi”ği için(21) Mahmûd Paşa’yı îdâm ettirdi!.. Hâlbuki Mahmûd Paşa Fâtih’e bütün fetihlerinde yardım etmiş ve küfür beldelerine İslâm’ın yayılmasında büyük fedâkârlıklar göstermişti. Üstelik narcılar gibi, ne küffârla “el ele verme” ve “kucak kucağa binme” tavırları sergilemiş; ne de “kâfirlerle cihâdın gereksiz olduğunu” iddiâ etmişti. “Kâfirlere karşı sert ve çetin”(22) olması gereken bir durumda, onlara karşı gösterdiği bu kadarcık bir “hoşgörü” ve kurduğu küçücük bir “diyalog” yüzünden, pâdişâhın gazâbını üstüne çekmiş ve bu cürmünün cezâsını canı ile ödemişti. Onun kâfirlerle kurduğu bu kadarcık bir “diyaloğ”u dahî “hoş”görmeyen, hattâ hıncını yenemeyip Paşa’nın katline bile hükmeden Fâtih’in, kâfirlerin bizzat kendisini “hoş” gördüğünü, veyâ onlarla “diyalog”da bulunduğunu iddiâ eden beyinsizlere, bu iddiâ ve iftirâlarından ötürü artık ne dense yeridir!..
Fâtih’in Bosna’daki hıristiyanlara verdiği “ahidnâme”, adından da anlaşılacağı üzere, “Din husûsunda savaşmayan”(23) kâfirlerle yapılan bir “sözleşme”den ibâretti. Üstelik Fâtih Sultan Mehmed Hân bu ahidnâmeyi; narcılar gibi Allah’a ve Resûl’üne kafa tutan, İslâm’a ve müslümanlara açıktan açığa düşmanlıkta bulunan kâfirleri “Hoş” gördüğü, veya onlarla “Diyalog”da bulunmayı düşündüğü için de vermemişti. Verdiğini iddiâ ediyorlarsa, hani bunun delîli? O, kâfirlerin karşısında eğilip bükülen, onlarla savaşmayıp sevişmeyi yeğleyen münâfıklardan olsaydı, Bosna kralıyla savaşıp da ülkesini topraklarına katar mıydı?
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed hâl-i hazırda İslâm’a saldıran, zımmîlik hükmü taşımayan kâfirlere böyle bir ahid verilemeyeceği için, Bosna kralı’na verilen ahdi geçersiz saymıştı. Orada yaşayan hıristiyan halka ise, ülkelerini zaptettikten, fitne ve fesadlarını tesirsiz hâle getirdikten sonra, İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükmü çerçevesinde; can, mal, inanç ve ibâdet emniyeti sağlayan sözkonusu “ahidnâme”yi vermişti. Narcıların iddiâ ettikleri gibi; bu ahidnâme müslümanların kâfirleri “hoş görmesi”, “dinlerini üç hak dinden biri olarak kabul etmesi”, yâhut “onlarla ele ele verip, sevgi göstermesi” gibi zırvalıkları aslâ içermediği gibi; müslümanların kâfirlerle ebediyyen savaşı terk etmesi gibi bir hüküm de taşımıyordu. Şu hâlde kâfirlerin dostları olan narcılar, çaldıkları minâreye kılıf yapmak için bu büyük yalanı nereden uydurdular?
Dikkat ederseniz bu münâfıklar, Fâtih’in bu “Ahidnâme”yi vermesine sebep olan, Bosna kralına karşı “darb-ı destle”(24) yaptığı savaştan hiç sözetmezler de, nedense hep savaştan sonra verdiği hakk ve hürriyetlerden bahsederler. Çünkü bunlar savaşı sevmezler. Fâtih’in Bosna’daki kâfirlere uyguladığı şiddet ve adâvetten bahsetmek bunların işine gelmez. Halbuki o verdiği her ahidnâmeyi, kâfirlerle İslâm uğruna yaptığı savaşlardan sonra vermemiş miydi? Fâtih Sultan Mehmed Hân mâdem ki sizin gibi kâfirleri “Hoş” görmekten, meseleyi şiddetle değil de “diyalog”la hâlletmekten yanaydı; onlarla bunca savaşı ve cihâdı neden yapmıştı?
Onlarda bu inceliği ayırt edebilecek îmân, bunu idrâk edebilecek şuur ve iz’ân olsaydı, böyle çirkin bir iftirâya kalkışmazlardı. Fakat hayâtını papazların kucağında geçiren bu münâfıklar, ömrünü at sırtında geçiren bu İslâm hükümdârına utanmadan bu çirkin iftirâyı attılar!..
Fâtih Sultan Mehmed Hân Bosna’daki hıristiyan halka, başlarındaki râhiplerin şahsında; İslâm’ın zımmîlere tanıdığı haklar çerçevesinde can, mal, inanç ve ibâdet serbestliği tanırken, bu “Ahidnâme”yi onlara, kendi zimmeti altına girdikleri, emrine itâatkâr oldukları ve boyun eğdikleri için verdiğini açıkça ifâde ediyordu:
“Ben ki Sultan Mehmed Hân’um. Cümle avâmm-ü havâss’a ma’lûm ola ki, iş bu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûna, Bôsna râhiblerine mezîd-i inâyetüm zuhûra gelüb buyurdum ki; mezbûrlarına ve kenîselerine kimesne mâni’ ve müzâhim olmayub, ihtiyâtsuz memleketümde duranlar ve kaçûb gidenler dahî emn ve emânla duranlara geçüb, benüm hâssa memleketimün havfsız sâkini olub, kenîselerinde mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezîrlerimden ve reâyâmdan ve cemî’i memleketüm halkından kimesne mezbûrlara dahl ve taarruz itmeyüb incitmeyeler. Kendülere ve cânlarına ve mâllarına ve kenîselerine ve dahî yabândan hâssa memleketümüze âdem getirürler ise yemîn-ü muğallâza ederüm ki, yeri ve göği yaradan Perverdigâr hakkı içün ve yedi mushaf hakkı içün ve ulu Peygamber’imiz hakkı içün ve yüz yigirmi dört bin peygamberler hakkı içün ve kuşandığım kılıç hakkı içün, bu yazılanlara bir ferd muhâlefet eylemiye. Mâ-dâm ki bunlar benim emrime mutî’ ve münkâd olalar. Şöyle bilesiz.
Tahrîren fî Muharremü’l-harâm, sene: 883. Be-yurd-u Serîre-i Dırâc.”
(1) Zaman; “Turkuaz”, 26 Eylül 2004, s.8.
(2-6) Neşrî, “Kitâb-ı Cihânnümâ”, 213a yp.
(7) Hoca Sa’deddîn Efendi, “Tâcü’t-Tevârîh”, s.493.
(8) Âşık Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, s.160.
(9) Neşrî, a.g.e., 214b yp.; Ahmed Bahaüddîn, 218. yp.
(10-13) Neşrî, a.g.e., 214b yp.
(14) Enfâl (8): 39.
(15) Neşrî, a.g.e., 214b yp.
(16) Kemâl Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i Osmân”, 121.yp.
(17-19) Neşrî, a.g.e., 214b-215a yp.
(20) Ahmed Bahaüddîn, a.g.e., 218. yp.
(21) Neşrî, a.g.e., 214b yp
(22) Mâide (5): 54.
(23) Mümtehine (60): 8.
(24) Neşrî, a.g.e., 214b yp.