Muhterem Okuyucularımız;
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb’lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hûd: 23)
O müminler ki, Hakk’a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini O’na ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Arzu edilen çeşitli şeylerden her ne arzu ederlerse mevcuttur.
“Orada ebedi kalacaklar, oradan ayrılıp başka bir yere gitmek istemezler.” (Kehf: 108)
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
•
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır.
Kâfirler inkârları, münâfıklar nifakları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler.
İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir.” (İbrahim: 18)
Dünyada iken kendilerinin hak üzere olduklarını zanneden bu bedbahtlar; hayatları boyunca yapmış oldukları iyiliklerin bir yığın kül kadar değeri olmadığını, bunlardan kendilerine hiç bir menfaat olmadığını görecekler, onlara en çok muhtaç oldukları bir zamanda yoksun kalacaklar, pek büyük bir sapıklığa düşmüş olduklarını anlayacaklardır.
Müminlerin saâdetini, kâfir ve münâfıkların felaketini beyan ediyorum:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.
Onlar o kimselerdir ki Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir.
Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır.
Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.
İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe: 73)
İman, mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i Şehâdet”te toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “inanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.
İman, kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile inandık diyenlerle, yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin.” (Mâide: 41)
Buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir.
Dil ile inandıklarını söyleyip de kalbiyle tasdik etmeyenler hakkında da şöyle buyuruyor:
“Bedevîler iman ettik dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, bari ‘Müslüman olduk.’ deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.’” (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
•
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır.” (Hucûrât: 15)
Allah-u Teâlâ kâmil müminleri üç sıfatla vasıflandırmaktadır:
Birincisi; Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine kesin iman.
İkincisi; şek ve şüpheye düşmemek.
Üçüncüsü ise; mal ve can ile cihad etmek.
Kim bu sıfatları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de müminlerin meth-ü senâya lâyık halleri, ilâhî hükümlere olan itaatleri ve bu sayede kurtuluşa erdikleri beyan buyurulmaktadır:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.
İşte saadete erenler onlardır.” (Nur: 51)
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber kabul eden kimse imanın tadını tatmıştır.” (Müslim: 56)
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurlar ki:
“Her asırda benim ümmetinden sâbikûn (önde gelenler) vardır. Ki bunlara Büdelâ ve Sıddîkûn denilir. Haklarındaki inâyet ve merhalet-i ilâhîye o kadar boldur ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirü’l-usûl)
İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resul’üm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’râf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Ahirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.
Mümin; insan rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaati olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebût: 7)
“Mukarrebler” sınıfına girmiş olan müminler Allah katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar. Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb’ine. Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Ashâb-ı Yemin amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
“Andolsun yavaşça çekenlere!” (Nâziat: 2)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere ölüm meleği ve yardımcıları müminlerin canlarını şefkat ve merhametle, sühulet ve yumuşaklıkla, rahatça ve usulca, sanki çözülmesi kolay bir düğümü çözer gibi kolayca alırlar.
“Andolsun yüzüp yüzüp gidenlere!” (Nâziât: 3)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere müminlerin canlarını aldıktan sonra, onlarla birlikte fezâda yüzüp giderler.
Onların bir mükâfatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar meleklerin: ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye layık olmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
“Âlem-i berzah” adı verilen kabir âlemi; ölüm ile kıyamet günü arasındaki zamandır, dünya ile ahiret arasında bulunan intikal âlemidir. Ölümle cesetten alâkasını kesen ruh, berzah âlemine geçer. Müminin ruhu orada ameline göre rahat bir hayat yaşar.
Kabirdeki bu yaşayış müminin dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Dünyadaki cesedinden alâka ve irtibatını kesen ruh, intikal etmiş olduğu berzahta, o âleme mahsus lâtif bir kalıba bürünür. Bu kalıp dünyadaki vücut gibi sert değildir, lâtiftir. Tıpkı sudaki suret gibidir. Dünyada iken hangi huy ve sıfatta ise, o şekilde bir kalıba bürünür.
Dünyada iken âhlak-ı zemimelerden, hayvanî sıfatlardan arınmış olanlar o âleme insan olarak giderler. İnsan şeklinde ve sıfatındadırlar.
•
Mümin bir kulun ahiret yolculuğu Hadis-i şerif’lerde şöyle izah edilmektedir:
Mümin bir kula ölüm anında gökten, yüzleri güneş gibi parlayan melekler inerler. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından bir koku vardır. Görüş ufkunu dolduracak şekilde mümini kuşatarak otururlar. Sonra ölüm meleği gelir, başucunda oturur.
“Ey temiz ve güzel ruh! Allah’ın mağfiretine ve hoşnutluğuna yönelerek bedenden çık!” der.
Ruh, su kabının ağzından damlanın aktığı gibi akarak çıkar. Can alındıktan sonra melekler bir lâhza dahi ruhu ölüm meleğine bırakmayarak cennet kefenine sararlar ve cennet kokusuna daldırırlar.
Onu yükseltirler. Rastladıkları her bir melek topluluğu: “Bu güzel ruh kimin ruhudur?” derler. Melekler ise dünyada isimlendirildiği adların en güzeli ile onu tanıtırlar. Nihayet dünya semâsına gelirler, semânın onun için açılmasını isterler ve ona açılır.
Her bir semânın mukarrebûn melekleri müminin ruhunu karşılayıp onu bitişiğindeki semâya uğurlarlar. Böylece yedinci semâya ulaşırlar.
Allah-u Teâlâ: “Kulumun amel kitabını illiyyin’de yazın. Onu yeryüzüne geri döndürün.” buyurur.
Bu noktada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O’na döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız.” (Tâhâ: 55)
Âyet-i kerime’sini okumuştur.
Ruhu cesedine iâde edilir. Bu arada kendisini defnedip dönenlerin ayak seslerini işitir.
Kabir tarafından bir dost gibi karşılanır. Kabirde müminin namazı baş ucuna, zekâtı sağ tarafına, orucu sol tarafına, sadaka, akraba ziyareti, iyilik... gibi hayırları da ayak tarafına gelir yerleşir.
Bu sırada Münker ve Nekir adlı sual melekleri gelirler. Başucundan geldiklerinde namazı, sağ tarafından geldiklerinde ise zekâtı, sol tarafından geldiklerinde orucu, ayak tarafından geldiklerinde ise hayırları, “Bizim tarafımızdan yaklaşmak mümkün değildir.” derler. Bunun üzerine mümine oturmasını ve suallerine cevap vermesini söylerler. O da:
“Beni bırakın da namaz kılayım!” der. Melekler:
“Namazını kılacaksın, fakat şimdi suallerimizi cevaplandır.” derler.
Mümin de endişesizce:
“Ne soracaksanız sorun bakalım.” der. Onlar sordukça o da cevap verir.
– Rabb’in kim?
– Allah!
– Dinin ne?
– İslâm!
– Muhammed Aleyhisselâm kimdir?
– Ben şehâdet ederim ki, Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve Resul’üdür.
Bu cevaplardan sonra melekler:
“Biz senin dünyada da böyle söyleyip kalbinle tasdik ettiğini bilirdik!” derler.
Dünyada imanda sebat eden bir mümin, ne kayar ne de fitneye uğratılır. Ahirette de melekler soru sorduğunda tereddüt etmez. İnançlarında şüphe yoktur ki cevaplarında şaşkınlık ve hayret olsun.
Bu sırada nûr yüzlü güzel elbiseli, hoş kokulu birisi gelir.
“Seni cennetle müjdelerim.” der.
O da: “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, sen kimsin?” diye sorar.
“Ben senin sâlih amelinim.” diye karşılık verir.
Bundan sonra kabir, göz alabildiğine enine ve boyuna genişletilir. Cehennem tarafına bir pencere açılır ve bu pencereden cehennemi ve cehennemin alevlerinin birbiri üzerinde şiddetle dalgalandığını görür. Ona şöyle denir:
“Ey mümin!. Bir de Allah’ın bu ateşten seni koruyarak koyacağı makamına bak!”
Mümin bu defa cennetin meltemlerinin kabre dolduğu bir başka pencereden cennetin yeşil manzaralarını ve birbirinden güzel nimetleri görür. Kendisine:
“İşte bu mübarek yer senin makamındır. Samimi bir imanla yaşamıştın, bu iman üzerine de öldün. İnşaallah aynı şekilde dirileceksin. Burada rahat uyu istirahat et.” denilir.
O da onlara şöyle der:
“Bu mesut hayatımı gidip ehl-ü ıyâlime haber veriniz.”
Melekler ise şu karşılığı verirler:
“Allah seni şu mübarek kabrinden diriltinceye kadar âile halkının kendilerine en sevgili olanı tarafından uyandırılan gelin ve güveyin uykusu gibi uyu.”
Dünya hayatı, âlem-i berzah’a göre kabir gibidir. Farz-ı muhal ki, ana karnındaki bir çocuğa: “Yakında buradan kurtulup daha geniş daha güzel bir âleme çıkacaksın.” denilse inanmak ve oradan ayrılmak istemez.
Vaktaki dünyaya geldiği zaman, gerçekten geniş ve güzel bir yerle karşılaşır, şaşırıp kalır. Biz de ana karnındaki çocuk gibiyiz. Bu zulmani yerden daha güzel bir âlem tarif edildiği halde geçmek istemiyoruz.
Âyet-i kerime’de:
“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için saklanan gözler aydınlatıcı müjdeyi kimse bilemez.” buyuruluyor. (Secde: 17)
İkinci surla birlikte Allah-u Teâlâ kabirde olanları mahşer yerine sevkedecek, onları dünyadaki amellerinin mükâfat ve mücazatına kavuşturacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet saati mutlaka gelecektir, onda hiçbir şüphe yoktur. Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır.” (Hacc: 7)
Mahşer inkârcılar için ne kadar elemli ve ıstıraplı olacaksa, inananlar için de o nisbette rahat, güzel ve kısa geçecektir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mümine o gün hafifletilir. Hatta ona, dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif olur.” (Ahmed bin Hanbel)
Ahiret güneşinin harareti de hiçbir zarar vermeyecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün Allah, Peygamber’ini ve onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak.” (Tahrîm: 8)
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini mahcup etmez. O seçkin kuluna ikram ve ihsanlarının en büyüğünü yaparak taltif eder. Beraberindeki müminleri de mahcup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Müminler büyük bir taltif, izzet ve ikbal ile Allah-u Teâlâ’nın huzuruna misafir olarak gideceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muttakileri o gün Rahman’ın huzurunda O’na gelmiş konuklar olarak toplarız.” (Meryem: 85)
Takvâ sahiplerinin gördükleri bu ikram her türlü tasavvurun üstündedir.
“O gün cennet takvâ sahiplerine yaklaştırılır.” (Şuarâ: 90)
Böylece bulundukları mevkiden cenneti ve içindeki mütenevvi nimetleri görürler, gözlerinin önünde tecelli eder durur. Temâşâ etmekle sevinçleri artar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün bir takım yüzler vardır parıl parıldır, gülmekte ve sevinmektedirler.” (Abese: 38-39)
Kafaları sakin, zihinleri rahattır. Nice nice tecellilere nâil olacaklardır.
İmanlarında sadık, amellerinde muhlis olan müminler için hiçbir korku ve üzüntü yoktur, Rabb’leri onları korumuş ve kurtarmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah takvâ sahiplerini imanları sebebiyle kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir kötülük dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer: 61)
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.
Dünyada iken Kirâmen kâtibin meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.
Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar, ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Allah-u Teâlâ’ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye, oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından olduğunu anlarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim.’ der.” (Hâkka: 19-20)
Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına iman kattı. Rabb’inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi. İbadet ve taatlarını ihlâs ve sabırla yerine getirdi. Mevlâsına sığındı, duâ ve tazarruda, naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.
Allah-u Teâlâ’nın kudretinin ve adaletinin büyük bir tecellîsi olmak üzere, o gün insanların amelleri tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve amel-i sâlihleri sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhîye uğramayacaklar, her türlü korku ve azaplardan emin olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.
Âyet-i kerime’de:
“Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” buyuruluyor. (A’râf: 8)
İmanlarının sadakat ve kemâlinden, amellerinin güzellik ve cemâlinden, ihlâs ve samimiyetlerinden dolayı tartıları ağır gelmiş, neticeler belli olmuş, umuma ilân edilmiş, cennete girecekleri kesinleşmiş.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde bu gibi kimselerin bahtiyarlığı hakkında:
“Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır.” buyuruyor. (Kâria: 6-7)
Ki, bu çok büyük bir mutluluk alâmetidir.
Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim haline getirir. İyilikler nurânî, kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar.
Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.” (İnşikak: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ’ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz. Çünkü yaptığı şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır.
İnşikak sûre-i şerif’inin 9. Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruluyor:
“Ve sevinçli olarak âilesine döner.” (İnşikak: 9)
Akrabalarının, dostlarının ve kendisi gibi azaptan kurtulanların yanlarına gelir. Müjdeleşirler, tebrikleşirler, sevinçleri yüzlerinde parlamaktadır.
Kıyametin korkunç merhalelerinden birisi de sırattan geçmektir. Mahşerin anlatılan bu bütün zorluklarından sonra insanlar sırata sevkedilirler.
Sırat; cehennem üzerine kurulmuş, herkesin geçmek mecburiyetinde olduğu bir köprü, cennete giden bir yoldur. Bir ucu hesap verme yerinde, bir ucu da cennetin kapısındadır.
Bütün insanlar sırat köprüsünden geçeceklerdir.
Âyet-i kerime’de:
“İçinizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabb’inin katında kesinleşmiş bir hükümdür.” buyuruluyor. (Meryem: 71)
Bu uğrama yolun oradan geçmesi sebebiyledir. Cennete girecek olan oradan geçecek, cehenneme girecek olan ise oradan girecektir.
Sıratın genişliği ve uzunluğu, insanların oradan geçmeleri ve hızları, dünyada yapmış oldukları amellere göredir.
Dünyada sırat-ı müstakim üzerinde olup, doğrudan ve doğruluktan ayrılmayanlar sıratı kolaylıkla geçerler.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Müminler, kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimisi şimşek gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimisi de ala-yörük cins at ve deve gibi süratle geçerler.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: Cilt; 2, Sh; 832)
Kimileri de sendeleyerek, elleri ve ayakları ile emekleyerek geçerler. Bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır, kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar, sonra onlar da kurtulurlar.
Cennetlikler aynı zamanda cehennemi ve içindeki azabı gözleriyle görmüş olurlar. Kurtuldukları için sevinçleri ve şükürleri artar.
Bu geçmeyi müminlerden en yüksek mertebede olanlar fark edemeyecekler, göz açıp kapanıncaya kadar geçip gideceklerdir.
Bunların nurları cehennemi söndürür gibi olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
‘Geç ya mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.’
Diyerek mümin-i kâmile hitap eder.” (Câmiu’s-sağir)
Sıratı ilk olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ümmet-i muhteremesi geçecekler, daha sonra ise diğer Peygamber Efendilerimiz ve ümmetleri geçeceklerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Cehennemin ortasına sırat kurulur. Ümmetini en evvel geçiren ben olurum.” buyurmuşlardır. (Buhârî - Müslim)
Sırattan önce geçmek Ümmet-i Muhammed’in hususiyetlerindendir.
Sırat köprüsünden selâmetle geçildikten sonra müminler gruplar halinde cennete doğru sevkedilirler. İlk olarak Hazret-i Allah’ın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm cennete girer.
Müminler etrafları meleklerle dolu olduğu halde, en izzetli bir halde, dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete doğru yürürler.
“Rabb’lerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler.” (Zümer: 73)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.
“Oraya geldiklerinde cennet kapıları açılır.” (Zümer: 73)
Kendilerine Rabb’leri tarafından cennet kapılarının açılması müminler için ne büyük bir ikram-ı ilâhidir.
“Bekçiler onlara derler ki:Selâm olsun size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere buraya girin!” (Zümer: 73)
Her şey onların bekledikleri şekilde gerçekleşmiştir. Zebânilerin kâfirleri cehennemin kapısında hakaretlerle tehditlerle karşılamalarına mukabil, melekler müminleri selâm ve övgü ile, müjdelerle ve ayakta karşılayacaklardır.
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir. İşte büyük kurtuluş budur.” (Hadîd: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi? İnsanların mutluluğu eşleri ile bir arada bulunup da bir sevinci beraberce paylaştıkları zaman kemâle erer. Huzurun ve sevincin en çok olduğu cennete girileceği gün, müminler eşleri ile beraber cennete dâvet edileceklerdir:
“Girin cennete! Siz ve eşleriniz ağırlanıp sevindirileceksiniz!” (Zuhruf: 70)
Henüz perdeler açılmadan gözünü açmış, Rahman olan Allah’a tam bir iman ile gönülden yönelmiş, rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş olan müminler taraf-ı ilâhîden taltif olunurlar:
“İşte bu cennet; Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!” (Kaf: 32-33-34)
Her bir grup kendilerine uygun düşen grupla beraber olacaktır. Böylece fevc fevc, bölük bölük cennete götürülürler.
Her mümine ölüm anında ve kabirde cennetteki yeri gösterildiği için, cennete girdiği zaman yerini kolayca bulur.
“Allah onları (dünyada iken) kendilerine anlattığı cennete koyar.” (Muhammed: 6)
Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.
•
Cennet Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp salih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.
Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’inizin bağışına ve Allah’tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i imrân: 133)
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
Cennetlikler hem bedenî, hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.
•
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekandan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görme saâdetine nâil olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizi: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet, bu nimetin yanında bütün şâşâsı ile sönük kalır.
Kadın, erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
•
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhisini şân-ı ulûhiyetine layık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb’leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
“Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!” buyurmaktadır.
İşte:
“Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yasin: 58)
Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb’lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
•
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tabi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
“Rabb’inin makamı”; âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir. Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Ve bu iki cennet “Mukarrebler”e mahsustur.
•
Mukarreblere tahsis edilen bu iki cennetten sonra iki cennet daha vardır ki, amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler için hazırlanmıştır.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bunlar Ashâb-ı yemin (sağın adamları) içindir. Onların bir çoğu önceki ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 38-39-40)
Bunlar öncekilerden de sonrakilerden de çokturlar.
Ashâb-ı yemin’in de fazileti “Sâbikun”a uymalarından ileri gelmektedir.
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.” (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır.
•
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb’lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hûd: 23)
O müminler ki, Hakk’a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini O’na ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Arzu edilen çeşitli şeylerden her ne arzu ederlerse mevcuttur.
“Orada ebedi kalacaklar, oradan ayrılıp başka bir yere gitmek istemezler.” (Kehf: 108)
Cennet, her yanı ve her nimeti ile kudret eliyle hazırlanmıştır. Tecellilerin ardı-arkası olmadığına göre cennette her an yepyeni bir hayat, taptaze bir güzellik, bambaşka bir manzara mevcuttur.
Orada çalışmak, yorgunluk, bıkkınlık, usanmak, uyumak, yıpranmak, yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek yoktur. Bir kere oraya girdikten sonra çıkmak da yoktur.
“Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir.” (Hicr: 48)
O bakımdan daha güzelini düşünmek mümkün değildir.
•
Allah-u Teâlâ kullarına olan lütuf ve ihsanlarının bir nişanesi olarak müminleri yine kendileri gibi mümin olan zürriyetleri ile cennette bir arada bulunduracaktır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz.” (Tûr: 21)
Bir baba ile evlât arasında dünyada olduğu gibi âhirette de şefkat ve merhamet bulunacaktır. İnsanın ailesi, çocukları ve yakınları ile bir araya gelip sohbet etmesi, halleşmesi nasıl ki bir bahtiyarlık ise cennette de bu böyledir.
Müminlerin nesilleri, imanda babalarına tâbi oldukları zaman, her ne kadar babalarının amellerine erişememiş olsalar da, Allah-u Teâlâ babalarının bulundukları mertebelerde oğulları, kızları ve torunları ile gözlerinin aydın olması için onları babalarının derecelerine eriştirir. En güzel bir şekilde onları bir araya toplar. Ameli eksik olanı, ameli en mükemmel olanın derecesine yükseltir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Oraya kendileri ile birlikte atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlarla beraber girerler.” (Ra’d: 23)
Cennete girmeye lâyık görülen müminler, saâih ameller işlemiş olan ata, ana ve ninelerini, eşlerini, çocuklarını ve yakınlarını da yanlarına alacaklar.
Allah-u Teâlâ bir ikram ve ihsan olarak ameli mükemmel olanın ne amelini ne de derecesini düşürmez. Aşağı derecede olanı üstün bir dereceye yükseltir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir.” (Tur: 21)
Aşağı derecedeki salih evlatların yüksek derecedeki salih babalarla buluşturulması, babalarının salih insanlar oluşu sebebiyledir.
Henüz büluğ çağına ulaşmadan ölen çocuklar babalarının imanı sebebiyle onlarla birlikte bulundurulurlar.
•
Cennet sakinleri Allah-u Teâlâ’nın misafirleridir. Hane sahibi misafirin rahatını temin ettiği gibi, Allah-u Teâlâ da misafirini akla-hayale gelmeyen nimetleriyle taltif ederek rahatlarını temin edeceğini beyan buyurmuştur.
Orada ölümden, cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer musibetlerden emindirler.
Onlar o makamda emniyet içindedirler. Rabb’lerinin cennetinde bulunmak onlar için esenlik ve güvenlik bakımından yeterlidir.
“O gün cennetliklerin kalacakları yer çok iyi, dinlenip barınacakları yer çok güzeldir.” (Furkân: 24)
Onlar kâfirlerin en acı azaplar altında inledikleri, en ağır işkenceler altında ezildikleri bir günde çok hayırlı ve rahat bir yerde bulunacaklardır. Ne büyük saâdet!
Cennette hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez. Hiç kimse nimetlerin kesintiye uğramasından veya gelmemesinden endişe etmez. Meyve çeşitlerinden neyi isteyecek olsalar, diledikleri şekil üzere hemen kendilerine hazır edilir. Onların yiyip içmeleri bir ihtiyaçtan dolayı olmayacaktır. Onlar ölümsüz bir hayata mazhardırlar.
“Kendilerine ikram olunur.” (Saffât: 42)
Cennet nimetleri o kadar çoktur ki, herkese fazlasıyla bahşedilecektir. Herkes nail olduğu nimetle bahtiyardır.
“Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.” (Duhân: 56)
Onlar cennette her türlü nimetlerle nimetlendikleri gibi, “Hayat” nimetiyle de sonsuz olarak lezzet bulacaklar; cehennemliklerin ölmek isteyip de ölememelerine karşılık, onlar da ölümsüz olarak, arzularına kavuşmanın zevki ile ebediyen yaşayacaklar.
•
Allah-u Teâlâ emirleri yerine getirip haramlardan sakınan, yasaklardan kaçınan kullarını cennetine koyacağını vadetmiş, cennetlerin vasıflarını çeşitli Âyet-i kerime’lerinde haber vermiştir.
“Muttakilere vadolunan cennetin durumu şöyledir: Altından ırmaklar akar. Yemişleri de gölgesi de süreklidir. İşte bu, sakınanların âkıbetidir.” (Ra’d: 35)
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Sâlih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1720)
Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur, yalnız kendisi bilir. Bu hazırlananların ötesinde istenecek bir şey yoktur.
Cennet sakinlerinin yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, nurları yüzlerine vurur. İnsanın her arzu ettiği şey ancak cennette bulunur:
Cennette olanlar hep faydalı şeyler konuşurlar. Verdiği devamlı nimetlerden dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamdederler.
Müminler dünyada sahip oldukları yüksek iman şahikasına orada da sahip olacaklar; her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her sevincin sonunda “Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemin” diyerek sözlerini bitirecekler.
Cennet sakinleri bu tesbihi mükellef oldukları için deği, Cemâlullah’ı görmekle duyacakları huzur ve muhabbetten dolayı yapacaklardır.
“Günaha sokacak bir söz duymazlar. Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 25-26)
Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak huzur veren, esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar.
Müminlerin dünyada iken Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün dehşetinden korkmalarına mukabil, Allah-u Teâlâ onları o günün şerrinden ve sıkıntılarından muhafaza buyuracaktır.
•
Allah-u Teâlâ müminleri taltif etmek üzere vasıtasız olarak bizzat hitap eder ve buyurur ki:
“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur, üzülmeyeceksiniz de!” (Zuhruf: 68)
Bu ilâhî seslenişin lâtifliğine doyum olmaz.
Onlar Hakk’a boyun eğerek, yaptıkları her işi Rızâ-i ilâhi için işledikleri için, her türlü korkulardan kurtulmuşlar, umduklarına nâil olmuşlardır.
Artık ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar, en güzel yerde en güzel hayatı yaşayacaklar.
•
Müminler cennette diledikleri gibi yaşarlar aslâ ölmezler, sağlıklı olurlar aslâ hastalanmazlar, bolluk içinde yaşarlar asla sıkıntı çekmezler. Orada ne korkarlar ne de üzülürler. Orada çalışmak, yorgunluk, durgunluk, bıkkınlık ve usanmak yoktur.
“Orada bize hiçbir yorgunluk dokunmaz ve orada bize usanç da gelmez.” (Fâtır: 35)
Diyerek Allah-u Teâlâ’ya arz-ı şükranda bulunurlar.
Yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için uykuya da ihtiyaç duymazlar.
Aralarında herhangi bir ihtilaf ve düşmanlık yoktur. Darlık ve sıkıntı, elem ve keder nedir bilmezler.
•
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hâl ve ahvallerini anarlar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Biz onların gönüllerindeki kinleri çıkarır atarız.” (Hicr: 47 - A’râf: 43)
“Artık onlar kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr: 47)
Cennetliklerin kalplerinden kin ve düşmanlık, buğz ve haset gibi ahlâk-ı zemimelerin hepsi silinip yerini muhabbet ve meveddet alır. Birbirlerini seven dostlar olarak yüz yüze koltuklar üzerinde otururlar. Hiçbirisi diğerine sırtını dönmeksizin yaslanırlar. Birbirlerine sadakatle bağlı birer kardeş olarak sohbet ederler.
•
Cennetlerde yüksek binalar, bahçelerle çevrili köşkler vardır. Bu köşklerin bazıları altın ve gümüşten, bazıları da inci ve yakuttandır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz.” (Ankebût: 58)
Müminler istedikleri odalarda istirahat ederler.
•
Kadın ve erkek arasındaki temayülün insan hayatında mühim bir yeri olduğu şüphesizdir.
Karşılıklı sevgi ve merhamet evlilik dolayısıyla bahis mevzuudur.
Karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedeni ve ruhi tatmin bulmaktadırlar. Aynı hayatın ahiret hayatında devam etmesi tabiidir.
Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere göre cennette hem dünya kadınları hem de huriler bulunacaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar için orada tertemiz eşler vardır.” (Bakara: 25)
Bu nezih hanımların hayız nifas gibi halleri yoktur. Çocuk doğurmazlar. Sümkürme, tükürme, ağız kokusu gibi her türlü rahatsız edici şeylerden arınmışlardır. Kıskançlık, geçimsizlik gibi şeyler olmadığı gibi, erkekler de öyle tertemizdirler. Bu temizliğin derecesini gerçek manada dünya ölçüleri ile kaleme dökmek elbette ki imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz cennete giren kadınları yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile salih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir.
“Ve onları hep bakire kızlar yaptık.” (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
“Bu kocalarından önce kendilerine ne insan ne de cin dokunmamıştır.” (Rahman: 56)
Bu açık beyandan cennette cinlerden saliha hanımların da olacağı anlaşılmaktadır. Onlar da cinlerden erkeklere eş olacaklardır.
“Oralarda bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır.” (Rahman: 56)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayâsı ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.
“Eşlerine düşkündürler ve hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)
Aynı yaşta aynı gençliktedirler. Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
“Sanki onlar yakutturlar, mercandırlar.” (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
“Göğüsleri tomurcuklanmış ve hepsi bir yaşta nâzeninler vardır.” (Nebe: 33)
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
Cennetlik kadınlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Ahlâk-ı hamidenin üstün sıfatları ile sıfatlanmışlar, aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simâlara sahip olacaklardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu. Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Tirmizî: 2525)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
Cennette tezevvüc etmemiş bekâr hiç kimse kalmayacaktır.
Herkese ameldeki derecesine göre en az iki kadın ve birçok huriler verilecektir. Çoğu için hudud yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Her birine iki hanım verilecektir ki, güzellikten baldırlarının iliği etin arkasından görülecektir. Aralarında anlaşamamazlık ve küsüşme olmayacaktır. Kalpleri bir kalp olacak, sabah-akşam Allah’a tesbihte bulunacaklardır.” (Müslim: 2834)
Dünyada iman edip salih amel işleyen ve cennete girmeyi hak eden eşler, cennette de yine beraber olurlar. Hiç evlenmeden ölen mümine hanımlarla, kocası mümin olmayan mümine hanımları Allah-u Teâlâ cennete girmeyi hak etmiş diğer müminlerle evlendirecektir.
•
Cennette her mümine ameldeki derecesine göre en az iki kadın verileceği gibi birçok da huriler verilecektir. Çoğu için sınır yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” buyuruyor. (Tûr: 20)
Ebu Said-i Hudri -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksenbin hizmetçisi, yetmişiki zevcesi vardır.” (Tirmizî: 2565)
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar.” mânâsına gelen huriler, cennet erkekleri için farklı bir yapıda yaratılmışlardır.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır.” (Rahman: 74)
Kendilerine ait çardak ve benzeri güzel manzaralı yerlerde tülden perdeler arkasında otururlar.
“Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta gibidirler.” (Saffât: 49)
Korunmuşluk bakımından muhafaza içindeki bembeyaz yumurtaya benzerler. Pek lâtiftirler. Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez.
•
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır. Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)
Bunlar düzenli çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler. Hizmetlerinde asla kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tur: 24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
•
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Orada altın bilezikler takınırlar ve incilerle süslenirler.” (Fâtır: 33 )
Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat olarak zâhirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.
•
Kur’an-ı kerim’de cennetlerden sözedilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir:
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphesiz ki Rabb’leri onları imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine erdirir.” (Yunus: 9)
Muhammed sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cennetin dört ırmağı olduğu beyan buyurulmaktadır.
Cennette müminlerin yalnız lezzet almak için içtikleri sular, ballar, sütler, şaraplar karşılığında cehennemde kâfirler hararetin şiddetinden ciğerleri yandığı bir zamanda kaynar su içerler, barsakları parça parça dökülür.
•
Cennette ırmaklardan başka ayrıca pınarlar ve çeşmeler de fışkırır. Her ferdin kendi pınarı olduğu gibi herkesin faydalandığı umumi pınarlar da vardır. Bu hususta aralarında çekişme ve sürtüşme olmaz.
Dünyada iken küfürden ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saadet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Muttakiler Rabb’lerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı.” (Zâriyat: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışlarını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
•
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz onları koyu bir gölgeye koyacağız.” buyuruyor. (Nisa: 57)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen muttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
•
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Birçok Âyet-i kerime’lerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi; hususi olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden söz edilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır.” (Yâsin: 57)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir.” (Sâd: 54)
Cennet sakinleri yiyip içtikleri halde tabii ihtiyaçlarını gidermezler. Yedikleri şeyler hafif misk kokulu bir geğirme ve terleme ile dışarı atılır.
Cennet nimetleri duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Her şey cennet sakinlerinin arzusuna ve gönlüne göre olur. Orada bir misafir gibi bulunmazlar. Ki, gönlünden geçeni istemekten utansın. Onların her türlü rahatları temin olunmuştur.
•
Kur’an-ı kerim’de cennet nimetleri sayılıp açıklanırken meyve ve etten ismen anılarak dikkatler bu iki maddeye çekilmektedir:
“Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.” (Tur: 22)
Bu iki nimet dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
Cennette gece ve gündüz olmayıp müminler nur içinde bulunacaklarsa da, dünyadaki adetleri üzere muayyen vakitlerde yemekleri hazır olacaktır.
Orada insanın iştahını açan kuş etleri de vardır.
•
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükafat olarak şimdi bu lütuflara nail olmuş oluyorlar.
Çünkü ipek elbisenin hem göz kamaştırıcı bir hususiyeti vardır, hem de bir ziynettir. Fakat o ipek dünyadakinden çok çok üstün ve değerlidir.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
•
Allah-u Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden müminler cennete girince, anlatılmayacak derecede sevinçli ve mutludurlar, ilâhi nimetlere garkolurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 15-16)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Koltuklar üzerinde etrafı seyrederler.” (Mutaffifin: 23)
Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhiden kendilerine ikram ve ihsan olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek, sevinçlerini daha da artırır.
Bu nefis tahtların ve koltukların yanısıra ayrıca kişilerin üzerine oturup koltuğunda dayanacakları döşekler, yastıklar ve halılar da mevcuttur.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
•
Cennette her nefsin iştiha duyduğu nimetler ve gözlerin lezzet aldığı manzaralar mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır.” (Zuhruf: 71)
Her nimet orada en güzeliyle mevcuttur. Hepsi de ayrı ayrı lezzetlerde, türlü türlü güzelliklerdedir.
Hiç kimse iyilikleri sebebiyle cennete giremez. Oraya Allah-u Teâlâ’nın lütfu ve ihsanı ile girilir. Şu kadar var ki derecelere salih amellere göre nâil olunur.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdetten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Hakk ve hakikati bırakarak, imandan uzaklaşarak dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiştir:
“De ki: Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
•
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır.
Kâfirler inkârları, münâfıklar nifakları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’lerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler.
İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir.” (İbrahim: 18)
Dünyada iken kendilerinin hak üzere olduklarını zanneden bu bedbahtlar; hayatları boyunca yapmış oldukları iyiliklerin bir yığın kül kadar değeri olmadığını, bunlardan kendilerine hiç bir menfaat olmadığını görecekler, onlara en çok muhtaç oldukları bir zamanda yoksun kalacaklar, pek büyük bir sapıklığa düşmüş olduklarını anlayacaklardır.
Öyle ki, mahşer gününde ilâhi teraziye koymaya değecek en ufak bir iyilik bile bulamayacaklar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Kâfir, kendisine fayda sağlayacak iyilikler yaptığını zanneder. Allah-u Teâlâ kıyamet gününde onu hesaba çektiğinde ve amelleri bir bir sayıldığında, kabule şayan hiç bir şey bulunmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnkar edenlerin amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah’ı bulur, Allah da onun hesabını görür.
Allah hesabı çabuk görendir.” (Nur: 39)
Çünkü birinin hesaba çekilmesi, diğerinin hesabının görülmesine mâni olmaz. Allah-u Teâlâ seriül-hisab’dır. Hesap bir anda olup biter. O hesabı uzak sanmamalıdır.
Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok olur.
Hakk’tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiç bir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah’ı bulur.
Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır.” (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
“Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ederiz.” (Furkân: 23)
Küfür taassubu insanın hakikatı görmesini engelleyen, basiretini bağlayan, çırpındıkça boğulmasına yol açan korkunç bir zulmettir. Kâfir bu yüzden Allah-u Teâlâ’nın hidayetinden mahrum olmuş ve karanlıklar içinde kalmıştır.
Allah-u Teâlâ onların hallerini Âyet-i kerime’sinde ikinci bir misalle beyan buyurmaktadır:
“Veya engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter.
Karanlıklar üstünde karanlıklar... İnsan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez.
Allah kime nur vermemişse onun nuru yoktur..” (Nur: 40)
Âyet-i kerime riyakârlık için hayırlı işlerde bulunanları da içine almak üzere, kâfir ve münafıkların durumlarını beliğ bir şekilde tasvir etmektedir.
Yaptıkları işler korkunç dalgaların çalkalandığı, karanlıkların bürüdüğü bir denize benzetilmektedir. Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı, bulutların karanlığı o derece yoğunlaşmıştır ki, böyle bir denizde olan insan zifiri karanlıklar içinde kaldığı için, kendisine en yakın olan şeyi bile göremez.
Kâfirin durumu ise budur. İnkâr ve sapıklık karanlıkları içinde bocalayıp durur. Gün gibi açık olan gerçekleri kabul etmemek için inadında ısrar eder. Nasıl bir zulmet içinde bulunduğunun farkına varamaz.
Kâfir, amelinden hiç bir fayda görmediği gibi, büyük bir zararını da behemehal görecektir. Amelinin esasını teşkil eden küfrü, ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın saptırdığını yola getirecek yoktur, onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bocalayıp dururken bırakır.” (A’râf: 186)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde münâfıkların belâ ve musibetlerden ders almadıkları, intibaha gelmedikleri, küfürlerinde ısrar ettikleri beyan buyurulmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?
Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikatı aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler münâfıklardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
•
Allah-u Teâlâ dünyada kâfirlere verilen mühletin haklarında iyilik olmadığını, küfürlerini derece derece artırmaları ve ahirette azaplarının kat kat olması için fırsat verdiğini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz, onlar için hayırlıdır. Biz onlara ancak, günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz.
Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 178)
Bunlar birer istidraç olup, görünüşte bir nimet, gerçekte ise azaptır. Haram-helâl demeden elde edilen, fâni bir varlıktan başka bir şey değildir. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
İyiliğe lâyık olsalardı, şüphesiz ki Allah-u Teâlâ bunu da yapardı. Fakat onlar iradelerini küfre yönelttiler, küfrü imana tercih ettiler, küfürde yarıştılar. Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmanın, imanı terkedip küfre yönelmenin cezasına bu surette uğramış oldular. Haram-helâl demeden elde edilen malları, çokluğu ile öğünülen evlâtların ardından gelecek olan korkunç akibetin farkında bile değiller.
Bu gibi kimselerin ellerindeki dünya varlıklarına bakıp da gıpta etmekten son derece kaçınmalıdır. Bunlar çok kere onların dünyada felâketlere uğramalarına sebep olacağı gibi, bu yüzden uhrevî azaplara uğrayacakları da şüphesizdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların ne malları ne de çocukları seni imrendirmesin.
Allah bunlarla, dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.” (Tevbe: 55)
Onların mal ve evlât sahibi olmaları bir ölçü değildir. Ölçü almak onlara değer vermek olur. Halbuki onlar böyle bir değere lâyık değildirler. Bütün bunlar İslâmiyet’ten mahrum oluşun pek acı bir neticesidir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 55-56)
Allah-u Teâlâ Münafikûn sûre-i şerif’inde münafıkları ve âkıbetlerini şu şekilde beşeriyete duyurmaktadır:
“Münafıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz.’ derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)
İşte günümüzdeki münafıklar da halkı soyabilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar. Sonra da kendi arzularına göre hareket ediyorlar.
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)
İslâm’ın ön safında görünürler, müslümanların ağızlarındaki lokmayı dahi alırlar. Arabasını, evini elinden alırlar. Sonuçta küfre hizmet ederler.
İşte münafıklar bu kadar aşağılıktırlar.
“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikûn: 2)
Amma bunlar size söyleniyordu.
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Münafıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduğunu açıkça ortaya koydu.
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruyor. (Bakara: 118)
O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ; münafıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurmaktadır.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)
Dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
İşte Allah-u Teâlâ’nın münafıklar hakkındaki beyanları budur. Âkıbetlerini siz de görün, âlem de görsün!
Kâfirler ve münâfıklar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir sevinç haberi yoktur ve: ‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkân: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
‘Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!’ derler.
Melekler de onlara: ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye cevap verirler.” (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?” (Muhammed: 27)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
“Andolsun söküp çıkaranlara!” (Nâziat: 1)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere, ölüm meleği ve yardımcıları kâfirlerin ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke alırlar. Sonra onlara cehennem kokusunu teneffüs ettirirler. Çok dalı ve budağı olan kızgın bir şişin yaş yünden çıkarıldığı gibi çıkarırlar.
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini müjdelerler.
“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış: ‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’âm: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfâl: 50)
Âyet-i kerime’de:
“O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Kâfir ve münafık bir kimse dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği zaman gökten siyah yüzlü melekler gelirler. Yanlarında getirdikleri can yakıcı elbise ile o kişinin etrafında göz alabildiğine bir topluluk halinde otururlar. Ölüm meleği de başucunda oturur.
“Ey kötü ve pis rûh! Allah’ın gazabına doğru bedenden çık.” der.
Ölüm meleği ıslanmış yünden kızgın şişin çıkarıldığı gibi ruhu bedeninden çıkarır alır. Ölüm meleği canı alır almaz, melekler onun elinde göz açıp kapanacak kadar bırakmaz, getirdikleri cehennemî elbiseye sararlar.
Ondan yeryüzündeki cîfe kokularının en kokmuşu gibi bir koku çıkar. Onu alıp yükselirler. Karşılaştıkları melek toplulukları:
“Bu kötü ruh da kimin?” diye sorarlar. Refakatçı melekler, dünyada iken isimlendirilmekte olduğu isimlerin en çirkini ile:
“Falan oğlu falandır.” der. Dünya semâsına geldiklerinde, melekler semânın bu ruha açılmasını isterler, fakat açılmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kısımda;
“Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara imân etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler.
Suçluları işte biz böyle cezalandırırız.” (A’râf: 40)
Âyet-i kerime’sini okumuştur
Bu, bir devenin iğne deliğinden geçmesinin imkânsız olduğu gibi kâfirlerin de cennete girmelerinin imkânsız olduğunu ifade eden açık bir temsildir. Ve amellerinin kabul olunmayışından kinayedir.
Onların ruhları o ulvî makamlara yükselmez.
Allah-u Teâlâ:
“Bunların amel kitabını yedi kat yerin en alt tabakasındaki mühürlü divana yazın.” buyurur.
Sonra bu kötü ruh atılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha sonra şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:
“Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgârın bir uçuruma attığı şeye benzer.” (Hacc: 31)
İman; ulviyette semâ gibidir, imandan çıkan kimse semâdan düşüp de kuşların pençesi altında parçalanan ve cesedi lime lime edilen, yırtıcı kuşların kursaklarına lokma lokma giren bir kimse gibi olur.
Neticede ruh kabirdeki cesedine döner. Kabir onu şu sözlerle karşılar.
“Yazıklar olsun sana! Üzerimde gezenlerin bana en çirkini sendin. Seni şimdi teslim aldım.”
O sırada Münker ve Nekir adlı melekler gelir. Arada hiçbir engel yoktur. Onu oturturlar. Müthiş bir korku ve feryat ile oturur.
“Rabb’in kim?” diye sorarlar. “Bilmiyorum!” der. “Dinin ne?” derler. “Bilmiyorum!” der. “Size peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm hakkında ne dersin?” diye sorarlar. “Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Halk onun için peygamberdir derlerdi.” diye cevap verir. Melekler: “Senin dünyada böyle dediğini, burada da böyle diyeceğini biliyorduk.” derler.
Bu arada çirkin yüzlü, kötü elbiseli, pis kokulu birisi gelir. “Seni Allah’ın gazabı ile müjdelerim.” der. O da: “Sen kimsin?” diye sorar. “Ben senin çirkin amelinim.” diye karşılık verir.
Sonra ona kör, sağır ve dilsiz bir melek musallat edilir. Elinde bütün insanların ve cinlerin kaldıramayacağı ağırlıkta demirden bir topuz vardır. Bu topuzla bir dağa vurulsa, dağ un ufak olurdu. Onunla öyle bir vuruş vurur ki, insan ve cinler hariç her canlı varlık onun bağırışını duyar.
Daha sonra onun için cehenneme bir kapı açılır ve ateşten bir yatak hazırlanır. Cehennemin kavurucu harareti kabre dolar. Kabir ona daralır da daralır, kaburga kemiklerini sıkar da sıkar.
Böylece Allah-u Teâlâ’nın huzurunda muhakeme olunmak üzere kabirden kalkacağı güne kadar bu azap devam eder.
Kâfirler öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, kabirlerde yatan akrabaları ve dostları ile birleşip buluşmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Ahireti hesaplarından çıkardıkları için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani değildirler.
Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.
Kıyamet günü Sur’un sesi yükselir yükselmez, ruhların hazırlanan bedenlere girmesiyle ikinci hayata kalkış başlar, her insan beraberinde bir sürücü bir de şahit bulunduğu halde mahşer alanına getirilir.
Mahşer inananlar için ne kadar rahat, güzel ve kısa geçecese, inkârcılar için de o kadar kadar elemli ve ıstıraplı olacaktır.
Onların hesaba çekilecekleri durak yeri gayet dehşetli bir yerdir.
Dünyada iken cehalet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık, fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat ederler.
Kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet gününde güneş mahlûkata yaklaşacak, hatta onlara bir mil miktarı yakın olacaktır.” (Müslim: 2863)
Ahiret güneşinin bu kadar yaklaştırılması, hararetinin eritecek derecede olması, o günün şiddet ve dehşeti karşısında; insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurlar, izdihamdan birbirini iter, birbirini çiğnerler, sıkışıklıktan deniz dalgaları gibi dalgalanırlar. Sıkıntıları son haddini bulur.
Diğer Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar amelleri miktarı tere batacak. Kimisi topuklarına kadar, kimisi dizlerine kadar, bazıları köprücük kemiklerine kadar batacak, bazılarına da ter tamamen gem vuracaktır.” (Müslim: 2863)
Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bu sıkıntılara bir de Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkmanın verdiği mahcubiyet eklenir. Dünyada kaçırdıkları fırsatları düşündükçe kahrolurlar.
Hiç kimse itirazda bulunamazlar. Beğenmeme, beğenip azımsama, kaçamaklı yollara başvurma, aldatmaya çalışma gibi haller çok gerilerde kalmıştır.
Kalpler parça parça olduğu halde, kimse ile konuşmadan, yemeden, içmeden, hesapların görülmesini, haklarında verilecek hükmü beklerler. Şaşkınlık ve perişanlık içinde ayakta dururlar. Herkes ameline göre belli bir grupta yerini alır. Bu geniş sahada kimse gözden uzak bulunmaz. Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatları henüz hesap görülmeden ve azaba uğramadan olacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün bir takım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür.” (Abese: 40-41)
Yüzlerde böyle toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
Bu küfrün cezası da hiç şüphesiz ki çok ağır olacak. Kalplerinin karanlığı yüzlerine vuracak, simâları simsiyah ve iğrenç bir hale bürünecek.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet gününde, Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerini simsiyah kesilmiş görürsün.
Büyüklük taslayanlar için cehennemde barınacak yer yok mudur?” (Zümer: 60)
O günün dehşeti karşısında kendilerini kurtarabilmek için yalan söylemeye ve yalan yere yemin etmeye cüret edeceklerdir.
Tarife sığmayacak kadar korkunç manzaralar karşısında dünyanın hâb-u hayal olduğunu anlarlar. Uğrayacakları belâ ve musibetlerin tesiriyle şaşkına dönerler.
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara “Ashâb-ı şimâl” denilir.
Çetin bir hesap görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki: Kitabım keşke bana verilmeseydi!” (Hâkka: 25)
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkca rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkca belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
O sıkıntının verdiği temenni ile:
“Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!” diyor. (Hâkka: 26)
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha dirilmeyi istiyor:
“Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!” (Hâkka: 27)
Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.
Sözlerine devam ediyor:
“Malım bana hiçbir fayda vermedi. Saltanatım benden ayrılıp gitti.” (Hâkka: 28-29)
Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.
“Amel defteri kendisine arkasından verilen kimse ‘Mahvoldum!’ diye bağırır.” (İnşikak: 10-11)
Hem de nasıl bir mahvoluş! Önü belli sonu belli. Kaçış imkânı, kurtuluş çaresi yok.
Kötülerin hesaba çekilmeleri çok zor olacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“Hesabın en kötüsü onlar içindir.” buyuruluyor. (Rad: 18)
İyiliklerinin bulunmaması, sevaplarının olmaması, inkar etmesi veya günahlarının sevaplarından çok olması neticesinde, bu gibi kimselerin de tartıları hafif gelir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Tartıları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü (Âyetlerimizi inkar ederek zulmettikleri için) kendilerine çok yazık etmiş kimselerdir.” (A’raf: 9)
Ulvi hayata yönelmeyip sufli bir hayat süren, davete kulak asmayan, emir-yasak dinlemeyen kimselerin yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek ve hak yerini bulacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye’dir.” (Kâria: 8-9)
Cennet nasıl ki salih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de kötülükleri ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.
Bir çocuk anasının kucağına sığınıp korunduğu gibi, suçlular için de ahirette cehennemden başka bir kucak olmayacaktır. Anne çocuğuna kucak açtığı gibi, cehennem de onlara kucak açar.
Tepetakla, kafa üstü cehennem uçurumuna düşüp yuvarlanırlar. Sığınıp barınacakları en şefkatli anası Hâviye’den ibarettir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hâviye’nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!” (Kâria: 10-11)
Ateş zaten kızgın demek olduğu halde “Nâr” denildikten sonra Allah-u Teâlâ’nın bir de kızgın mânâsına gelen “Hâviye” kelimesi ile tavsif etmesi, “Hâviye”nin çok şiddetli olduğuna o hararetin cehennemin diğer tabakalarında bulunmaz bir derecede yakıcı olduğuna işaret etmektedir.
Yüzleri dağlayan, ciltleri kavuran kızgınlıkta öyle bir ateş ki, bilinen sıcaklık sınırını aşmıştır. Diğer ateşler onun yanında pek hafif kalır.
•
Küfür üzere ölen inkarcılar için, müşrikler için, iyilik ve kötülüklerinin tartılması diye bir fasıl olmayacaktır. Çünkü onların durumları ve gidecekleri yer bellidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte onlar Rabblerinin âyetlerini ve O’nun huzuruna çıkmayı inkar eden kimselerdir. Bu yüzden bütün yaptıkları boşa gitmiştir.” (Kehf: 105)
İmandan nasipleri olmadığı için cezaları ancak cehennemdir. İmansızlıkları bütün iyilikleri mahvetmiştir. Ahirete yönelik bir niyet taşımadıkları için yaptıkları iyiliklerin, icadların, bilimlerin ve dünyada iken öğündükleri başka şeylerin kendilerine hiç bir faydası olmayacak, karşılığı da olmayacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Artık onlar için kıyamet günü hiç bir terazi tutmayız, onlara değer vermeyiz.” buyuruyor. (Kehf: 105)
Çünkü mizan, iyilikleri ve kötülükleri olanlar için kurulur ki, sevap ve günahların miktarı bilinsin. Amel sahiplerinin de bir diyeceği kalmasın. Sevabı olmayanlar için mizana ihtiyaç yoktur. Onların terazileri hayırdan yoksundur.
•
Başkalarını dalâlete, küfür ve isyana sevketmiş olan her isyankâr topluluğun kötülükte önder olanlarını, sapıtmış ve saptırıcı liderlerini ve ileri gelenlerini Allah-u Teâlâ çıkarıp ayıracak, suçu en büyük olanlardan başlanacaktır.
“Sonra her gruptan Rahman’a karşı isyanda en ileri gidenleri ayıracağız.” buyuruyor. (Meryem: 69)
Onların mahkemesi daha şiddetli görüldüğü gibi, azapları da kat kat olacaktır.
İstikametten ayrılanların ise, günahları sebebiyle yükleri ağırlaşır. Azabı haketmiş olan müminler ve kâfirler sırattan geçemezler.
İnsanlar için gayet geniş ve kısa olan sırat, âsilere kıldan ince kılıçtan keskin olur. Daha ilk adımda ayakları kayarak kitle kitle cehenneme düşerler.
Cehennem alevi ve kıvılcımları sırat üzerine kadar çıkar. Zebâniler kâfirlerin çenelerine kancalar takıp cehenneme atarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonra takvaya erenleri kurtarırız, zâlimleri de orada diz çökmüş olarak bırakırız.” (Meryem: 72)
Cezaları biten müminler daha sonra cehennemden çıkacaklardır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Yüz çevreleri müstesna olmak üzere cehennemde cayır cayır yanan bir topluluk oradan çıkarılacak, cennete konacaklardır.” (Müslim: 319)
İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın düşmanları o gün toplanır cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar.” (Fussilet: 19)
Sayıları tamamlanıp bir araya geldikleri zaman topluca cehenneme itileceklerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz.” buyuruyor. (Meryem: 86)
Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.
Cennet hizmetçileri cennetlikleri bekledikleri gibi, cehennem bekçileri de cehennemlikleri beklerler.
Cehennemlikler sevkolunup ateşe atılmak üzere hazırlandıklarında gayet hakir ve perişan bir halde, alabildiğine küçülmüş olarak, gizlice ateşe doğru bakarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla etrafa gizli gizli bakışırlarken sunulduklarını görürsün.” (Şûrâ: 45)
Onların korktukları ve zihinlerinde tasarladıklarından çok daha büyüğü hiç şüphesiz ki başlarına gelecektir.
•
İşte kâfirler ve münâfıklar için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor:
“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülürler.” (Zümer: 71)
Herkes kendi şerrine, günahına ve sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur. Bunların durumları eşkiyanın zindana sevkedilmesine benzer.
Cehennem kapıları daha önce kapalı olup, bunlar geldiklerinde ardına kadar önlerinde hemen açılır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Oraya vardıklarında cehennem kapıları açılır.” buyuruluyor. (Zümer: 71)
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebaniler bulunur.
Bütün ümitlerini silip atacak bir şekilde kendilerine şöyle söylenir:
“Ebedî olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! O kendini beğenmişlerin yerleşip kalacakları yer ne kötüdür!” (Zümer: 72)
Zebaniler onları perçemlerinden ve ayaklarından sımsıkı bağlayıp, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürerler. Onlar o gün cehennem ateşine şiddetle ve zorla atılırlar. Zebaniler ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Cehennem kâfirleri son derece bir öfke ile ve uğultulu sesler çıkararak karşılar:
“Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultusunu işitirler.” (Mülk: 7)
Çünkü kafirlere son derece kızmakta ve nefret etmektedir. Şiddetli öfkesinden ötürü çatlayacak dereceye gelir:
Taraf-ı ilâhîden zebanilere emrolunur:
“Tutun onu! Hemen bağlayın! Sonra atın onu cehenneme! Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 30-32)
Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmişbin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
•
Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için cüsselerini enine ve boyuna büyütür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kâfirin cehennemdeki azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı ise üç gecelik yol mesafesidir.” (Müslim: 2851)
•
Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.
Cehennem üstüste yedi tabaka halindedir, her birinin ayrı ayrı kapısı vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O cehennemin yedi kapısı vardır. Her bir kapıya onlardan bir kısmı taksim olunmuştur.” buyuruyor. (Hicr: 44)
Cehennemlikler küfür ve isyanlarına, işledikleri suça göre sınıf ve derecelere ayrılırlar. Ayrıca sapıklığın da sınıf ve derecesi farklı farklıdır. Âsiler layık oldukları dereceye göre kendilerine âit olan kapılardan girerler ve orada yerleşirler.
Cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden Âyet-i kerime’de işaret buyurulduğu üzere cehennemin yedi tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalar üstüste olup, üstten aşağıya doğru inildikçe ateşin şiddeti de artar.
•
Cehennemin vüs’atini ve dehşetini gözler önüne sermek için bir temsil ve tahayyül suretiyle Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün cehenneme: ‘Doldun mu?’ deriz. O da: ‘Daha yok mu?’ der.” (Kaf: 30)
Allah-u Teâlâ cehennemin dolup dolmadığını bildiği halde cehenneme sual sorması, dünyadaki vaadini tahakkuk ettirmektir.
Uçsuz bucaksız derinlikte olan cehennemde hiçbir beşerin hayal bile edemeyeceği her türlü azaplar mevcuttur.
•
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi Kur’an-ı kerim’de on iki Âyet-i kerime’de geçmekte olup, cehennemdeki azap çeşitlerinden birisidir. Cehennem sakinlerine içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.
Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhân: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhân: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
•
Cehennem sakinleri ateş deryası içinde boğulurlar. Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap kaynağı olarak her yerdedir.
Âyet-i kerime’de:
“İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır.” buyuruluyor. (Fâtır: 36)
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
Ne kötü bir yer, ne kötü bir âkıbet!..
Cehennem ateşi bizim bildiğimiz dünya ateşi gibi değildir. Dünyada en şiddetli azap bu ateşin azabı olduğu için cehennem ateşi onunla tarif olunmuştur.
Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Yaktığınız bu ateş var ya, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır.” (Buhârî)
Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur. Bu kızgın ve koyu ateş hiçbir ışığı göstermez. Cehennemin en üst tabakasında azab çekenler bile dünyadaki ateş gibi ateş bulsalar, çektikleri ıstıraptan kurtulmak için bu ateşe gönüllü olarak katlanırlar, rahatlamak için oraya hücum ederlerdi.
Cehennem ateşi derileri, etleri ve kemikleri hep yiyip tükettikçe, kendilerine yeni başka bir deri ve kemik verilir, cehennem alevi daha da alevlenir.
Allah-u Teâlâ cehennemin bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir. Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 32-33)
Allah-u Teâlâ cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
•
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına gölge ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır.
•
Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için vücutlarını enine ve boyuna büyüttüğü gibi, sonsuz olarak azap tatmaları için etlerini ve derilerini yenisi ile değiştirecektir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Âyetlerimizi inkâr edip kâfir olanları yakında bir ateşe sokacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine yeni deriler vereceğiz.” (Nisâ: 56)
Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir. Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.
Bu Âyet-i kerime haşr-ı cismaniye de işaret eder.
•
Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda merhametsiz zebâniler bulunur, azaplara nezaret ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz de zebânileri çağıracağız!” buyuruyor. (Alâk: 18)
Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i ilâhiden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onun başında pek haşin, pek şiddetli, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrîm: 6)
Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler.
Zebânilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.
Bunların başkanları da “Mâlik”dir ve “Cehennem muhafızı” olarak anılmaktadır.
•
Cehennemliklere âit, onları dövmek için zebânilerin ellerinde özel kamçılar da azap çeşitlerinden birisidir.
Âyet-i kerime’de:
“Bir de onlar için demirden kamçılar vardır.” buyuruluyor. (Hacc: 21)
Cehennemden kaçıp kurtulmak istedikleri zaman, zebâniler üzerlerine musallat olurlar, ellerindeki kamçılarla topuzlarla vura vura tekrar iâde ederler.
İnsanı sıkacak, üzecek, bunaltacak ne varsa hepsi orada vardır.
Ateş dalgaları, iğrenç kokular, yürekleri parçalayan acı çığlıklar, vahşi hayvanlar arasında; katran gömlekler içinde; demir topuzların, kırbaçların, halka ve zincirlerin tazyiki altında kıvranıp dururlar.
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Bunlara benzer daha çeşit çeşit acılar da vardır.” (Sâd: 58)
Azapların her türlüsünü çekmek zorunda kalırlar.
•
Cehennemlikler her bakımdan hor ve hakir kılınırlar. Gömlekleri var katrandan, yüzlerinde perde var ateşten.
Âyet-i kerime’de:
“Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.” buyuruluyor. (İbrahim: 50)
Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis koksun.
•
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir.” (Saffât: 64-65)
Bu ateşten ağaçlar onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar.
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Cehennemlikler ondan yerler ve karınlarını onunla doyururlar.” (Saffat: 66)
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Suya ihtiyaç hissedince, zebâniler onları gayet sıcak suyun bulunduğu yere götürürler.
Hararetleri nisbetinde ondan içerler ve yedikleri zakkumla karıştırırlar. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
•
Cehennem sakinlerine, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar.” (Nebe: 24)
Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.
O mülevves suları yutmaya kalkışacak, fakat kokusundan ve pisliğinden dolayı tiksinecek, zorla ve zorlamayla içecekler.
•
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.
Âyet-i kerime’de:
“Ölüm her yandan geldiği halde ölemez.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de hiçbir zaman o azaplardan kurtulamayacaktır.
•
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır.” buyuruluyor. (Nebe: 23)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.
Hiç ara verilmeden devam edecek azaplar karşısında kurtuluşa ermeyi istemeye mecalleri kalmayacaktır.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları miktarı cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cehennemden çıkıp cennete gireceklerdir.
•
Cehennemlikler için en acı şey cennet saadetinden ve Allah-u Teâlâ’yı görmekten mahrum kalmaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Hayır! Muhakkak ki onlar o gün Rabb’lerini görmekten mahrum kalacaklardır.” buyuruluyor. (Mutaffifîn: 15)
Dünyada marifetullahtan mahrum kaldıkları gibi ahirette de Cemalullah’tan mahrum olmakla da kalmazlar cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
•
Cehennemlikler birbirini kovalayan, akla hayale gelmeyen öyle azaplar çekmektedirler ki, onlardan kurtulmak için alevlere sığınıp sarılırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Bunun arkasından da daha çetin bir azap vardır.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Cehennemde sayılamayacak kadar ateşten dağlar, vâdiler, nehirler, hendekler, kuyular, zindanlar, fırınlar vardır. Her birinin azabı diğerlerinden çok daha katmerlidir.
İnsana ateşten daha fazla azab verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiçbir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Cehennem ehli ayrıca çok şiddetli soğuklarla da azab olunurlar.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez. Nice yorucu şeyleri yapmaya mecbur edildikleri, nice azap zincirleri taşıdıkları, cehennemin yüksek ve alçak yerlerine çıkıp indikleri için yorulurlar, takattan kesilmiş bir hale gelirler.
Azab şekilleri rastgele tekrarlanıp durmaz. Çarptırılan ceza ve azabın şiddeti, herkesin isyan ve günahlarının derecesi nisbetindedir. Hiçbirinin azabı diğerinin aynı değildir. Herkes yaptığının cezasını ceker. Hazret-i Allah hiç kimseye zerre kadar bile zulmetmez.
Allah-u Teâlâ böyle şiddetli cezaları ancak nankör kâfirlere verir. Bunlar küfrün ve zulmün cezasıdır.
•
İblis, şeytanların babası olup, onların ilk aslıdır. İsyan etmeden önce uzun müddet ibadette bulunmuştu. Meleklerin Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeleri ile o da mükellef tutulunca, Allah-u Teâlâ’nın bu ilâhî emrini mânâsız bularak itiraz etmiş, ilâhî rahmetten ebediyyen tardolunmuştu.
Âdem Aleyhisselâm’a secde etmekten kaçındığı günden beri ona ve soyuna düşmanlık yapmış, insanları Allah yolundan ve ibadetten alıkoymak için ordusu ile birlikte çalışmıştı.
Nihayet elinden ruhsat alınır, A’râf sûre-i şerif’inin 14. ve 15. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurulduğu üzere, insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar kendisine verilen müddet dolar ve hepsi de yüzüstü kapaklanarak cehenneme itilirler, birbiri ardınca üstüste atılarak cehennemin derinliklerine yuvarlanmaya devam ederler.
Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme yerleştikten sonra; cehennemlikler şeytanı kınamaya, azarlamaya, kendilerini saptırmakla suçlamaya başlarlar.
Bunun üzerine şeytan cehennemlikler mahfilinde bütün cehennemliklerin işiteceği bir hutbe okur. Kendisine uyanların üzüntülerine üzüntü, hasretlerine hasret katar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde şeytanın bu sözlerini haber vermektedir:
“İş olup bitince, ilâhi hüküm yerine gelince şeytan ateşte olanlara der ki: Gerçekten Allah size sözün doğrusunu söylemiş, gerçek bir vaadde bulunmuştu. Ben de size söz vermiştim amma, sonra sözümden caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum da yoktu. Sadece sizi davet ettim, siz de bana hemen uydunuz. O halde beni değil kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Daha önce beni Allah’a ortak koşmanıza da inanmamıştım zaten. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” (İbrahim: 22)
Şeytanın bu beyanlarından anlaşılıyor ki; insanlar hiçbir delile isnat etmeksizin şeytanın sözüne uymaktadırlar. Şeytanın vaadleri asılsızdır, Allah-u Teâlâ’nınki ise gerçeğin ta kendisidir. Bunlar Hakk’ı bırakıp asılsız şeylerin ardına düştüler.
•
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
Allah-u Teâlâ şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıkları kimseleri cehenneme koyacağını vâdetmişti.
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: ‘Ey Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!’ derler.” (A’râf: 38)
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerine şu şekilde mukabele eder:
“Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!” (A’râf: 38)
•
Kalbiyle inanan dili ile tasdik edenlere mümin, kalbi ile de inanmayıp dili ile de tasdik etmeyenlere kâfir denildiği gibi kalbi ile inanmadığı halde dili ile tasdik etmiş gibi görünenlere de münafık denir.
İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri sürece, münafıkların İslâm’da yeri ve itibarı yoktur.
Münafıklar kâfirlerin en mundarı, en habisi oldukları için ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir.
Allah-u Teâlâ imansızların âkıbetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, akibetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azab vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
“Cehennem onlara yeter! Oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)