Sultan Abdülâziz’in pâdişahlığı döneminde, 18 Receb 1287 (m.1871) târihinde neşredilen bir “İrâde-i seniyye” ile, Filistin topraklarının büyük bir kısmı “Mîrî arâzî”; yâni “Devlet arâzisi” kapsamına alınmıştı.(1) Ancak, bu İrâde ile devlet adına istimlâk edilen bölge, Filistin’in yalnız yüzde seksenlik kısmını oluşturuyordu. Arâzînin geri kalan yüzde yirmilik kısmı ise, halka âit şahsî mülk kapsamında idi ki; yahudiler bu toprakları yerli halktan kapmak için âdetâ birbirleriyle yarışıyordu. Basit arâzîlere değerinden çok yüksek fiyatlar teklif ettikleri için, topraklarını satmak bölge halkına da câzip geliyor; böylece şehîd kanlarıyla sulanan vatan toprakları birer birer yahudilerin eline geçiyordu.
İkinci Abdülhamîd Hân pâdişah olduktan sonra, yahudilere mülk satışını önlemek için, ilk olarak 25 Rebîulahir 1308 (m.1883) tarihinde bir “İrâde-i seniyye” neşredip, yahudilerin Filistin bölgesinden toprak almalarını engelleyecek yeni kânunî düzenlemeler getirmişti.(2) Ancak Sultân’ın aldığı bu ilk tedbir, Filistin’e akın eden yahudi güruhunun mülk edinme faaliyetlerini önlemeye yetmedi. İleride devletin başına büyük gâileler açacak olan bu durum, yalnız yahudilerin bu husustaki gayretkârlıklarından değil; gözünü madde ve menfaat hırsı bürümüş bâzı devlet memurlarının, büyük para meblâğları karşılığında onlara yardım ve yataklık ederek, vatan topraklarını onlara gizliden gizliye peşkeş çekmelerinden kaynaklanıyordu.
İslâm’ı ve müslümanları büyük bir zarâra, Devlet-i âliyye’yi ise hızla yıkıma doğru sürükleyen bu yolsuzluklardan rahatsızlık duyan, dürüst ve vatanperver devlet memurlarından; Necid nâhiyesi müdürü Subhî Bey, Akkâ müdde-i umûmî muâvini Mehmed Tevfik Bey ve Hayfa’lı Saîd Mehmed Bey, vatan topraklarının böyle haraç mezat yahudilere satılmasını vicdanlarına yediremeyip, 2 Safer 1311 (15 Ağustos 1893) târihinde, bölgede olup biten gayr-ı resmî olayları ve rüşvetçi memurların hıyânet ve yolsuzluklarını, bütün teferruâtıyla rapor edip hükümete bildirmeye karar verdiler.
Vazîfelerine sâdık olan bu üç devlet memurunun tanzîm ettikleri rapora göre; bu hıyânete öncülük eden vatan hâinlerinin başını, Akkâ’nın mülkî idârecilerinden olan “Akkâ mutasarrıfı Sâdık Paşa, eski Hayfa Kaymakamı Mustafa Efendi Kanavetti, yeni Hayfa kaymakamı Ahmed Şükrü, Hayfa Belediye reîsi Mustafa ve Hayfa idâre meclisi âzâsından Necib Efendi” çekiyor, “Akkâ müftüsü Ali” de, yağlı kemiği görünce din, iman ve vatanperverlik dâhil her türlü mânevî değeri unutan bu vatan hâinleri ile işbirliği ederek, yahudilerin İslâm topraklarına rahatça yerleşmelerini sağlıyordu.(3)
Bu vatan hâinleri, ilkin “1890 senesinde, Yafa ve Hayfa kasabalarında Baron Hirsch’in adamları Mösyö Henger ve Mayer Zelyan vâsıtası ile yahudilere toprak satıp, Rus tebaâsı 140 âileyi Hayfa havâlisine yerleştirmek”le işe başlamış,(4) “Vaktiyle sekiz yüz liraya alınan, Hayfa yakınlarındaki mülkler”i, yahudilere “On sekiz bin liraya” satmış; ayrıca kendilerine yardım ve yataklık ettikleri için, yahudiler tarafından “İkişer bin lira” rüşvetle mükâfâtlandırılmışlardı.(5) Hâinlerin bu ihâneti, “Bir gece içinde, Hayfa polis me’mûru Azîz ve zâbıta me’mûru yüzbaşı Ali Ağa’ların ma’rifetiyle, Rus göçmeni yüz kırk âilenin, Hayfa sâhillerindeki arâziye yerleştirilmeleri”yle sonuçlanmıştı.(6)
Üstelik Hayfa Belediye başkanı Mustafa, buradaki nüfûzunu kullanarak “Sahte ve kadîm bir ruhsatnâme” düzenleyerek, burada yeni bir yahudi köyü kurmuş; işi kılıfına uydurmak için de, bunların “Mizrate’l-Hafîze köyünde asırlardır yaşadıklarını, lâkin nüfûsa kaydedilmeyi unutttuklarını isbâta” çalışarak, düzenlediği sahte evraklarla yahudi âilelerinden “Birer mecidiye nüfûsa geç kaydolma cezâsı” almayı ihmâl etmemişti.(7) Bu sahte evraklarla yahudiler, Filistin’de bir gece içinde büyük bir köy kurdukları gibi; aldıkları “Osmanlı fakirlik ve ilmühâberi” sâyesinde de, bir çok devlet hizmetinden bedâva yararlanma hakkı kazanmışlardı.(8)
Gözlerini menfaat ve para hırsı bürüyen bu hâinler, yağlı kemiği kapışma arzusuyla, çeşitli tehditlerle gözünü korkuttukları bîçâre halkın arâzîlerini çok ucuz fiyatlarla ellerinden alarak, yüksek paralar karşılığında yahudilere ve Avrupa’lı misyonerlere satmayı artık âdet hâline getirmişler; hattâ pâdişâhın kendi mülkü olan “Hazîne-i hâssa arâzîsi”ne ve devlete âit olan “Mîrî arâzî”ye dahî tecâvüz edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Netîcede Akkâ, Hayfa ve Yafa civârındaki Zemârin, Eşfiyâ, Emmâ’l-Altûn ve Emmâ’l-Cemâl köyleri ile, “Haşme’z-Rezzâke” adı verilen otuz bin dönümlük bir arâzînin ve daha pek çok köyle birlikte on binlerce dönümlük arâzînin yahudilerin eline geçmesini sağlamışlar; “Cebelü’l-kermel”de yer alan on beş bin dönümlük bir arâzîyi Fransız râhiplerine, on bin dönümlük diğer bir arâzîyi Alman râhiplerine ve yine beş bin dönümlük başka bir arâzîyi de İngiliz misyonerlerine satarak, hıristiyanların da bölgeyi rahatça istilâ etmelerine zemin hazırlamışlardı.(9)
Dolayısıyla, pâdişâhın aldığı tüm sıkı tedbirlere rağmen; yahudilerin ve misyonerlerin Filistin topraklarını ele geçirme fâaliyetleri, içteki bâzı hâinlerin ihâneti nedeniyle sonuçsuz kalmıştı.
İkinci Abdülhamîd Hân yahudilerin başka bir yere değil de, husûsiyetle bu bölgeye yerleşmeye çalışmalarının altında yatan sinsi niyeti çok iyi biliyordu. Yahudilerin bu çirkin emellerinden vazgeçmeye yanaşmadıklarını görünce, çok daha ciddî ve sağlam tedbirler almak gerektiğini anlayarak; Filistin ve havâlisi başta olmak üzere, yahudilerin Osmanlı topraklarının herhangi bir bölgesine girmelerini, yerleşmelerini ve mülk edinmelerini yasaklayan kat’î bir “İrâde-i seniyye” neşretti. Abdülhamid Hân bu “İrâde”sinde, “Mûsevîlerin Kudûs civârında ictima’ ve iskân etmelerinin, ileride orada bir mûsevî hükûmetin teşekkülünü intâc edebileceği müâbesesiyle, kat’â câiz olmadığını” kesin olarak ifâde ediyor; “Avrupa’lıların memleketlerinden tardetdikleri eşhâsın memâlik-i Şâhâne’ye kabûlüne bir sebeb olmadığını” belirtip, “Amerika’da iskân etmek üzere geri gönderilmeleri”ni emrediyordu.(10) Diğer taraftan da, “Hazine-i hâssa”daki kendi şahsî parasıyla Filistin’den mümkün olduğu kadar çok arâzi satın alarak, yahudilere burada yerleşecek yer bırakmamaya çalışıyordu.(11)
Yahudilerin Filistin’e yerleşme işi Abdülhamîd Hân’ın “İrâde”siyle engellenince, aslen yahudi kökenli olan Theodor Hertzl, ülkesindeki mesleği olan gazeteciliği bırakıp, hususiyetle bu işle uğraşmak için 1896 yılında Osmanlı topraklarına yerleşti. O sıralarda Ermenî fesâdı ile başı yeterince dertte olan Osmanlı devleti, gerek mâlî, gerekse siyâsî yönden çok sıkıntılı ve buhranlı bir dönem yaşıyordu. Bu durumu fırsat bilen Hertzl, Sultan Abdülhamîd’in tam beş kez huzûruna çıkarak; yahudilerin Filistin’e yerleştirilip bu bölgeden toprak almalarına izin verdiği taktirde, devletin bütün dış borçlarını kapatıp, berâberinde küllî bir miktar da para yardımında bulunmayı teklîf etti.
Sultan Abdülhamîd Hân çok iyi biliyordu ki; “Müslümanların en şiddetli düşmanı”(12) olan bu kâfirler gürûhunun, para karşılığında bu topraklara yerleşmesine müsaâde etmek; bir bakıma hem İslâm’ı küfrün karşısında küçük düşürmek, hem de oradaki müslümanların katline fetvâ vermek demekti.
Bu çirkin oyuna âlet olmayacak kadar zekî bir hükümdar olan Sultan Abdülhamîd Hân, böyle usûlsüz bir teklifle karşısına çıkmaya cür’et eden bu sinsi yahudiye, suratında şamar gibi patlayan gür bir sesle;
“Ben onlara bir karış dahî toprak vermem! Zîrâ bu vatan bana değil, Osmanlı milleti’ne aittir! Benim milletim bu vatanı kanlarını dökerek kazanmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz!... Bu ülke ancak, bizim cesedlerimiz parçalanarak taksîm edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına aslâ müsaade etmem!..” buyurdu ve gönderdiği heyeti huzûrundan kovdu.(13)
İşte bu hâdiseden sonra Theodor Hertzl ve yahudi heyeti temsilcisi Emanuel Karasu, Sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmenin çarelerini araştırmaya başladılar. İttihat ve Terakkî taraftarlarını ona karşı kışkırtarak bu emellerine kavuştular. Sonraki pâdişahların meseleye kayıtsız kalmasından faydalanan yahudiler, bu arada bölgede çoğunluğu sağlamış ve tamâmen başlarına buyruk olarak hareket etmeye başlamışlardı. Bölgenin her tarafında havralar açıyor, sür’atle silâh ve mühimmât yığıyorlardı. Nihâyet kısa bir süre sonra bu silâhları bölge ahâlisine karşı kullanmaya başladılar. İstedikleri müslümanı öldürüyor, istediklerini hapsediyorlardı. Nihâyet, sadece toprak satın alma gâyesiyle yerleştiklerini iddiâ ettikleri bu topraklarda, hîle ve düzenbazlıkla kendi devletlerini kurup, bugün hâlâ sürmekte olan müslüman katliâmını başlattılar.
Yahudiler o gün Filistin çevresinde uyguladıkları istilâ plânını, bugün Urfa ve çevresindeki illerde uyguluyorlar. Bunların kendilerine vaadedildiğini iddiâ ettikleri topraklar Fırat nehrine kadar uzanırken, bu târihî gerçekleri görmezden gelerek, hâlâ kâfirlere yaranmaya çalışan bugünkü idareciler, hangi akla hizmet edip de yahudilerin bu bölgeden toprak satın almalarına izin veriyorlar? “Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen”,(14) “Şeref ve kudreti onların yanında arayan”(15) bu kimseler; “Şeref ve kudretin tamâmen Allah’a âit olduğunu”(16) bilmiyorlar mı?
Abdülhamîd Hân’ın Filistin meselesi hakkındaki ferâseti, bilen ve düşünen kimseler için gerçekten çok büyük bir ibrettir. Daha dün yaşanan bu târihî örneğe rağmen, bunlar yahudilerin asıl niyetini hâlâ görememektedir. Hâlbuki o yüce Pâdişah, daha o zamandan bu günleri görmüş ve alınacak her türlü tedbiri düşünmüştü.
(1) Başbakanlık Osmanlı Arşivi; İrâde Meclis-i Vâlâ, nr.: 20714.
(2) Başbakanlık Osmanlı Arşivi; a.g.e., nr.: 33356
(3-9) Başbakanlık Osmanlı Arşivi; Y.Prk. AZJ, nr.: 27/39.
(10) Başbakanlık Osmanlı Arşivi; İrâde Meclis-i Vâlâ, nr.: 5276.
(11) M. K. Öke, “Sultan Abdülhamid ve Filistin Meselesi”, s.142.
(12) Mâide (5): 82.
(13) Yaşar Kutluay; “Türkiye ve Siyonizm”, s.108.
(14) Nîsâ (4) 139-144.
(15-16) Nîsâ (4) 144.
“Yıldız Sarây-ı Hümâyûnu, Baş Kitâbet Dâiresi:
Beyrut vilâyeti dâhilinde, Safed kasabasında bulunan ve Hayfa’ya dört yüz kırk ecnebî mûsevînin istidâları vechile, tâbi’iyyet-i Devlet-i Âliyye’ye kabûlleri istîzâ’ını hâvî resîde-i dest-i ta’zîm olan, 20 Zilhicce 1308 târihli tezkere-i sâmiyye-i sadâret-penâhîleri manzur-ı âlî oldu. Mûsevîlerin Kudûs civârında ictima’ ve iskân etmeleri, ileride orada bir mûsevî hükûmetin teşekkülünü intâc edebileceği müâbesesiyle, kat’â câiz olmakdan başka; zâten memâlik-i Şâhâne arâzi-i hâliyye’den ma’dûd olmadığına ve medenî Avrupa’lıların memleketlerinden tardetdikleri eşhâsın memâlik-i Şâhâne’ye kabûlüne bir sebeb olmayıb, husûsıyle ortada bir Ermenî fesâdı mevcûd iken bu sûret aslâ câiz olmayacağına nazaran, ne merkûmenin ne de sâir mûsevîlerin kabûl olunmayarak, Amerika’da iskân etmek üzere geri gönderilmeleri zımnında, ba’demâ ayrı ayrı ma’rûzâta hâcet kalmıyacak sûretde, meclîs-i Vükelâ’ca umûmî bir karâr ittihâzıyla bâ-mazbata arz ve istizân-ı keyfiyyet olunması, muktezâ-yı irâde-i seniyye-i Cenâb-ı Hilâfet-penâhî’den bulunmuş ve binâenaleyh tezkere-i sâmiyye-i Vekâlet-penâhîleri takımıyle iâde edilmiş olduğundan, ol bâbda emîr ve fermân, Hazret-i Men Lehu’l-Emr’indir. 21 Zilhicce 1308.”
(Başbakanlık Osmanlı Arşivi; İrâde Meclis-i Vâlâ, nr.: 5276)