Cinler Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilişinden önce, meleklerin verdikleri haberleri veya konuşmalarını dinlemek ve bilgi sızdırmak için gökyüzüne çıkarlar, sızdırdıkları bu bilgileri dostları olan kâhinlere aktarırlardı. Bu kâhinler de edindikleri bu çok az bilgilere fesat karıştırarak insanlar arasında bozgunculuk çıkarırlardı. Hidâyet yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.
Müslüman olan cinler kavimlerine devamla şöyle söylediler:
“Biz göğü yokladık, onu çok kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk.” (Cin: 8)
Şimdi artık gökyüzünden haber çalamıyoruz. Kim kulak hırsızlığı yapmak isterse bir alevle karşılaşıyor, o alevden kimse kurtulamıyor.
“Biz bundan evvel, haber işitmek için göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk.” (Cin: 9)
Karşımıza hiçbir engel çıkmazdı. Kaptığımız o gizli gök haberleri ile halkı şaşırtırdık.
“Artık şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir alev bulunuyor.” (Cin: 9)
Bu alevler onlardan gök haberlerini kesmiş, göğün kapılarını onlara kapatmıştır.
“Biz bilmeyiz ki, yeryüzünde olan kimseler hakkında bir belâ mı murad edildi, yoksa Rabb’leri onlara bir iyilik mi diledi?” (Cin: 10)
Yeryüzünde bulunan kimseler âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmediklerinden dolayı geçmiş kavimler gibi helâk mı olacaklar; yoksa iman edip de ebedî saâdet ve selâmete mi erecekler? Orasını Allah bilir. Allah’ın ne takdir ettiğini biz bilemeyiz!
Allah-u Teâlâ’nın hidâyeti karşısında cinler kendi durumlarını ortaya koymaya çalıştılar ve dediler ki:
“Biz cinlerin içinde sâlih müminler de vardır.” (Cin: 11)
Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidâyete erme yönüne çevirmişlerdir.
“Bundan aşağı bulunanlar da vardır.” (Cin: 11)
Onların hidâyete ermesi, hakikati bulması düşünülemez.
Ne garip tecellîdir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da, günümüzdeki müslümanım diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.
“Biz çeşit çeşit fırkalara ayrılmış topluluklardık.” (Cin: 11)
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına, hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“Gerçekten biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde acze düşürmemize aslâ imkân yok!” (Cin: 12)
Yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, nereye kaçarsak kaçalım, ne yaparsak yapalım; Allah’a karşı geldiğimiz zaman azabından kurtulmamız imkânsızdır. O’nun her şeye gücü yeter!
“Başka yere kaçmakla da hiçbir zaman onu âciz bırakamayız.” (Cin: 12)
O’na iman ve itaat etmedikçe kendimizi O’nun kahrından kurtaramayız. O her türlü intikama kâdirdir.
“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde, ona iman ettik.” (Cin: 13)
Ona ve onu indirene inandık. Bu hususta hiçbir tereddütümüz olmadı.
“Kim Rabb’ine iman ederse; o artık ne mükâfatın azalacağından, ne de haksızlığa uğrayacağından korkmaz.” (Cin: 13)
Sevapların eksileceğinden ve günahların çoğaltılacağından korkmaz.
Cinlerin birtakım durumları göz önünde tutularak onları gözlerde haddinden fazla büyütmeye kalkışmak doğru değildir. Onlara verilen güç, insanların idrakine verilen güçten yüksek değildir.
Allah-u Teâlâ’ya gerçekten iman edenler onlardan korkmaz ve istilâlarına uğramazlar. Kur’an-ı kerim’in nûru onları yakar.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler de var.” (Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin: 14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri çekmektedir.
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman:
“Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır.
“Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun oldular.” (Cin: 15)
Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak, cehennem için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.
Allah-u Teâlâ cinlerin sözlerini hikâye ettikten sonra; insanların ve cinlerin Sırat-ı müstakîm üzerinde yaşadıkları takdirde bir imtihan olarak bol bol nimetlere ereceklerini müjdelemektedir:
“Resul’üm! Eğer onlar yolda dosdoğru gitselerdi, bu nimet içinde kendilerini imtihan edelim diye onlara bol bol su verirdik. ” (Cin: 16-17)
Rızıkları yerden ve gökten bol bol fezeyan edip dururdu. Ağaçları bol bol meyve verir, ekinleri neşvünemâ bulur, kendilerine her yönden nimetler gelirdi. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi dünyaları da mâmur olurdu.
Bu dünya bir imtihan sahnesi olduğu için, rızkın bolluğu da genişliği de bir imtihandır. Darlık içinde imtihan vermekle bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.
İnsanlar ve cinler doğru yolda gitselerdi, darlık içinde değil, bolluk içinde imtihan edileceklerdi. Fakat onlar öyle yapmadılar, bol nimetler karşısında şükürlerini artıracakları yerde isyanlarını artırdılar ve Hakk’tan yüz çevirdiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Nerede su varsa ot da vardır, nerede ot varsa mal vardır, nerede mal varsa fitne vardır.”
“Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba uğratır.” (Cin: 17)
Öyle bir azapla muazzeb olunurlar ki, o azapla hiçbir zaman rahat yüzü görmezler. Şiddetli azapları artar durur.
Onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmedikleri için, Allah-u Teâlâ kalplerini zikrullahtan gafil kılmış, şeytanın vesveselerine terketmiştir.
Onların kalbi kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdanları da vicdan olma hususiyetini yitirmiş, çürümüş ve bozulmuştur. İşte şeytan, hâkimiyeti altına aldığı kimselere böyle yapar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir.” (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed’e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
İbadetlerin toplu halde edâ edilebilmesi için câmi ve mescidler yapılmıştır. Dinimiz cemaat ruhuna büyük önem vermiştir. Cemaatte rahmet ve bereket vardır.
Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 18. Âyet-i kerime’sinde Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselerin imar edeceğini beyan buyurmuştur.
“Mescidler şüphesiz Allah’ındır.” (Cin: 18)
Mescidler secde ile namaz ve ibadet için hususi olarak ayrılmış olan yerlerdir. “Beytullah” yani Allah’ın evi olduğu için gereken saygı gösterilmeli ve her türlü taşkınlıktan kaçınılmalıdır.
“O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin.” (Cin: 18)
Yahudi ve hıristiyanlar kilise ve havralarına girdiklerinde oralarda Allah’a ortak koşarlardı.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere, mescidlere girdiklerinde sadece Allah’a ibadet etmelerini, ibadetlerinde ihlâslı olmalarını emir buyurdu.